Bir grup liberal aydının, “1915’te Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldığı Büyük Felâket’e duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum” diyerek, internet üzerinden başlattıkları imza kampanyası, milliyetçi-ırkçı-devletçi kesimde büyük bir öfke kabarmasına yol açtı. Bir yıllık bir kampanya çerçevesinde imzaya açıldığı ifade edilen bu metin birkaç gün içerisinde binlerce insan tarafından imzalanınca, karşı taraf da aynı hızla lav silahlarını kuşandı. CHP’sinden MHP’sine, medyasından üniversitesine, Genelkurmayından sivil devlet bürokrasisine, kurulu düzen, tüm aygıtları ve yüce şahsiyetleriyle, bu ifadeler karşısında kin kusmakta gecikmedi.
Devletin resmi görüşlerine aykırı olarak yükseltilen en ufak sesin büyük bir tahammülsüzlükle karşılandığı bu hazımsızlık coğrafyasında, söz konusu kampanyaya gelen tepkiler aslında bildik ve beklendik tepkilerdir. Böylesi bir kültürün egemen olduğu bu topraklarda özür dilemek bir zayıflık belirtisi olarak addedildiği gibi, inkâr etmek her türlü sorundan kurtulmanın ve üste çıkmanın başlıca yolu olarak görülmektedir. Devletin tabu olarak kabul edip, tartışanı ve tartıştırmak isteyeni “vatan hainliğiyle” suçladığı, her türlü zor yoluyla susturmaya çalıştığı, bununla ilgili özel yasalar çıkardığı (meşhur 301. madde bunlardan sadece biridir) başlıca sorunlardan biriyse, bilindiği üzere Ermeni meselesidir.
1915-17 yılları arasında yüz binlerce Osmanlı Ermenisinin vahşi biçimde katledilmesi, Ermeni halkının tarihsel hafızasına “Büyük Felâket” olarak nakşedilmiştir. Bu felâketi inkâr ederek ona ortak olmaya devam eden TC egemenleri ise, yaşanan olguya adını koymayı bile aforoz edilme ve hapse tıkılıp ilelebet susturulma nedeni haline getirmişlerdir. Amaçlanan şey, Ermeni kırımını toplumsal bellekten iz kalmamacasına silmektir.
Liberal aydınların önayak oldukları kampanya, sorunu gündemde tutarak ve tartışılmasını sağlayarak bu hafıza silme operasyonunun karşısına dikildiği içindir ki, devletlûların ve devletçilerin öfkesi kabına sığmıyor. Devlet denen öfke aygıtının baş makinistlerinden Erdoğan, “herhalde onlar böyle bir soykırımı işlemiş olacaklar ki özür diliyorlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin böyle bir sorunu yok. … Ben bu yazar çizerlerimizi de anlamakta doğrusu zorlanıyorum. … [bu] ortalığı karıştırmak, huzurumuzu kaçırmaktan başka bir işe yaramaz” derken, onun ak dediğine kara demeyi görev bilen Baykal da bu konuda Erdoğan’la kutsal ittifak halindedir:
“Türkiye’yi kendisini suçlu hissetmesini sağlamaya yönelik bir büyük uluslararası çabanın sistematik olarak yürütülmekte olduğunu görüyoruz. Hedeflerine ulaşabilmek için kampanyayı bilinçli bir şekilde birileri götürüyor olabilir. Yüzyıl önceki olaylar dolayısıyla Türkiye’de bir suçluluk duygusu yaratılmak isteniyor.”
Parti içinden yükselen ırkçı tepkilerin yanında Baykal’ınkinin masumane kalması ise, CHP’nin faşizme yelken açışta nasıl bir merhale kat ettiğini bir kez daha kanıtlar niteliktedir. Cumhurbaşkanlığı sitesinden yapılan bir basın açıklamasında, “Abdullah Gül’ün konuya ilişkin Türk tezlerini her ortamda açıkça dile getirdiği ve kuvvetle savunduğu” ifade edilmesine rağmen, metnin devamındaki şu sözler CHP’nin kafatasçı vekillerinden Canan Arıtman’ın hışmına uğramıştır:
“Sayın Cumhurbaşkanımız, devletin ve hükümetin veya tek tek vatandaşların görüşleri mahfuz kalmak üzere, bu konunun Türk kamuoyunda ve akademik çevrelerde en geniş ve özgür biçimde tartışılmakta olmasını ise, Türkiye’de diğer birçok ülkeden daha ileri ve özgür bir demokratik tartışma ortamının mevcudiyetinin, Türk halkının tarihiyle barışıklığının ve kendine duyduğu özgüvenin bir göstergesi olarak görmektedirler.”
Bu ifadeleri kampanyaya destek olarak yorumlayacak kadar zıvanadan çıkmış olan Arıtman, açık açık, cumhurbaşkanının ana tarafından Ermeni olduğu için bu kampanyayı desteklediğini söylerken, buna yanıtta vakit yitirmeyen Gül, Ermeni olmayıp has be has Türk-Müslüman olduğunu ispata girişmiştir.
Konuya ilişkin Genelkurmay “değerlendirmesi” de beklenildiği üzere gecikmemiştir. Genelkurmay Başkanlığı Karargâhındaki haftalık “basın bilgilendirme” toplantısında, Genelkurmay’ı doğrudan ilgilendiren JİTEM konusundaki sorular cevapsız bırakılırken, tümüyle sivil bir inisiyatif olarak başlatılan “özür dileme” kampanyasına dair sorular hiç sektirmeden yanıtlanmıştır: “…yapılanları kesinlikle doğru bulmuyoruz. Özür dileme yanlış olduğu kadar zarar verici sonuçlar da doğurabilecek bir davranıştır.”
Ve “ilim irfan yuvası” güzide üniversitelerimiz! Kampanyayı düzenleyenleri “tarihi verilerden uzaklaşarak çözüm olanaklarını güçleştirmek ve kışkırtıcı bir yaklaşımla toplumda huzursuzluk çıkarmak”la, “art niyetli”likle, “başka amaçlara sahip olmak”la suçlayan İstanbul Üniversitesi Senatosunu tez zamanda diğerleri takip etmiştir. Sakarya Üniversitesi, “İşgalci olan Ermenilerdir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türklerin Ermenilerden özür dilemesini gerektirecek ne hukuki ne de tarihi hiçbir gerekçe yoktur” diyerek konuya “son derece bilimsel” yaklaşırken, Erzurum Atatürk Üniversitesinden bu bilimsel açılıma derhal destek gelmiştir: “Üniversitemizin tarihçi bilim adamları, bugüne kadar Türk-Ermeni ilişkileri üzerine gerçekleştirdiği bilimsel çalışmalarla 1914-1919 yılları arasında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da asıl katliama uğrayanların Müslüman Türkler olduğunu bilimsel verilere ve toplu mezar kazı çalışmaları sonucunda elde ettikleri bulgulara dayanarak ispatlamışlardır.”
Atatürk Üniversitesinin “muhterem bilim adamları”, “asıl katliama uğrayanların Müslüman Türkler olduğunu” bilimsel verilerle ispat ettiklerini sayıklayadursunlar, İttihat-Terakki kadroları tarafından planlı bir şekilde örgütlenen Ermeni kıyımında yüz binlerce insanın katledildiğini gerek Osmanlı gerekse Cumhuriyet dönemine ait çok sayıda resmi belge açıkça doğrulamaktadır. 800 binden fazla Ermeninin yaşamını yitirmesine yol açan bu kırım, “Osmanlı devlet kadroları arasında Türkçülük ideolojisinin güçlenmeye başladığı ve buna bir süre sonra ‘devleti kurtarma’ misyonunun da eklendiği bir dönemde gerçekleşmiştir. İttihat ve Terakki kadrolarının Anadolu’yu düşman bellenen gayri Müslim unsurlardan temizleme ve Müslümanlık ve Türklük temelinde bir birlik sağlama fikri, ilerleyen süreçte Osmanlı yönetici elitinin egemen anlayışı haline gelmiştir. Eklemek gerekir ki, bu anlayış, TC’nin kuruluşu sürecinde ve sonraki dönemde de devlet kurucu kadrolar arasında etkisini sürdürmüştür. Nitekim Rum ve Ermeni unsurların el konulan malları, arazileri, servetleri 50’li yıllara kadar uzanan süreçte pek çok Müslüman-Türk toprak sahibini ve tüccarı daha da zengin kılmış ve yeni oluşmaya başlayan Türk burjuvazisinin ihtiyaç duyduğu sermaye birikiminin sağlanmasında önemli bir rol oynamıştır.”[1]
Bütün bu hakikat aslında devletin en yetkili ağızlarınca da itiraf edilmektedir. Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün geçtiğimiz Kasım ayında Brüksel’de yaptığı “ırkçılığı savunma” konuşması bunun son örneğidir. İzmir Valiliği yaptığı dönemde İzmir Ticaret Odasının kurucuları arasında “bir tek Müslümanın olmadığını, tamamının Levantenlerden oluştuğunu” gördüğünü büyük bir üzüntüyle dile getiren Gönül, “Atatürk’ün cumhuriyetin kuruluşunda ulus-devlet yanında önem verdiği bir diğer konu da milli ekonomi politikasıdır” diyordu. “Anadolu Ermenilerden ve Rumlardan arındırılmasaydı ulus-devlet kurulamazdı” mealindeki sözleri ise, yüz binlerce gayri Müslimin fiziksel imhasına kadar varan bu etnik temizlik faaliyetinin ne denli organize ve bilinçli bir eylem olduğunun itirafı niteliğindeydi:
“Bugün eğer Ege’de Rumlar devam etseydi ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba aynı milli devlet olabilir miydi? … mübadelenin ne kadar önemli olduğunu size hangi kelimelerle anlatsam bilmiyorum … Bugün dahi Güneydoğu’da verilen mücadelede bu ‘nation building’de kendilerini mağdur sayanların katkısını, özellikle tehcir sebebiyle mağdur sayanların katkısını reddedemeyiz. O halde (Türkiye’nin) gerçekten çağdaş, medeni ve aydınlanmış insanların ülkesi olabilmesinde Cumhuriyet’in başlangıcındaki prensipler çok önemliydi.”
Bu “prensipler”le yetişmiş “çağdaş, medeni ve aydınlanmış insanların”, “özür diliyorum” kampanyasına yükselttikleri tepkiler, gerçekten de nasıl bir ülkede yaşadığımızı hazin bir şekilde ortaya koymaktadır.
Binlerce yıldır yaşadıkları topraklarda özgürlük isteyen kadim halkların katlini, “hainler bizi arkadan vurdular, düşmana sattılar, devleti yıkmaya çalıştılar” diyerek vacip bulanlar, aslında Ermenilere yaşatılan felâket gerçeğinin bal gibi farkında olmanın ve bundan kaçamamanın hezeyanı içindedirler. Çırpınış halindeki şovenistler gayet iyi bilmektedirler ki, Ermeni kırımını inkâr çabaları her seferinde tarihsel gerçeklik duvarına toslayarak tuzla buz olmaya mahkûmdur.
Soldan gelen tepkiler
Kampanyaya gelen öfkeli tepkiler ırkçı-faşist cenahla sınırlı değildir elbette. Kanbersiz düğün olmaz misali, milliyetçi sosyalistlerimiz de derhal kendilerini bu cepheye yedekleyivermişlerdir:
“Hayatında yalnızca solla kavga etmeyi becermiş insanların tarihin en acılı dönemlerinden birine el atmış olmaları hem Ermeniler hem de Türkler ve Kürtler için bir büyük talihsizliktir. Bu halkları birbirinden ayrı düşüren dinamikleri kavramayanlar, bu dinamiklerin hala canlı olduğunu ve halkların arasında büyütülen düşmanlığı canlı tutmak için yapılanları görmeyenler, tarihle yüzleşmeye çalışarak halklara yalnızca kötülük yapıyorlar. Çünkü kavramaları ve görmeleri olanaksızdır. (…) Avrupa Birliği’ni bir büyük medeniyet projesi olarak görenler, emperyalist planlardan ikbal bekleyenler halkların nasıl düşman olduklarını kavrayabilir mi? Nedir özür dileyenlerin Ermeni, Türk ve Kürtler için gelecek projesi? (…) Yakın gelecekte Türklerle Kürtler arasında yüzyılın başındakine benzer olayların yaşanmayacağının garantisini kimse veremez… Peki, Avrupa hayaliyle ve onların yönlendirmesiyle buna çanak tutanlar yüzyıl sonra bu defa kimden özür dileyecektir?” (Özgür Şen, Özür Değil Mücadele Borcu, haber.sol.org.tr/yazarlar/7503.html)
TKP’nin bu kalemi, yazısını, pek değerli cumhuriyetlerine laf uzatan liberallere kin kusarak bitirirken, “komünistliğine” halel getirmemek için şu satırlara sığınıyor: “Evet, Ermeni halkına yaşadığı büyük acıdan dolayı bir borcumuz var. Ama bu borç bir özür borcu değil, mücadele borcu.”
Ermeni kırımına, bu kırımı organize edenlere ve ediliş nedenlerine ilişkin tek kelam etmeksizin, liberalleri “tarihle yüzleşmeye çalışarak halklara kötülük yapmak”la, dış mihrakların ülkeyi bölme oyunlarının parçası olmakla, hatta halklar arasındaki sorunu yaratmakla suçlayan bu “komünist”e, sendika.org sayfalarından bir “sosyalist” de eşlik ediyor.
Söylenenlerden görüleceği üzere, TKP gibi Halkevleri’nin sözcüsü pozisyonundaki sendika.org’u da, söz konusu kampanyaya ve bu vesileyle Ermenilere karşı yükseltilen dizginsiz faşist tepkiler rahatsız etmiyor. Aksine, her iki grubu da, liberal aydınların başlattığı ve on binlerin imzacı olarak katıldığı girişim çileden çıkarıyor.
“Özür Dilemiyorsun O Halde Faşistsin” başlıklı yazısında Fatih Yaşlı, kampanyayı örgütleyen liberal aydınları emperyalist projelerin sözcüsü olmakla suçluyor. “İstedikleri kadar bireysel olduğunu, istedikleri kadar bir vicdan meselesi olduğunu söylesinler, son düzenledikleri kampanya da bu isimlerin bu ülkeye dair politik projelerinden ve söylemlerinden bağımsız değil” diyen Yaşlı şöyle devam ediyor:
“Liberal-muhafazakâr ittifak, Türkiye’nin ABD-AB eksenine daha sıkı bir şekilde eklemlenmesi projesi ile Türkiye Ermenistan ilişkilerinin düzeltilmesinin birbirinden ayrılmaz bir niteliği olduğunu bildiğinden emperyalist merkezlerde geliştirilen stratejilere uygun bir şekilde hareket etmekte ve hamlelerini de ona göre belirlemektedir. Bir an için politik konjonktürden bağımsız ve sahiden de vicdani bir girişimle karşı karşıya olduğumuzu düşünelim ve “bu kampanyanın Türkiye ve Ermenistan halklarının kardeşleşmesine hizmet etmesi söz konusu olabilir mi” diye soralım. Hızla yoksullaşmakta olan ve başına gelenleri tam olarak idrak edemeyen bir ülkenin kıstırılmışlık hissiyle yaşayan insanlarının, kendilerine yapılan ‘özür dileyin’ çağrısını da bu kıstırılmışlık hissinden bağımsız bir şekilde algılamasını bekleyebilir miyiz? Böylesi buyurgan bir tutumun, bir refleks olarak beraberinde kesin bir reddedişi getireceğini, kurulma ihtimali olan bütün bir empatiyi ortadan kaldıracağını görmemek için kör olmak gerekmez mi? Kampanyanın yaptığı tam da budur zaten, alınan ortalama toplumsal tavır ise ‘asıl onlar bizden özür dilesin’ şeklindedir. (…) Dolayısıyla bu kampanya hem Türkiye toplumunun 1915’i konuşmasını, hem de Türkiye ve Ermenistan halkları arasında oluşabilecek bir diyalogu kısa vadede imkânsız kılmış durumdadır.”
Dün cumhuriyet mitinglerinden yükselen Kürt düşmanlığına gözlerini kapayıp bu mitingleri dolduran şoven kalabalığa gözlerini dikenler, görüldüğü gibi bugün, “asıl onlar bizden özür dilesin” aymazlığı içinde bulunan Ermeni düşmanlarının ırkçı tepkilerini “kıstırılmışlık içindeki halkımızın” olağan refleksleri diyerek meşrulaştırmaktadırlar. Kuşkusuz bu meşru ve mazur gösterme çabasının altında son derece bilinçli bir oportünizm yatmaktadır. Zira sosyal şoven TKP’nin de, onun hempası Halkevleri’nin de hedef kitlesi, uzun zamandır, statükocu kesimin “kıstırılmışlık” psikolojisi içine sokarak seferber etmeye çalıştığı milliyetçi küçük-burjuvazidir.
Sosyal şovenler, milliyetçilikle gözü köreltilmiş kitlelere, yetmezmiş gibi biraz da “soldan” milliyetçilik aşılıyorlar. Bunlarla aralarına çektikleri ayrım çizgisini kalınlaştırmak zorunda olan proleter devrimcilerin görevi, işçi sınıfını sağlı sollu enjekte edilen milliyetçilik zehrinden arındırmaktır. Unutulmamalı ki, milliyetçilik zehri, burjuvazinin halklar arasına diktiği duvarın yapıtaşıdır. Bu zehrin tek panzehiriyse enternasyonalizmdir:
“Ermeni halkının tarihsel acısını paylaşmanın ve teskin etmenin tek yolu buradan geçiyor. Türkiye işçi sınıfı Ermeni halkına karşı işlenen büyük suçun sorumlusu olarak geçmişin ve bugünün Türk egemen sınıfını acımasızca mahkûm etmeli ve emekçi Ermeni halkına enternasyonalist kardeşlik elini uzatmalıdır. En iyi teselli işçi sınıfının kendi devrimci iktidarını kurarak ellerinden masum kanı damlayan bu sınıfı tarihin çöplüğüne göndermesi ve halklar arasında sovyetik esaslara dayalı bir işçi federasyonunun oluşturulmasıdır.”[2]
link: İlkay Meriç, Huzur Bozan Özürcüler, 1 Ocak 2009, https://marksist.net/node/1981
Yunanistan’daki İsyanın Gösterdiği