Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra kapitalizmin yürüttüğü haçlı seferinin bir sonucu olarak, başka birçok kavram ve değer gibi anti-emperyalizm kavramı da gözden düşürülmüş ve adeta ağza alınması ayıplanır hale gelmişti. Sanki emperyalizm olgusu ortadan kalkmış, yerine başka bir dünya gelmişti! Barış ve refah dolu yeni bir dünya düzeni geliyordu! O kötü emperyalizm sözünü haklı kılacak bir gerçeklik yoktu! Yeni dönemin moda kavramları globalizm, küresel refah toplumu, yeni dünya düzeni gibi kavramlardı.
Şimdilerde ise anti-emperyalizm kavramının yeniden popüler hale gelmesi söz konusu. Aynen Marksizme ve sınıf mücadelesine özgü diğer konu ve kavramların benzer biçimde popüler hale gelmiş olması gibi. Emperyalizmin dünya yüzeyinde yarattığı acılar gitgide daha gözden saklanamaz hale geldikçe, nicedir unutturulmaya çalışılan emperyalizm kavramı da doğal olarak tekrar su yüzüne çıkmaya başladı. Afganistan’a, Irak’a saldırı ve işgaller, Filistin’e yönelik acımasız saldırı ve katliamlar, sayıları artık milyonlarla ölçülen ölümler, tarifi zor maddi ve manevi yıkımlar, bütün bunlar yaşanan vahşeti artık “örtmece” denilen türde kavramlarla saklanamayacak raddeye getirdi. Böylece anti-emperyalizm kavramının da yeniden canlanışı için elverişli bir ortam doğdu.
Ancak bu canlanmanın kavramın Marksist proleter devrimci içeriğine uygun doğrultuda bir canlanma olduğu söylenebilir mi? Bu soru yersiz bir soru değildir, zira anti-emperyalizm kavramı aynı zamanda işçi sınıfının devrimci mücadelesinin ruhuna aykırı biçimlere sokulabilen, çokça istismar edilen bir kavram. Acılarla dolu tarihsel deneyim bunu gösteriyor. Bu istismarın çeşitli yolları ve görünümleri var. Daha ziyade emperyalist ülkelerde görülen liberal demokrat “anti-emperyalizm”den tutun, Müslüman ağırlıklı ülkelerde son zamanlarda daha da güçlenen ve emperyalizmi “Yahudi-Hıristiyan Batı”nın eşanlamlısı olarak gören dinsel “anti-emperyalizm”e uzanan bir yelpazeden söz etmek mümkün.
Ama biz bu yanlış “anti-emperyalizm”lerin en yaygın görünümü olan ve Türkiye’de de başat olarak kendisini gösteren türü üzerine odaklanmanın daha önemli olduğunu düşünüyoruz. Bugün Türkiye’de anti-emperyalizm kavramı işçi sınıfının çıkarlarıyla hiç bağdaşmayan milliyetçi-devletçi eğilimlerin, sosyal-şovenizmin, Türk sömürgeciliği ve emperyalistleşme gayretlerinin örtüsü yapılmak isteniyor. Ve ne yazık ki sosyalist solun değişik kesimleri de, emperyalizm ve anti-emperyalizm konusundaki kafa karışıklıkları nedeniyle, değişik derecelerde olsa da, bu çizgi üzerinde işçi sınıfının çıkarlarıyla bağdaşmayan konumlar alabiliyorlar.
Geniş emekçi kitlelerin emperyalist güçlere karşı haklı tepkilerini ve bu temeldeki anti-emperyalist güdülerini doğru bir kanala yönlendirmek işçi sınıfı devrimcilerinin görevidir. Bu durumda anti-emperyalizm kavramı konusunda eğriyi doğruyu tekrar tekrar hatırlatmayı önemli buluyoruz.
Anti-emperyalizm
Anti-emperyalizm konusundaki kafa karışıklığı, konunun zor anlaşılır girift bir konu olması gibi bir durumdan kaynaklanmıyor. O nedenle biz burada meselenin özüne ilişkin kısa ve duru bir muhakeme ile yetineceğiz, derinlemesine bir emperyalizm tahlili yapmayacağız. Konunun kavramsal olarak net ve özlü biçimde açıklığa kavuşturulmasının mümkün olduğuna inanıyoruz (Bu konuda bkz: Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme, Tarih Bilinci Yay.)
Emperyalizm konusunda yaratılan başlıca bulanıklık, emperyalizmin belirli bir gelişme aşamasına gelmiş kapitalizmin ta kendisi olduğunun tüm sonuçlarıyla ve derinliğine kavranamamasıdır. Gerçekten de bu konudaki tüm kafa karışıklıklarının temelinde bu noktanın yeterli biçimde kavranamaması yatmaktadır. Kapitalizm ticari sermayenin belirgin olduğu merkantilizm aşamasından geçerek sanayi sermayesinin hâkim olduğu serbest rekabetçilik aşamasına ulaşmış, son olarak da tekelci mali sermayenin hâkim olduğu emperyalizm aşamasına varmıştır. Bu aşamalar arasındaki farklar ne olursa olsun karşımızda duran gerçeklik kapitalizmdir. Bunu ömrünün değişik aşamalarındaki bir insana benzetebiliriz. Sözgelimi gençlik, orta yaş ve ihtiyarlık gibi. İnsanların gençlikte, orta yaşta ve ihtiyarlıkta farklı özelliklere sahip olduklarını biliriz. Ama her durumda söz konusu olan insandır, bu değişmez.
Dolayısıyla son derece yalın bir mantıkla denebilir ki, emperyalizmden söz ettiğimizde kapitalizmden bahsediyoruz demektir ve emperyalizme karşı olmaktan anlaşılması gereken şey de özünde kapitalizme karşı olmaktır. Bu kimilerinin iddia edebileceği gibi bir vulgarizasyon değil aksine dupduru bir kavramsal çıkarımdır, bir netliktir.
Emperyalizm aşaması kapitalizmin kelimenin gerçek anlamında bir dünya sistemi olması yolunda ulaştığı muazzam ilerleme aşamasıdır. Çünkü geçmiş dönemden farklı olarak, sanayi ve banka sermayesinin kaynaşmasını ifade eden tekelci mali sermaye öne çıkmakta ve çok daha büyük esnekliğe ve hareket kabiliyetine sahip bu biçim altında sermaye dünyanın diğer bölgelerine ihraç edilmektedir. Geçmişte diğer bölgeler esasen birer hammadde ve pazar alanı iken, şimdi bunların yanı sıra ve daha önemli olarak sermaye ihracı alanıdırlar. Sermaye ihracı kapitalist üretim ilişkilerinin çok daha doğrudan ihracı anlamına gelmekte, dünyanın diğer bölgelerinin kapitalist üretim ilişkileri ağına çok daha derinden ve organik biçimde bağlanması sonucunu üretmektedir.
Emperyalizm kelimesinin kökeninde imparatorluk kavramı yatar. Bu kavram, en yalın anlatımla kendi bulunduğu yerden daha öteleri, geniş bölgeleri hâkimiyeti altına almayı anlatan bir kavramdır. Buradan hareketle diyebiliriz ki, emperyalizm tam da dünyaya mali sermayenin egemen olması anlamında mali sermayenin imparatorluğudur. Dolayısıyla meseleye bu güzergâhtan yaklaştığımızda da çıkan sonuç şudur: emperyalizme karşı olmak demek bir dünya sistemi olan ve artık bir mali sermaye imparatorluğu halini almış olan kapitalizme karşı olmak demektir.
Sermaye emperyalizm döneminde ulaştığı muazzam güçle tüm dünyayı bir ahtapot gibi sarmakta ve bu durum genel olarak gerici sonuçlar üretmektedir. Dünyanın hammadde, pazar ve yatırım alanlarına nüfuz etmek için azman tekeller arası kıran kırana bir rekabetle karakterize olan emperyalizm dönemi, insanlık için yarattığı yıkıcı sonuçlarla genel bir gericilik anlamına gelmektedir. Emperyalizm dönemindedir ki, emperyalist güçler arasında on milyonlarca emekçinin hayatına ve eşi benzeri görülmemiş yıkımlara mal olan iki büyük dünya savaşı yaşanmış, dünyanın değişik bölgelerine sayısız emperyalist saldırılar ve işgaller gerçekleştirilmiş, faşizm belâsı ortaya çıkmış, değişik görünümleriyle politik gericilik genel anlamda egemen hale gelmiştir.
Tüm bunlar mali sermayenin hâkim olduğu tekelci aşamadaki kapitalizmin, yani emperyalizmin kaçınılmaz sonuçlarıdır. Bu sonuçlardan filancasına ya da falancasına karşı çıkmak kişiyi anti-emperyalist yapmaya yetmez. Kapitalizmin ya da onun emperyalist aşamasının ürünü olduğu halde, kapitalizme ya da emperyalizme karşı olmadan savaşlara, faşizme, ırkçılığa, çevrenin tahribatına vs. karşı olmak teorik olarak mümkündür. Bunların hepsinin de bir sıfatı vardır: savaşa karşı olabilirsiniz ve o zaman savaş karşıtı olursunuz, diyelim anti-militarist olursunuz, pasifist olursunuz… Faşizme karşı olabilirsiniz ve o zaman anti-faşist olursunuz… Çevrenin, doğanın tahribine karşı çıkabilirsiniz ve o zaman çevreci olursunuz vb. Kimse sizden bu sıfatları otomatikman esirgeme hakkına sahip olamaz.
Ancak, emperyalizme karşı olup kapitalizme karşı olmamak gibi bir durum söz konusu olabilir mi?! Emperyalizm, bir faşizm gibi, ya da emperyalist savaşlar gibi, veyahut çevre tahribatı gibi kapitalizmin bir yan ürünü değil onun ta kendisidir. Yani özet bir ifadeyle anti-kapitalizmsiz bir anti-emperyalizm olamaz. Bu son derece net olmasına rağmen, kendine sosyalist diyen birçok çevrenin, anti-kapitalizm anlamını içermeyen bir anti-emperyalizm kavramını kullanabildiğini ve bu temelde hiç de anti-kapitalist olmayan unsurlara bol kepçeden anti-emperyalistlik payesi dağıtabildiğini görüyoruz.
Güncel örnek olması bakımından Chavez’i akla getirmek mümkün. Kapitalizme gerçekten karşı olmak gibi bir kaygısı olmayan Chavez, ABD emperyalizmine bolca atıp tuttuğu için ve zaman zaman şu ya da bu emperyalist gücün ya da şirketin çıkarlarına zıt yönde tasarruflarda bulunduğu için, solun geniş kesiminin gözünde anti-emperyalist payesini kazanabilmektedir. Türkiye’ye ilişkin bir örnek verecek olursak, daha vahim bir görüntü olarak, Kemalizmde ve TC ordusunda anti-emperyalizm görenlerin varlığını hatırlatabiliriz.
Milliyetçi çarpıtmanın tarihsel gelişimi
Verdiğimiz bu birkaç örneğin gösterdiği durum, başta da değindiğimiz milliyetçiliğe dayalı bir “anti-emperyalizme” işaret etmektedir. Peki, bu durum nereden kaynaklanmaktadır? Nasıl oluşmuştur?
Kapitalizmin geri ülkelere de girmesi ve buralarda şu ya da bu biçimde bir kapitalist gelişmeyi uyarması, kaçınılmaz olarak ulusal hareketlerin doğuşunu beraberinde getirdi. Emperyalizm aşamasından önceki dönemde kapitalist büyük güçler tarafından sömürgeleştirilmiş olan dünyanın bu bölgelerinde hem bir yerli burjuvazi gelişiyor hem de halklarda bir uyanış yaşanmaya başlıyordu. Bir yandan kapitalist gelişmenin doğal ve evrensel bir sonucu olarak, bir yandan da şimdi emperyalist güçler haline gelmiş eskinin sömürgeci güçlerinin artan sömürüsü ve baskıları nedeniyle, bu ülkelerde sömürgeci boyunduruktan kurtulmayı ve siyasal bağımsızlığı hedefleyen ulusal hareketler gelişti.
Bu ulusal hareketlerin önderlik ettiği mücadelelerin özü sömürgeciliğe karşıtlıktı, yoksa kapitalizme ya da onun yeni aşaması demek olan emperyalizme karşıtlık değil. Ancak bu ülkeleri yüzyıllardır sömürgeci bir esaret altında tutmakta olan Batılı büyük ülkeler artık emperyalizm aşamasına geçmişlerdi ve dolayısıyla mücadele de sonuç olarak bu emperyalist güçlere karşı veriliyordu. Bu bağlantı nedeniyle, aslında öz olarak sömürgeciliğe karşı verilen mücadele, kolay bir dil geçişiyle “emperyalizme karşı mücadele” şeklinde ifadeye kavuştu. Bunda emperyalizm kavramının, kadim bir kavram olarak imparatorluk kavramından geliyor oluşunun ve bu anlamda toprak yayılmacılığını ima ediyor oluşunun da kolaylaştırıcı rol oynadığını görebiliriz. Ama her ne olursa olsun bu büyük yanılgılara kapı açan son derece sakıncalı bir durumdu.
Dünyanın her yerinde sol hareket içinde var olagelen milliyetçi/ulusalcı eğilimler, bu yeni tarihsel evrede kendilerini devrimci bir ideolojik söylem içinde meşrulaştırmada yeni ve güçlü bir kılıf bulmuş oldular. Anti-emperyalizm deyince akan suların durduğu, gerçek siyasal ayrımların adeta görünmez hale geldiği bir tablo oluştu. Sömürge konumundan kurtulup kendi ulusal devletine kavuşmaktan başkaca derdi olmayan ulusal hareketlere anti-emperyalistlik payesi verildi. Birçok durumda bu hareketlerin kendilerini kızıl renklere boyamaları gerçeği göz ardı edildi. Halbuki Lenin daha en başta bu tehlikeye karşı uyarıda bulunmuş, ulusal hareketlerin kendilerini kızıl renklere boyama olasılığına karşı uyanık olunması gerektiğini hatırlatmıştı.
Rusya’da devrimci işçi iktidarının bir bürokratik karşı-devrimle içeriden yıkılıp, yerine “tek ülkede sosyalizm” adlı milliyetçi komünizm dogmasının baş tacı edildiği yeni bir sömürücü sınıf diktatörlüğünün kurulmasıyla, sol kılıklı milliyetçi eğilimler dünya ölçeğinde kendilerine çok daha güçlü bir dayanak noktası bulmuş oldular. Zaten Stalinizm bu eğilimi bir “teori” katına da yükselterek, anti-emperyalizm kavramına milliyetçi bir içerik yüklenmesini en üst düzeyden tescilledi. Böylece emperyalist ülkelerle şöyle ya da böyle çelişkiye düşen bütün ulusal hareketler anti-emperyalist hareketler olarak payelendirildi.
Zamanla bu eğilim daha da olgunlaştı ve eskinin sömürge ve yarı-sömürge ülkeleri ulusal bağımsızlıklarını kazanıp kendi kapitalist devletlerini kurduktan sonra da Stalinist solun gözünde “anti-emperyalist” olmaya devam ettiler. Emperyalist-kapitalist sistemin işleyişinin kapitalist ülkeler ve devletler arasında yarattığı eşitsizliğe boyundan büyük anlamlar yüklendi. O kadar ki, kendine sosyalist diyen nice akım, işçi sınıfının içeride kapitalist sömürüye ve egemen sınıfa karşı mücadelesini gerçekte tümüyle unutup, işçilerin “kendi” egemen sınıflarıyla birlikte “dışarıya” karşı mücadelesini ana eksen ve öncelik haline getirdi. Genel olarak söylenecek olursa, düşmanın ve her türlü kötülüğün kaynağı “dışarısı” oldu. Böyle olunca “kendi devletini”, “kendi vatanını”, “kendi yurdunu” “dışarıya” karşı korumak ve kollamak en yüksek, en önemli sorun halini aldı. Bunun, “dışarıyla” sorunu olan mülk sahibi sınıfların düşman olarak değil dost sınıflar olarak görülmesini getireceği de kendiliğinden açıktır. Kurt ile kuzunun sözde başka kurtlara karşı birlik ve dayanışması!
Böylece, geriden gelen ve rakipleri karşısında daha zayıf konumda olan sömürücü sınıfların derdi, sömürülen sınıfların da asıl derdi kılınmaya çalışıldı. Kafa böyle olunca giderek bir ülkedeki mülk sahibi sınıfların erdemleri, o ülkedeki rejimin erdemleri vs. de keşfedilmeye başlanır. Bir ulusal devlete kavuşmuş, hatta gitgide palazlanan kapitalist ülkeler bir türlü “mazlum”luktan çıkmaz olur. Adeta hep korunmaya muhtaç ve hiç büyümeyen bir çocukla karşı karşıyayızdır. Bu ülkelerin sömürücü egemen sınıflarının işçi sınıfına, diğer yoksul halk katmanlarına, komünistlere ve diğer ezilen halklara karşı işlediği bütün cürümler görmezden gelinmeye çalışılır, hoşgörüyle karşılanır. Türkiye gibi bölgesel güç konumuna gelmiş bir ülke bile emperyalizm karşısında özel ihtimama, kayırmaya ihtiyaç duyulan bir ülke gibi ele alınır. Bunu güçlendirmek için yurtseverlik vurgusu yapılır ve yurtseverlik üzerine bina edilmiş bir anti-emperyalizm söylemi hâkim kılınmaya çalışılır.
Milliyetçiliği meşrulaştırma yolları
Aslında bu mantığın gerçekten bir dibi yoktur. Öyle ki, Japonya gibi emperyalistliği şüphe götürmeyecek bir ülkede bile, komünist parti ve diğer birçok sol akım Japonya’nın “ABD emperyalizminin boyunduruğundan kurtarılmasını” ana hedef yapabilmekte ve bu nedenle işçi sınıfının henüz iktidarı almasının vaktinin gelmediğini savunabilmektedir. Japon emperyalizminin ABD emperyalizmiyle çıkar çatışması alanına ait sorunlar anti-emperyalizm kılığına sokulmaktadır. Aynı şey Fransız emperyalizmi için de geçerlidir. Fransız emperyalizminin diğer emperyalist güçlerle yaşadığı çıkar çatışmalarına anti-emperyalist bir hava vermenin, onu bu şekilde meşrulaştırmanın işçi sınıfının devrimci çıkarlarıyla bağdaşmayacağı apaçıkken, başta komünist parti olmak üzere Fransız solunun geniş kesimleri bu eğilimleri sergileyebilmektedir. Fransa’nın Cezayir’deki sömürgeciliğine karşı Fransız solunun sergilediği utanç verici tutumlar da bunun bir sonucudur. Bir kez siyaset bu olunca, bunu meşrulaştırmak için bin dereden su getirileceğini anlamak da zor değildir. Sözümona ilerici Fransız geleneklerine atıf yapmalar, sözümona laisizm savunuculuğuna sarılmalar arkadan geliverir. Fransa’daki okullarda göçmen Müslüman kızların başörtüsü giymesini yasaklamanın arkasında göçmen düşmanı ırkçı güdüler, İslamofobi gibi siyasetler yatmasına rağmen, sol adına kalkıp bunu laikliğin gereği gibi sunmaya gayret etmek ve savunuculuğunu yapmak aynı anlayışın ürünüdür.
Böylece sürekli tehlike ve tehditlerle karşı karşıya olan “vatanı” korumak, “ulusal çıkarları” korumak hep öncelikli görev olmuştur. Ama bu kurtlar sofrası kapitalist dünyada, kapitalist gruplar ve devletler arası çıkar çatışmalarının sonu asla gelmeyeceğine göre, bu kafada gidilirse proletaryanın kendi sınıf davasına sıranın hiç gelemeyeceği de açıktır. Nitekim yukarıda özet biçimde anlattığımız evrim süreci bunu göstermektedir. Bu süreç gele gele bugün Türkiye’de Ergenekoncu generallerin bile anti-emperyalizmle payelendirilmesine ve kimi sol çevrelerin de onların avukatı kesilmesine kadar varmıştır.
Ama Türkiye söz konusu olduğunda milliyetçi “anti-emperyalizm” anlayışı konusunda asıl yakıcı konu Kürt ulusal sorunudur. Kürt ulusunun kurtuluş mücadelesi, çeşitli biçimlerdeki Türk milliyetçiliğinin gerici yüzünü daha belirgin biçimde açığa çıkarmıştır. Aynen Cezayir ulusal kurtuluş mücadelesi sürecinde Fransız sol hareketinin milliyetçiliğinin, sosyal-şovenizminin teşhir olması gibi, Kürt hareketi de Türkiye’deki sol hareketin ezelden beri bünyesinde milliyetçi virüs taşıdığının açığa çıkmasına vesile olmuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki Kürt isyanlarında tarihsel TKP baskıcı totaliter Kemalist rejimle ağız birliği edip, bu isyanları “gericilikle” ve “emperyalizmin maşalığıyla” damgalayarak rejime desteğini sunmuştu. 80’lerin ilk yarısında başlayan “son Kürt isyanı”nda da solun geniş bir kesimi açısından durum özde değişmemiştir.
Çeşitli farklar olmakla beraber bu kesim genel olarak, ulusal sorunda işçi sınıfının devrimci programının kilit taşı olan kendi kaderini tayin hakkını ya ağzına almamakta ya da bu hakkı tanımakta tereddüt göstermekte ve kem küm etmektedir. Buna bahane olarak da “ülkenin bölünmesinin emperyalizmin çıkarına olacağı, onların oyununa gelinmiş olunacağı” argümanını ileri sürüyorlar. Her konuda Lenin’i pek sahiplenirmiş gibi yapan bu çevrelerin, bu konuda onun döne döne anlattığı hususları görmezden gelmeleri bilinçli bir seçimdir. Lenin’in ulusal sorunda en çok eleştirdiği yaklaşım, haklı gibi görünen çeşitli bahanelerle ezilen ulustan ayrılma hakkının esirgenmesidir. Lenin böyle yapanların en samimi devrimci niyetlerle hareket etseler bile şovenistler konumuna düşeceğini ve bu yolla ezilen ulusların emekçi sınıflarının güveninin kazanılamayacağını söylüyordu. O çok istenen birliğe giden yolun ancak gönüllülükten geçebileceğini, bu gönüllüğün ancak güven kazanmakla sağlanabileceğini, bunun testinin de ezilen ulusa ayrılma hakkının ikircimsiz biçimde tanınması için tutarlı biçimde ve fiilen mücadele etmek olduğunu ısrarla anlattı.
O yıllarda da ulusal kurtuluş mücadelelerine emperyalistlerin müdahil olabildikleri bahanesini ileri sürerek UKKTH’nin tanınmasına muhalefet edenler vardı. Lenin ta bugünlere seslenircesine bu hususu da değerlendirmiş ve çok net biçimde şunları söylemişti: “… bir emperyalist güce karşı ulusal kurtuluş mücadelesinden, bazı durumlarda bir başka «büyük» gücün aynı ölçüde emperyalist amaçları için yararlanması hali de, sosyal-demokratların ulusların kendi kaderini tayin hakkını reddetmelerine neden olmaz.” (Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yay., 1992, s.128-9) Böylece emperyalizme karşı çıkmak bahanesiyle sosyal şovenizme sapılmasının mazur görülemeyeceğini belirtmiş oluyordu.
* * *
Bugün Türkiye’de egemen sınıf içindeki iktidar mücadelesi siyasal gündeme damgasını vurmaktadır. Bu kapışma dünya ölçeğindeki emperyalist kapışmalarla da iç içe geçmiş çetrefilli bir süreçtir. İşçi sınıfının ve ona yol gösterme iddiasında olan sosyalistlerin bu gerici kapışmada taraf olmaları ya da taraflardan birinin değirmenine su taşıyıcı bir tutum içinde olmaları bir vahamet anlamına gelir. Ama bugün Türkiye solunda gitgide daha güçlenen ve belirginleşen bir eğilim, Kemalizme kerameti kendinden menkul bir ilericilik atfederek, bu kapışmada Kemalizmin bekçisi konumundaki güçlerle aynı hizaya geçmektedir.
Liberallere ve emperyalizme en kızgın oklarını yöneltip, Kemalizme ve darbeci planlara göz kırpmanın devrimci bir tutum olamayacağı açıktır. Anti-kapitalizmden, anti-emperyalizmden ve sosyalizmden dem vurup, burjuva demokrasisi ile otoriter rejimler arasındaki bazı hayati ayrımları silikleştiren ve sözde ilericilik, aydınlanmacılık ve anti-emperyalizm gibi cilalamalarla darbecilere gerdan kıran bir çizgi izlemek kendine Marksist diyenlerin işi olamaz.[*]
Anti-emperyalizm kavramını milliyetçiliğin cirit attığı bir çiftlik olmaktan kurtarmak için uyanık ve kararlı bir tutum içinde olmak gereklidir. Aksi takdirde geniş emekçi yığınların anti-emperyalist güdülerinin en gerici amaçlarla istismarı kaçınılmaz hale gelir. Günümüz dünyası emperyalizmin yol açtığı yıkımların gitgide artan insani faturası nedeniyle anti-emperyalist şiarların daha fazla yankı bulacağı bir yöne gidiyor. Bu durumda anti-emperyalist şiarların, şovenizmin, darbeciliğin, TC yayılmacılığının ve başka emperyalist güçlerin hizmetine sokulmasına karşı uyanıklığı arttırmak daha da önem kazanmaktadır.
[*] İşin aslı sol hareket içinde bu tür eğilimler hiç de yeni değildir. Marx’ların döneminde Lassalle, yürüttüğü ajitasyonda tüm oklarını liberal burjuvaziye yöneltip, iktidarı elinde tutan gerici Junker bloğunun (toprak sahipleri ve militarist devlet bürokrasisinin) rejimini temsil eden diktatör Bismarck’a destek sunuyordu. Marx ve Engels onun bu oportünist siyasetini acımasızca mahkûm etmişlerdi. Daha sonra Lassalle’ın Bismarck gibi bir diktatörle gizli görüşme ve pazarlıklar içinde olduğu da ortaya çıkmış ve Marx ve Engels’in tutumunun ne derece sağlam ve haklı olduğu daha iyi görülmüştü.
link: Levent Toprak, Anti-emperyalizm ve Sol, 2 Mayıs 2009, https://marksist.net/node/2123
G-20 Zirvesi ve Çatışan Emperyalist Çıkarlar
İstanbul’da “DTP’yi Değil Silahları Sustur” Mitingi