Kürt sorununda çözüm tartışmalarının alevlendiği ve PKK’nin 1 Hazirana kadar eylemsizlik kararı aldığı kritik bir dönemde, Mardin’in Zanqirt köyünde (Bilge köy) 17’si kadın, 6’sı çocuk 44 kişinin makineli tüfeklerle taranarak katledildiği haberi geldi. Bu Kürt köyü bir korucu köyüydü ve korucu silahlarından çıkan kurşunlarla, yine korucu ailelerine mensup olan insanlar öldürülmüştü. Katledenlerin ve katledilenlerin yakın akraba olmasını ve katliamın bir nişan töreni esnasında gerçekleştirilmesini fırsat bilen apoletli medya, olayı canhıraş bir biçimde “töre cinayeti”ne, “kan davası”na, “kız davası”na, “Kürtlerin ilkelliği”ne bağlamaya çalıştı. Oysa medyanın tüm çarpıtma ve karartma operasyonlarına rağmen, bunun töreyle, kan davasıyla, aile içi anlaşmazlıkla açıklanabilecek basit bir olay olmadığı ortadaydı. Yaşanan vahşet, bugünküne benzer kritik dönemeç noktalarında bölgede daha önce de tertiplenen katliamları fazlasıyla hatırlatıyordu.
Katliamın ardından jandarma köyü ablukaya almış ve köylülerin dışarıyla temasını kesmeye çalışmıştı. Ancak buna rağmen, hayatta kalan köylülerden işin içyüzüne dair önemli ayrıntıların sızması tümüyle engellenemedi. Yakınları ölen köylülerden biri, katliamı yapanların amca çocukları olan korucular olduğunu, bunların hiç kimseyi sağ bırakmayarak görgü tanıklarını yok etme ve suçu PKK’nin üzerine atma niyeti taşıdıklarını dile getiriyordu. Olayı duyan jandarmanın 5-6 dakika ötedeki köye ulaşmak için 2 saat beklemesi, bu jandarma karakolunun komutanının eşi olan köy öğretmeninin katliamdan birkaç gün önce rapor alarak şehir dışına çıkması gibi ayrıntılar dikkate alındığında bunun hiç de asılsız bir iddia olmadığı ortaya çıkıyordu. Yani bu katliam da, tıpkı daha önce yaşanan pek çok örnekte olduğu gibi PKK’nin sırtına yüklenecek ve “bebek katilleri”, “namaz kılanları arkadan tarayan Ermeni dölleri” yalanlarıyla Kürt hareketine yönelik nefret körüklenmeye çalışılacaktı. Böylelikle, “canilerle görüşüyorlar, bebek katillerine af çıkartıyorlar” demagojisiyle, olası bir diyalog girişiminin önü de önceden kesilmiş olacaktı. Tıpkı daha önce yaşanan örneklerde olduğu gibi.
Bu örneklerin en çarpıcı olanlarından biri, 1996 Ocağında gerçekleşen Güçlükonak katliamıydı. PKK’nin 15 Aralık 1995’te ilan ettiği ateşkesten yaklaşık bir ay sonra, 12 Ocak 1996’da, Çevrimli ve Yatağan köylerine baskın yapan askerler, yardım-yataklık yaptıkları suçlamasıyla 6 eski korucuyu gözaltına almışlardı. Evlerinden alınan köylüler, Taşkonak jandarma taburuna götürüldüler. Üç gün sonra, bu defa Koçyurdu köyüne gelen askerler, 4 korucuyu “görev var” diyerek aynı tabura götürdüler:
“Korucular gözaltına alınan köylülerle birlikte minibüse bindirilerek yola çıkarıldılar. (…) Tabur ile Koçyurdu köyü arasında kalan yol üzerinde silahlı bir grup tarafından minibüs durduruldu. Araç önce kurşun yağmuruna tutuldu, sonra içindekilerle birlikte yakıldı. Bir gün sonra olay yerine götürülen gazetecilere katliamın PKK tarafından gerçekleştirildiği söylendi. Bu olay PKK’nin ilan ettiği ateşkesi bozduğunun kanıtı olarak gösterilmeye çalışıldı. Gazetecilerin halkla temas kurmalarına engel olundu. Katliam haberi gazete sayfalarından ve televizyon ekranlarından katillerin istediği şekilde yayınlandı. PKK ise katliamla bir ilgisi olmadığını ve olayı kınadığını açıkladı.” (Berdan Güney, Güçlükonak Katliamı, MT, Mart 2009)
Yıllar sonra, dönemin İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanı Adnan Ekmen, gerçeği bildiği halde bunu o dönemde açıklayamadığını ve katliamı PKK’nin değil askerlerin yaptığını itiraf edecekti.
Bir başka benzer olaysa, 29 Eylül 2007’de, Şırnak’a bağlı Beşağaç köyünde gerçekleştirilen katliamdır. İçinde bulundukları minibüsün taranması sonucu aralarında 7 korucunun bulunduğu 12 kişinin yaşamını yitirdiği bu katliam da, tıpkı Güçlükonak vakası gibi PKK’ye mal edilmek istendi. Ancak çok geçmeden, olayın arkasında JİTEM’in yönlendirdiği korucuların bulunduğuna dair kanıtlar ortaya çıktı. Elbette bu kanıtlara rağmen gerçekler karartıldı.
PKK’nin 1 Hazirana kadar “eylemsizlik” ilan etmesinden kısa bir süre sonra, bu kez besbelli ki Zanqirt’te aynı senaryo hayata geçirilmeye çalışıldı, ancak başarılı olunamadı. Üstelik bu provokasyon bumerang gibi geri dönerek sahibini vurdu. Apoletli medyanın tüm örtbas etme çabalarına rağmen, koruculuk sistemi sorgulanmaya başlandı. Bu sorgulama derinleşmeye başladığında ise devlet duruma derhal el koydu. Genelkurmay, “terör sürdükçe koruculuk da devam edecek” derken, başbakan yardımcısı Cemil Çiçek, “DTP’lilerin koruculuk kaldırılsın demesi bile kaldırılmamasının en önemli gerekçesidir” diye buyurdu. Mesajı alan apoletli medya ise, katliama ilişkin haberleri kesip gündemi derhal değiştirdi. Ancak bütün bu örtbas çabalarına rağmen, koruculuk sisteminin ürettiği pisliğin artık kabına sığmaz hale geldiği gün gibi açık hale gelmiştir ve sorgulanmasının önüne geçilemeyecektir.
Kürdü Kürde kırdırma politikasının ürünü: koruculuk sistemi
Kuruluşundan bu yana, sorunları ortadan kaldırmak yerine “sorunu olanları” ortadan kaldırmayı devlet politikası haline getiren TC, Kürt meselesinde de inatla ve ısrarla bu yola başvurdu. Ceberut devlet, kendi kimliklerini korumak ve bu kimlikleriyle yaşamak isteyen Kürtleri inkâr politikasıyla asimile etmeye, buna boyun eğmeyenleri ise yok etmeye çalıştı. Asarak, keserek, yok varsayarak, milyonlarca Kürdün sonsuza dek susturabileceği düşünülürken, 12 Eylül faşizmiyle zulüm ve vahşet doruk noktasına tırmandırıldı.
12 Eylül faşizmi bu topraklarda, devlete ve onun uyguladığı politikalara muhalif olan milyonlarca insana cehennem azabı yaşattı. Komünistlerin ve demokratların yanı sıra Kürt halkı da bu zulümden fazlasıyla payını aldı. Kendi diliyle konuşması bile tarifsiz işkencelere gerekçe yapıldı. 12 Eylül Kürtler için birkaç kat daha koyu bir karanlığı ifade etti. Ancak bu zulüm, aynı zamanda başkaldırı ateşinin de güçlü bir şekilde yakılmasını tetikledi. Ulusal baskı arttıkça, Kürtlerin örgütlü karşı koyuş azmi de artmaya ve PKK bölgede büyük bir sempati toplamaya başladı. Bunun önüne geçmek için, acımasız zulüm politikası, bölge halkının içinden işbirlikçiler yaratılarak derinleştirildi. Kürdü Kürde kırdırma politikası nihayetinde koruculuk sistemiyle taçlandırıldı.
1985 yılında Meclisten geçirilen bir yasayla Köy Kanununun 74. maddesi değiştirilerek şu hüküm getirilmişti: “Bakanlar Kurulunca tespit edilecek illerde, olağanüstü hal ilanını gerektiren sebeplere ve şiddet hareketlerine ait ciddi belirtilerin köyde veya çevrede ortaya çıkması … halinde valinin teklifi ve İçişleri Bakanının onayı ile yeteri kadar geçici köy korucusu görevlendirilir.” Bu maddeye dayanılarak, Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları 22 ilde koruculuk sistemi uygulamaya konuldu.
Sistemin özü, Kürt köylerinden işbirlikçi ailelerin silahlandırılmasına ve bunların PKK’ye karşı ihbarcı ve vurucu bir milis gücü haline getirilmesine dayanıyordu. İçişleri Bakanlığının açıklamalarına göre, Mart 2009 itibarıyla bölgede 47 bin 689 geçici köy korucusu ve 23 bin 769 gönüllü köy korucusu olmak üzere yaklaşık 72 bin korucu bulunuyor.
Sözde, “köy sınırları içinde herkesin ırzını, canını ve malını korumakla” görevlendirilen korucular, gerçekte Kürt hareketini bastırmak için ağır silahlarla donatılıp maaşa bağlanan bir milis gücüydüler. Yıllardır JİTEM talimatlarıyla yönlendirilerek bölge halkına kan kusturan bu profesyonel katiller, sırtlarını devlete dayayarak her türlü suçu rahatça işleme özgürlüğüne de sahip kılındılar. Köyleri yakılan ve göç etmek zorunda kalan yüz binlerce insanın toprağına, evine, malına el koyan ve dilediği gibi kullanan korucular, köyüne geri dönmek isteyenleri yıldırmak için her türlü zoru kullanmaktan ve bu uğurda yüzlerce insanı katletmekten çekinmediler. Korucu olmayı reddeden Kürt ailelerinin ise başına gelmeyen kalmadı:
“Yusuf Ünal, korucu olmak istemiyordu. 27 Kasım 1993 gecesi bine yakın asker köyü kuşattı. Aralarında 30 kadar maskeli adam da vardı. Köyün gençlerinden 15’ini seçip meydanda öldüresiye dövdüler. Köyün 20 evini herkesin gözü önünde ateşe verdiler. 300 hanelik köyün, korucu olmayı reddeden 250 hanesi yerle bir edildi. 35 kişi dışında bütün köy memleketin çeşitli bölgelerine dağıldı. Topraklarına korucular el koydu. Ünal, oğulları ve kardeşleri Patnos’a sığınıp açlık içinde yaşadılar. On yıl sonra rüyalarına giren köylerine dönebilmek, verimli topraklarına kavuşabilmek için hamle ettiler. Malazgirt Kaymakamlığı’na otlarını biçebilmek için dilekçe verdiler. Kabul gördü. Jandarma komutanı korucuları uyardı. İlk 7 gün, kimi tacizlere rağmen otlarını biçtiler. Son gün; «Otumuzu traktörlere yüklemeye başlamıştık. Etrafımızı 15’ten fazla korucu sardı. Yusuf Ünal’a vurmaya başladılar. 4-5 kişi koştuk. Üzerimize ateş açtılar. O sırada Yusuf’u döve döve yere indirip kurşunlayarak öldürdüler. Oğlu Abdürrahim ile kardeşi Abdülsamet Yusuf’un yanına koştu. Onları da döve döve yere indirdiler. Sonra da üzerlerine ateş etmeye başladılar. Hatta bu arada yere indirilenlere ateş etmeyen korucular vardı. Cesetler yatarken ateş etmeyen koruculara talimat verip onları da ölülere ateş ettirdiler.» Köyün muhtarı korucu Celal Çelik, üç kişinin öldürülmesini, gazetecilere «trafik kazası» olarak nitelendirdi.” (Yıldırım Türker, Radikal, 12/08/2002) Buna benzer sayısız örnek mevcuttur.[1]
Devlet koruculara öldürdükleri “terörist” başına para veriyordu. Böyle olunca, “çatışmada ölen teröristlerin” sayısı da doğal olarak artıyordu.[2] Silah ve uyuşturucu da dahil olmak üzere her türlü kaçakçılık, köylüleri haraca bağlama, darp, gasp, işkence, cinayet, tecavüz… Bütün bunlar devletin gözlerden saklamaya çalıştığı ama bölge halkı tarafından tüm çıplaklığıyla bilinen gerçekler. İnsan Hakları Derneği’nin hazırladığı rapora göre, 1990-2009 yılları arasında korucuların sebep olduğu belirlenen olayların bilançosu şöyle: 38 köy yakma, 14 köy boşaltma, 17 ormanlık alanı yakma, 12 taciz ve tecavüz, 22 adam kaçırma, 294 silahlı saldırı, 183 cinayet, 259 yaralama, 562 işkence…
Ancak bunlar sadece kayıtlara geçen olaylar. Tecavüz, adam kaçırma, işkence, darp, gasp gibi binlerce olay, mağdurlar şikâyet etmekten korktukları ya da ettikleri halde devlet güçlerince örtbas edildiği için kayıtlara geçememiştir. Üstelik 1990’dan önceki beş yılın bilançosu da belli değildir. Polisinden jandarmasına, savcısından hâkimine, kaymakamından valisine yekvücut olan devlet, korucuların işlediği suçlara göz yumuyor. Öldürülenler, işkenceye maruz bırakılanlar, korkutulup topraklarından sürülenler ve malları mülkleri yağmalananlar Kürtler olunca, suçlular cezalandırılmak şöyle dursun sırtları sıvazlanıyor.
Korucuların JİTEM talimatlarıyla gerçekleştirdiği katliamların bir bölümü, Ergenekon davası sürecinde açığa çıkmıştır. Bu dava kapsamında, bir Hizbullah itirafçısının beyanları üzerine geçtiğimiz Mart ayında Cizre’nin Kuştepe köyünde gerçekleştirilen kazılarda çok sayıda insan kemiği bulundu. Cizre Tank Taburunun karşısındaki bu köy, 1994’te DYP’den Cizre belediye başkanı seçilen korucubaşı Kamil Atak’ın köyüydü. İtirafçı, Atak’ın PKK’ye yardım ettiğini öne sürdüğü Kürtleri sorgulanmak üzere Hizbullah’a teslim ettiğini, Hizbullah’ın da bunları katledip gömdüğünü dile getirdi. Bütün bu olaylar, JİTEM’in korucuları ve Hizbullah’ı PKK’ye karşı bir katliam şebekesi olarak nasıl kullandığını tüm çıplaklığıyla göstermektedir.
İşbirlikçi Kürt aşiretleri, devletin asimilasyon politikasına direnen ve baş kaldıran Kürtlere ve PKK’ye karşı bir vurucu güç olarak kullanılmaktadır. Bu aşiretlerin liderleri, düzen partilerinden belediye başkanı, milletvekili seçilerek, dokunulmazlık zırhını kuşanıp bölgede terör estirmekte, yasadışı yollarla zenginliklerine zenginlik katmaktadırlar. Örneğin, Mardin’e bağlı bir köyden Almanya’ya göç etmek zorunda kalan bir grup köylü, geçtiğimiz aylarda yaptıkları açıklamada, AKP Mardin milletvekili Süleyman Çelebi’nin oğlu korucubaşı Mehmet Sait Çelebi’nin, kendilerine ait toprakları gasp ederek buralara korucuları yerleştirdiğini, bölgedeki köyleri zorla koruculaştırmaya çalıştığını, yaptıkları suç duyurularınınsa yanıtsız kaldığını dile getirdiler. Bu arada, son katliamın gerçekleştiği Zanqirt köyündeki korucular da Süleyman Çelebi’nin aşiretindendi.
Koruculuk sistemi derhal lağvedilmelidir
Genelkurmay başkanı İlker Başbuğ, 14 Nisanda Kara Harp Okulunda yaptığı konuşmada koruculara methiyeler düzdü. “Geçici ve gönüllü köy korucularının devlet yanında bu mücadelede yer alması, sorunun etnik bir çatışma olmadığının ve bölücü terör örgütünün bölge halkının desteğini sağlayamadığının da çok önemli bir göstergesidir” diyen Başbuğ konuşmasında şunları da dillendirdi: “Türkiye’de uzun süredir başarıyla uygulanan korucu sisteminin bir benzeri de, 2007 yılından itibaren ABD tarafından Irak’ta kullanılmaya başlamıştır. Bu sistemin kullanıldığı bölgelerde direniş ve askerî güçlere saldırı büyük ölçüde azalmıştır. ABD, Afganistan’da da Irak’ta uygulanan koruculuk sistemine benzer mahalli güvenlik birimi, ya da milis gücü kurmak istemiş ve buna ilişkin pilot programa Şubat 2009’da başlamıştır.”
İşbirlikçi Kürtlerden oluşturulmuş bir korucu ordusunun varlığını, ulusal mücadelenin bölge halkının desteğini sağlayamadığının delili sayacak kadar “entelektüel” olan Başbuğ, ABD’nin “Türkiye’nin uzun süredir başarıyla uyguladığı” koruculuk sistemini örnek alıp Irak ve Afganistan’da uygulamaya başlamasıyla övünüyordu. ABD’nin, Başbuğ’un çok övdüğü koruculuk sistemini, işgal altındaki Afganistan ve Irak’ta direnişi kırmak için uygulamaya koyması, daha fazla söze ihtiyaç bırakmıyor aslında.
İşgalci bir gücün, işgal ya da ilhak ettiği topraklardaki direnişi kırmak için başvurduğu bu yöntemi, Osmanlı devleti, 19. yüzyılın sonunda işbirlikçi Kürt aşiretlerinden oluşturduğu Hamidiye Alaylarıyla hayata geçirmişti. TC de çeyrek asırdır aynı yöntemi Kürt hareketini ezmek için kullanıyor. Hamidiye Alaylarını oluşturan Kürtlerin geldiği köy ve aşiretlerin bugünün korucu köy ve aşiretleriyle önemli ölçüde çakışması, bu devşirilmiş milis yönteminin yüzyıllara dayalı bir devlet politikası olduğunu da gösteriyor.
Demokrasiden, insan haklarından, din kardeşliğinden dem vuran ikiyüzlü AKP hükümeti de, Kürdü Kürde kırdırma politikasının bir aracı olarak bu sistemin devamı için elinden geleni yapıyor. İktidara geldikten bir süre sonra AB’ye ve Birleşmiş Milletler’e, koruculuğu kısa vadede kaldırmayı taahhüt eden AKP, bunu yapmak bir yana, 2008 yılında 10 bin yeni korucu kadrosu açmış, koruculara emeklilik ve sağlık güvencesi getirmiş ve korucu maaşlarını asgari 600 TL’ye çıkarmıştır. 18-55 yaş arasındaki bütün erkeklerin korucu olarak silahlandırıldığı ve maaşa bağlandığı kalabalık korucu aileleri için –bölge koşulları da dikkate alındığında– bu maaş çok büyük bir gelir kaynağıdır.
Bugün apoletli burjuva medya Zanqirt köyündeki katliamı töreye, aşiret yapısına vs. bağlama eğilimindedir. Oysa bu geri ilişkileri besleyen ve kendi çıkarı için kullanan bizzat TC devletidir. Statükocu devlet güçlerinin var olanı tüm geriliğiyle muhafaza etme eğilimine rağmen, 25 yıldır kitleselleşerek yükselen Kürt hareketi bölgedeki aşiret yapısına ciddi ölçüde darbe vurmuştur. Bundan en çok rahatsızlık duyanlardan biri, yüzyıllardır kendi yanına çektiği aşiret liderleri aracılığıyla Kürt halkını baskı altında tutmayı başarmış olan devletse, bir diğeri de Kürt köylüsünü iliğine dek sömüren ve bu yapının sürmesinden çıkarı olan aşiret liderleridir. Bugün devletin korucubaşı olarak devşirdikleri de önemli ölçüde bu unsurlardır.
Koruculuk, aşiretlerin egemen güçleri açısından maddi ve manevi gücünü arttırma aracı haline gelmiştir. Ancak korucu aşiretlerinin bütün fertleri zengin köylüler değildir. Bugün sayıları 70 bini aşan korucular aileleriyle birlikte 500 bine yakın bir kitleyi oluşturuyor. Dolayısıyla koruculuk yüz binlerce yoksul Kürt köylüsü için, bir yandan devletin zulmünden kaçınma aracı, öte yandansa önemli bir geçim kapısı olarak görülüyor. Bölgenin yoksul halkı için asgari ücretin bile bir nimet olduğunun bilincinde olan devlet, onları kendi halklarına karşı vurucu güç haline getirmek için her türlü istismar yoluna başvuruyor.
Egemen sınıf ve onun devleti, kendi bekasını sağlamak ve politikalarını hayata geçirmek için var olan çelişkilerden alabildiğine yararlanmaya çalışır. Kendi işbirlikçilerini yaratmak için çeşitli araçlara ve yöntemlere başvurur. Bu ulusal sorunun bastırılmasında da böyledir, sınıfsal sorunların bastırılmasında da. Kürt ulusal sorununun demokratik çözümünden öcü gibi korkan devlet, yıllardır bu sorunu baskı ve şiddet uygulayarak yok etmeye çalışıyor. Bunun için de, Kürtler arasındaki sınıfsal çelişki de dahil olmak üzere her türlü çelişkiyi kullanarak işbirlikçi bir Kürt kesimi yaratmaya çalışıyor. Koruculuk bunun en çarpıcı biçimidir. Burjuvazi nasıl işçi hareketini bastırmak için paramiliter faşist güçler örgütlüyorsa, Kürt ulusal mücadelesini bastırmak için de aynı yönteme başvuruyor. Grevleri kırmak, devrimci yükselişi baltalamak için bizzat sınıfın içinden grev kırıcılar, faşist unsurlar devşirip bunları mücadeleci işçi kitlelerinin üzerine salan egemen sınıf, Kürt hareketini yok edebilmek için de, kendi halkına ihanet eden bir bölük Kürdü korucu adı altında silahlı bir milis gücü olarak örgütleme yoluna gitmiştir. Zanqirt katliamının bir kez daha çarpıcı biçimde gösterdiği sonuç, devlet eliyle, kendi akrabalarını bile katletmekten çekinmeyen bir canavarlar sürüsünün yaratılmış olduğudur.
Kürt halkı yıllardır koruculuk sisteminin kaldırılmasını ve Kürt sorununa demokratik çözüm bulunmasını talep ediyor. Devletin, izlediği politikalarla, halkların bağrında sürekli kanayan bir yaraya dönüştürdüğü Kürt sorunu, Kürt halkını bastırarak, sindirerek, imha ederek çözülemez. Kürt halkının yaralarını sağaltacak ve halkların kardeşliğini pekiştirecek çözümün yolu, Kürt ulusuna kendi kaderini tayin hakkının tanınmasından geçiyor.
link: İlkay Meriç, Koruculuk Sistemi: Kürdü Kürde Kırdırmak, 1 Haziran 2009, https://marksist.net/node/2138
Mardin Katliamı ve Koruculuk Sistemi: Gerçekler Direngendir!
Bir Kez Daha 1 Mayıs Üzerine: Aynaya Yansıyanlar