Türban muharebelerinin ve ardından sınır ötesine taşırılan Kürt halkına yönelik savaşın tozu dumanı altında bir parça silikleşse de, Ergenekon operasyonu es geçilmemesi gereken bir konu oluşturuyor. İşin aslı, türban kapışması da, Kürtlere yönelik savaş da, Ergenekon operasyonu da birbirinden kopuk gelişmeler değildir. Bunlar ve bir dizi diğer gelişme Türkiye’de siyasal güçler dengesi ve siyasal sürecin gidişatı hakkında ipuçları vermektedir.
Ergenekon operasyonuna ilişkin olarak dışarıya yansıyan bilgilere bakıldığında, bunun Susurluk’tan bu yana yaşananların sıradan bir tekrarı mahiyetinde olmadığı anlaşılmaktadır. Geride daha büyükbaşların olduğuna şüphe yoksa da, şimdiye kadar her nasılsa kimsenin dokunamadığı Veli Küçük’ün (varlığı inkâr edilen katliam örgütü JİTEM’in kurucularından) tutuklanması ve hemen arka kapıdan salıverilmemesi, soruşturma ve iddianamenin kapsamı (başbakana suikast hazırlığı dahil, “anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmek” vb.), ifşa edilen bilgilerin niteliği, operasyonun uzun planlama ve hazırlıkların ürünü olduğunun açık olması gibi ilk elden bir dizi sinyal bunu gösteriyor.
Tabii Ergenekon operasyonunun benzerlerine oranla farklı görünmesi, bu tür kontra örgütlenmelerin genel olarak temizlenmekte olduğu anlamına gelmiyor. Hatta bu son operasyonun, Avrupa’da yaşanan Gladio temizliği düzeyinde bir temizlik bile olmadığı da çok açıktır. Farklılık yalnızca, Susurluk’tan bu yana yaşanan süreçte en kapsamlı safra temizliğinin yürütülüyor olmasındadır.
Bugün ortaya çıkarılan ve tasfiye edilmekte olduğu anlaşılan yapılanma, kontrgerilla aygıtının, ipliği pazara çıkmış ve genelde devlet aygıtının toplum gözündeki meşruiyetini zaafa uğratıcı bir hal almış sınırlı bir bölümünü oluşturmaktadır. Yoksa devletin dört bir yana kök salmış karşı-devrimci gizli/yasadışı faaliyet ve örgütlenmesi yerli yerinde durmaktadır. Bizim açımızdan Ergenekon operasyonunun önemi, gelinen noktada düzen cephesinin gidişatına ve egemenler arası çatışmaya ışık tutmasındandır.
Nasıl ve nereye kadar?
Burada sorulması gereken soru, daha önceki hükümetlerin yapmaya yeltenmediği ve yapamadığı şeye, mevcut hükümetin nasıl olup da teşebbüs ettiğidir. Bu girişimin, hükümetin yüksek demokratik ideallerinden kaynaklanmadığının sözünü etmeye şüphesiz gerek yoktur. Çok açık ki, hükümeti harekete geçiren dolaysız sebep, bu örgütlenmenin alenen hükümeti de tehdit etmesidir. Suikastlar, kanlı provokasyonlar, istikrarsızlaştırma planları, darbe vs., bunların hepsi AKP hükümetini bir şekilde iktidardan uzaklaştırmayı amaçlayan girişimlerdir. Yani hükümet açısından bir hayat memat meselesi söz konusudur ve onun can havliyle bu tür girişimlerde bulunması gayet anlaşılır bir şeydir.
Hatırlanacağı gibi AKP 2002 sonlarında hükümete geldikten sonra, önce 2003 yılı içinde, olmayınca 2004 yılında ona karşı bir darbe planlandığı, ama gerçekleştirilemediği açığa çıkmıştı. Bu planlar boşa çıkınca, darbeci Kemalist statüko güçleri toplum içinde propaganda ve örgütlenme gayretlerine özellikle ağırlık vermiş ve gerçekleştirdikleri kanlı provokasyonlar ve yarattıkları provokatif gündem maddeleri üzerinden, mitingler eşliğinde AKP’yi erken seçime zorlamışlardı. Bu seçimden, en azından AKP’siz bir hükümetin oluşturulabileceği bir sonuç ummuşlar, ama bilindiği gibi sükûtu hayale uğramışlardı. Ancak, AKP’nin 22 Temmuz seçimlerini yıpranmak bir yana gücünü arttırarak kazanması üzerine, bu güçlerin en ısrarlı unsurları süreci yeniden bir darbe için zemin hazırlama yoluna sokmak üzere çabalarına hız vermeye koyuldular. Ergenekon operasyonu bağlamında ortaya çıkan bulgular, bu yapılanmanın 2008 yılı boyunca, Orhan Pamuk’a ve başbakana suikast da dahil olmak üzere kanlı provokasyonlarla kaos yaratarak, 2009’da gerçekleştirilebilecek bir darbe için yol döşemek üzere hazırlıklar yaptıklarını ortaya koymaktadır.
Ancak, hükümetin açık hedef durumunda olduğunu ortaya koyan bu olgular, sadece hükümetin operasyonu hangi dürtüyle yaptığı konusunda bir fikir verir. Böylesi bir operasyonu tek başına mümkün kılmaz. İşin doğrusu daha önceki hükümetler de şu ya da bu biçimde benzer tehditlere maruz kaldılar, ama bir şey yapamadılar ve sonuçta koltuklarını terk etmek zorunda kaldılar. Dolayısıyla, asıl önemli husus, Veli Küçük’e kadar uzanan bir safra temizliğini mümkün kılan şartlardır ve esas olarak da bunlara odaklanmak gerekir.
Hükümet, özellikle Şemdinli sonrasından itibaren bazı önemli tavizler verse de, bu sayede ordunun üst kademesiyle belli bir uzlaşmaya vararak konumunu muhafaza etmeyi başardı. Bu uzlaşmanın, esas olarak hükümetin Kürt sorununda geleneksel militarist devlet çizgisine daha fazla uyarlanmasına dayandığı açıktır. Ancak söz konusu uzlaşmanın başka ne gibi hususları içerdiği, ne ölçüde kalıcı olduğu henüz yeteri kadar net değildir. AKP ve ordu bağlamında net olan bir husus, gelinen noktada bunların, nakavt sevdasından vazgeçip, maçı sayıyla bitirme konusunda anlaşan boksörler gibi davrandıklarıdır. Maç bitmiş değildir. Nakavt çabasından vazgeçilmişse de, mutabakatın çerçevesi dahilinde yumruklaşma ve rakibi güçsüz düşürme çabası devam etmektedir.
Burada altı çizilmesi gereken nokta, hükümetten tavizler koparıp, onu hassas Kürt sorununda kendi zeminine daha fazla çekmiş olsa da, ordunun şu ana kadarki süreçten genelde yıpranmış olarak çıkmış olmasıdır. 22 Temmuz seçimleri öncesindeki muhtıra ve müdahaleler geri tepmiş ve ordu itibar yitimine uğramıştır. Bunun farkında olan generaller uzunca bir süredir düşük profilli bir duruş içindedirler. Diğer taraftan AKP’nin, Kürt kitleleri ulusal hareketten uzak tutmada eldeki tek ciddi araç durumuna gelmiş olması da ordu tarafından hesaba katılmaktadır. Bilindiği gibi diğer tüm burjuva partiler militarizmin borazanlığına soyunan tutumlarıyla Kürt kitleleri daha fazla aldatma ve onları cezbetme şanslarını yitirmiş durumdadırlar. Sonuçta ordu gelinen noktada AKP’nin bu potansiyel işlevini de tanımak zorunda kalmıştır. Böylece Kürt halkının demokratik taleplerini savuşturmak için kendileri açısından “verimli” bir işbirliği alanı doğmuştur. AKP ve ordu önümüzdeki yerel seçimleri, kurdukları şer ittifakının önemli bir test alanı olarak görmekte ve buna göre hazırlanmaktadır.
Türkiye’de devlet tarafından esas olarak işçi sınıfına, devrimcilere karşı oluşturulmuş karşı-devrimci gizli örgütlenmeler, devletin hemen her yanına dal budak salmış çok yaygın ve köklü bir örgütlenmedir. Dolayısıyla, kendisine yönelik bir tehdit haline geldiğinde bile, bu aygıta ya da onun belirli kollarına karşı bir hükümetin harekete geçmesi genel olarak zordur. Bunun için herhangi bir hükümetin her şeyden önce halk desteğine sahip nispeten güçlü bir hükümet olması gereklidir, ki halihazırda AKP bu şartı sağlamaktadır. Geniş halk yığınları AKP’yi mevcut partiler içinde kötünün iyisi olarak sahiplenmektedirler. Diğer taraftan AKP kendi kontrolünde ya da kendisine bağlı yaygın, güçlü bir medya ağına sahiptir. Statüko güçleriyle kapışmasında net biçimde kendi safında yer alan böyle bir medyaya sahip olması onun gücünün önemli bir ayağını oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra, bu işler için hayati önem taşıyan bir başka alanda, polis aygıtında da, AKP’nin kontrolü geçmiş hükümetlere göre daha fazladır. Devletin silahlı aygıtlarının en azından bir bölümünü kontrol edemedikçe bu alanda adım atmanın olanaksız olduğu açıktır.
Yine de AKP’nin tüm gücüne rağmen bu işi ordunun onayı olmadan yaptığı düşünülemez. İşin tam doğrusunu ifade etmek gerekirse, AKP, tam da gücü sayesinde, ordunun bu kontrgerilla yapılanmasına yönelik sınırlı bir operasyonu kabullenmesini sağlayabilmiştir. Bunda ordunun genelde yıpranmış olmasının ve bu yıpranmada tam da çete tipi kontra örgütlenme ve faaliyetlerin önemli bir yer tutmasının elbette büyük payı vardır. Böylesi bir temizlik uzun vadede ordunun da işine gelmekte, onun imajını tazelemesine yardımcı olmaktadır. Ancak yine de genelkurmay başkanı her ihtimale karşı operasyonun sınırlı tutulması gerektiğine dair mesajını, hem de hiç ilgisiz bir vesileyle (Makedonya savunma bakanının ziyareti!), vermekte duraksamamıştır. “TSK suç örgütü değildir” diyerek genelde işin fazla uzun boylu tutulmaması, medyada fazla öne çıkarılmaması ve özelde de aktif görevdeki unsurlara taşırılmaması gerektiği mesajını vermiştir. Böylece bu alanda da AKP ile ordu arasında bir uzlaşma sağlanmış olduğunu söylemek mümkündür.
Hükümetin temel sorunu, kendisini hedef alan bu tür yapılanmaların faaliyetlerini sona erdirmek ya da zararsız düzeye indirmektir. Kendi konumunu sarsıcı nitelikte olmadığı sürece, kontra faaliyet ve örgütlenmelerle burjuva hükümetlerin herhangi bir sorununun olamayacağı açıktır ve bu AKP hükümeti için de fazlasıyla geçerlidir. Bu tür karşı-devrimci melanet yuvası yapılanmaların asıl hedefi olan devrimciler, işçi sınıfı ve Kürt halkı söz konusu olduğunda ise, bıraktık kovuşturmayı, bunların haber konusu bile olması tesadüflere bağlı olmaktadır. Hükümet devlet aygıtı içinde hâlâ legal görevlerini sürdüren Ergenekon tipi örgütlenmelerin unsurlarına pek dokunmamakta, asıl olarak sivil, emekli, mafyöz unsurlara odaklanmaktadır. Bu arada hükümetin özellikle polis aygıtına toz kondurmadığı çok açıktır. Söz gelimi Hrant Dink cinayetinde parmağı olduğu açık olan polis görevlileri konusunda geleneksel devlet tutumundan farklı bir tutum sergilenmemektedir. Bu ve benzeri davalarda hukuki sürecin ilerleyişini tıkayan tek unsurun genelde AKP’ye karşıt bir duruşu olan yargı aygıtı olmadığı kesindir. Bu şartlar altında doğabilecek sonuçların, Susurluk’tan bu yana olanların belki en ilerisi olsa da, yükseklere çıkamayacağı besbellidir.
Medyadan yansıyanlar
Geniş emekçi yığınların bilincinin çarpıtılması işini de şüphesiz medya yürütüyor. Bu bakımdan medyanın meseleye yaklaşımında öne çıkan yönleri deşifre etmek kaçınılmaz. Öncelikle AKP denetimindeki ya da onu destekleyen medyanın tutumu ile AKP’ye tavır alan cephenin tutumunun birbirinin zıddı olduğunu tespit edelim. AKP karşıtı medya (Doğan grubu, Cumhuriyet vb.) neredeyse tümüyle türban sorununa odaklanarak Ergenekon’u es geçmeyi tercih ederken, hükümet yanlısı medya da meseleyi esasen hükümeti hedef alan ve laiklik eksenli bir darbe girişimi ve cunta örgütlenmesi çerçevesinde işlemekte. Sanki bu tür karşı-devrimci kontra yapılanmaların tek işi ya da asıl işi bu imiş gibi. Böylece bu örgütlenmelerin varoluş sebebinin ve asıl hedefinin devrimciler, işçi sınıfı ve ezilen halklar olduğu gerçekliğinin üzeri örtülmektedir. Bu bağlamda, Türkiye somutunda, bu kanlı aygıtın son çeyrek yüzyıllık asıl yoğunluk alanının Kürt ulusal hareketi ve devrimci hareket olduğunu ısrarla vurgulamak ve bu noktanın gözden kaçırılmasına fırsat vermemek gerekiyor.
AKP karşıtı medyaya gelince. Türbanın burada bir örtü olarak kullanıldığını söyledik. Susurluk günleri ve sonrasında bu meselelerin üzerine gidiyormuş havası vermeye çalışan bu medyanın, şimdiki operasyonu pek kurcalamayan tutumu manidardır. Bunlar meselenin fazla büyütülmemesi ve halkta gereğinden fazla duyarlılık yaratılarak, olması gerekenin ötesinde bir teşhire mahal vermeme gayretindedirler. Ordunun ve Kemalistlerin fazla yıpratılmaması gerekmektedir. Cumhuriyet gazetesinin bu konudaki tutumu son derece çarpıcıdır. Gazeteye atılan el bombaları sonrasında bu olayı bahane ederek ortalığı velveleye veren Cumhuriyet, olay sonrasında nedense bu işin peşini pek sürmemiştir. Şimdilerde ise, bu işi yapanların Ergenekon adıyla ifşa edilen karanlık Kuvvacı örgütlenmeler olduğu daha belirgin biçimde açığa çıkartılınca konuyu hepten unutmayı tercih etmiştir. Gazete adeta Ergenekon operasyonu hiç olmamış gibi davranmaktadır.
Cumhuriyet demişken, sol hareketin bazı kesimlerinin tutumuna kısaca değinmenin yeridir. Solun Kemalizmle bulaşıklığı bir türlü atamamış kesimleri, bu operasyona ilişkin olarak kendilerini ele veren tuhaf bir tutum sergilemişlerdir. Bunların değerlendirme ve tutumlarında kendisini ortaya koyan temel yön, olayı genelde orduyu ve Kemalizmi aklayacak biçimde açıklama çabası olmuştur. Genel olarak Amerika ve hükümetin hedef tahtasına oturtulması kuşkusuz doğrudur, ama bununla sınırlı kalan bir tutum, ordunun odağında yer aldığı, işçi sınıfı ve Kürt halkının tescilli düşmanı karşı-devrimci melanet şebekelerinin gargaraya getirilmesi anlamına gelmektedir. Bu gayreti devrimcilikle bağdaştırmak olanaksızdır. Aralarında şüphesiz ton farklılıkları olsa da, bu kesimler tüm eveleme gevelemelere rağmen küçük-burjuva ruhlarının derininde, son tahlilde “laik”, “çağdaş” ordunun, “dinci”, “gerici” hükümetten daha yeğ tutulması gerektiği hissine sahiptirler. Hükümetin MHP ile birlikte yaptığı son türban girişimi vesilesiyle bu yön daha da belirgin biçimde açığa çıkmıştır. Üniversiteye türbanlı kızların girmesiyle “laikliğin elden gittiği”, “şeriatın ayak seslerinin geldiği” hezeyanına kapılan bu küçük-burjuva ruhlar, kendilerini Kemalizmin kucağına bir çırpıda bırakabilmekte ve Marksizmle bağlarının ne denli iğreti olduğunu hazin biçimde ortaya koyabilmektedirler. Milliyetçiliklerini “yurtseverlik”, “ulusalcılık”, “vatanseverlik” sözcüklerinin arkasına sığınarak gizlemeye çalışanların, ulusalcı, vatansever vb. sıfatlar altındaki Kuvvacı kontralar karşısında düştükleri durumsa ayrıca ibret vericidir. Doğrusu AKP hükümetinin tarihsel bir hayrı olduysa, o da bu ülke solcularının, yedikleri tüm militarizm darbelerine ve 12 Eylül sonrasının acı gerçeği karşısında bu sorunu aşmış gibi görünmelerine rağmen, gerçekte Kemalizmin etki alanından kendilerini bir türlü kurtaramadıklarının ortaya çıkmasına gayri ihtiyari hizmet etmiş olmasıdır.
Kontra aygıtlar ancak devrimle temizlenir!
Medya üzerinden devam edecek olursak, dikkat çekilecek birkaç önemli genel husus daha bulunuyor. Birincisi, her zaman olduğu gibi, medyanın meseleyi ele alırken, devletin gizli örgütlenmelerinin bu düzende ortadan kaldırılabileceği yönünde bir yanılsama yaratma çabasıdır. Bunlar bu tür örgütlenmeleri daha ziyade Soğuk Savaş bağlamına ve CIA merkezli uluslararası Gladio yapılanmasına indirgemekte, dolayısıyla Soğuk Savaşın bitmesi ve Avrupa’da yaşanan Gladio temizliği ile de bu yapılanmaların son bulduğunu iddia etmektedirler. Güya tek sorun bu örgütlenmenin Türkiye uzantısının bir türlü tam olarak temizlenmemiş oluşu ve bunların çeteleşmesidir! Bu kandırmacaya dair ve genelde devletin işçi hareketine ve devrimcilere karşı oluşturduğu gizli örgütlenmeler konusunda daha önce uzun boylu yazmış bulunuyoruz. (bkz. Levent Toprak, “Derin Devlet”, MT, Mart 2007)
Bu tür örgütlenmelere ilişkin olarak “çete” kavramının kullanılması konusunda şunları demiştik: “Geniş bir kitleselliğe ulaşmış Kürt hareketine karşı yürütülen savaşta bu aygıt ve faaliyetleri olağanüstü ölçüde geniş ve sık bir hal aldı. Ama bir şey büyüdükçe saklaması zorlaşır. Bu olağanüstü şişme, beraberinde kontrol dışına çıkmayı ve ifşa olmayı getirdi. Böylece esas olarak 90’ların ortalarında yaşanan ve Susurluk’ta doruğa çıkan kısmi bir tasfiye ve iç rekabet süreci de yaşandı. İşte bu süreçte ‘derin devlet’i bu kontrol dışına çıkan ve genelde devletin maaşlı-bordrolu elemanı olmayan unsurlara indirgeyici nitelikte ‘çeteleşme’ kavramı ortaya atıldı. Nitekim ‘derin devletin varlığını kabul etti’ diye sunulan başbakanın tarifi de esasen ‘çeteleşmeye’ indirgeyici bir tarifti. Oysa ne ‘derin devlet’ çete faaliyetlerine indirgenebilir ne de çete faaliyetleri ‘derin devlet’ faaliyetinin olağandışı bir yüzüdür. Başta ABD olmak üzere çeteler (gangsterler) Türkiye'de ve dünyanın her yerinde ‘derin devlet’ faaliyetlerinin olağan bir branşıdır. Devletin yasadışı/gizli faaliyetleri olacaksa, bunun için devlet memuru olmayan ve pis işlere yatkın unsurların, yani suçla haşır neşir unsurların, canilerin kullanılması kaçınılmazdır. 20. yüzyıldaki birçok kitle katliamında hapishanelerdeki suçluların kullanılmış olması gerçeği bunu net bir şekilde gösterir.” (age)
Daha genel bir sorun olarak, bu tür yapılanmaların kapitalizmde ortadan kaldırılıp kaldırılamayacağı hususunda ise, bu yapıların modern kapitalist devletin vazgeçilemez temel bir yönünü oluşturduğuna dikkat çekmiştik. “Egemen sınıfın baskı aygıtı olarak devletin yasal/açık ve yasadışı/gizli ayakları tamamlayıcı bir bütün oluştururlar. Esasen 20. yüzyılın başlarından itibaren burjuva devletin yapılanması bu temeller üzerine oturmuştur. Bu, birkaç kötü adamın kendi başına kâh orada kâh burada çevirdikleri bir kumpas olmayıp, burjuva devletin emperyalizm çağında giderek yerleşmiş olan normudur. (…) Kapitalizm varlığını sürdürecekse, bir baskı aygıtı anlamında devlet hem yasal/açık hem de yasadışı/gizli anlamda büyüyecek ve özellikle burjuva demokrasisi görüntüsü muhafaza edildiği müddetçe devlet daha da aysbergleşecek, su altındaki kısım genişleyecek, derinleşecektir.” (age)
Geçen yıl tam da aynı günlerde yazdığımız bu satırlara bugün ekleyecek fazla söz bulunmuyor. Geriye yalnızca bugünkü sürece ilişkin somut gelişmeler bağlamında eklenecek birkaç söz var. Ergenekon operasyonu, aynı sınır ötesi askeri operasyon gibi, AKP ile ordu arasındaki mutabakata dayanmakta, bunu somutlamaktadır. Ancak bu uzlaşmanın bundan sonra nasıl bir seyir izleyeceği belirsizdir. Çünkü bu uzlaşma, hem içinde kapışma öğesini barındırmaktadır, hem de bir mayınlı tarla üzerine inşa edilmiştir. Ergenekon operasyonuyla esas olarak hükümet kendisine yönelik bir tehdidi savuşturmayı başarmış ve statükocu odaklar karşısında konumunu sağlamlaştırmıştır. Bu bakımdan AKP şimdilik bu işten kazançlıdır. “Çetelerin üzerine giden kahraman hükümet” payesini kazanarak, bunu siyasi siciline geçirecektir. Ama hükümeti çok daha zorlu sınavlar beklemektedir ve hükümet bunun bilincindedir. Bu bakımdan zayıf düşeceği bir anda statüko güçlerine gafil avlanmamak için istikrarsızlaştırma operasyonlarının müstakbel unsurlarını şimdiden elinden geldiğince temizlemeye ya da etkisizleştirmeye çalışmaktadır.
Sonuç olarak, AKP ve ordu arasındaki güç dengesinde yaşanan kaymalar ve oluşan yeni uzlaşma zemini üzerinde gerçekleşen Ergenekon operasyonuyla ıskartaya çıkarılacak yapılanma nihayetinde sınırlıdır ve başka türlü olması da beklenemez. Türkiye’nin çelişkileri, nispeten durmuş oturmuş Avrupa ülkelerinden çok daha keskindir ve bu coğrafyada başka türlüsü de olmayacaktır. Bu nedenle Türkiye’de hiçbir zaman, bıraktık kapitalizmde asla mümkün olmayan tam bir temizliği, Avrupa’daki Gladio temizliği tarzı bir operasyon dahi olamaz. Bu kontra aygıtlar ancak bir devrimle temizlenir ve tekrar vurgulamak gerekir ki, Türkiye’de demokrasi sorunu bir devrim sorunudur.
link: Levent Toprak, Ergenekon’dan Çıkanlar, 7 Mart 2008, https://marksist.net/node/1721
Laiklik Kisvesine Bürünmüş Gericilik
Haksız Savaşa Son!