Eylül ayının sonlarından bu yana Kürt sorununun bir kez daha ülke gündeminin merkezine oturduğu çalkantılı bir siyasal süreç yaşanıyor. Bu, çelişik görünümlü birçok hamlenin yapıldığı, enformasyon ve dezenformasyonun yoğun biçimde iç içe geçtiği, neyin gerçek neyin şaşırtmaca, neyin planlı hamle, neyin münferit hadise, neyin doğaçlama reaksiyon olduğunu anlamanın oldukça zor olduğu son derece karmaşık bir süreç. Neredeyse bütün Irak Kürdistanı’nın işgal edileceği izleniminin yaratılmaya çalışıldığı, ABD’ye bile gözdağı mesajlarının verildiği, savaş ulumalarının yeri göğü sardığı günlerden, yatıştırma çabalarının ve Kürt sorununda açılım yapılabileceği tartışmalarının ortalığı kapladığı günlere geliverdik. Bunun, sürecin kendiliğinden gelişimi sonucu gelinen bir nokta olmadığını anlamak için derin strateji uzmanı olmak gerekmiyor. Şu günlerde sözü çok edilen “plan” (ya da “paket”) henüz açıklanmamış olsa da, gelinen noktanın, düzen cephesinde Kürt sorununa yönelik yeni bir süreç başlatma yönünde bazı hazırlıklara işaret ettiği açık.
Bu hazırlıkların, şimdiye kadarkinden farklı, yeni bir durum ortaya çıkarıp çıkarmayacağını elbette önümüzdeki günler gösterecek. Ancak son iki aydır yaşananların kesin olarak gösterdiği bir şey varsa, o da Kürt sorununda yıllardır hâkim olan geleneksel inkâr ve imha politikasının iflasının bir kez daha ortaya çıkmış olmasıdır. Yaşananlar, Kürt sorunundaki sıkışmışlığı aşmak, ya da hiç olmazsa yeni bir manevra alanı açmak için başlatılan bir seferberlik niteliğini taşıyor. Yıllardır tüm psikolojik harp teknikleri kullanılarak, adeta Orwell’in Büyük Birader’ine rahmet okutacak şekilde, sorun yok gösterilmeye, olduğundan az ya da hallolmuş gibi sunulmaya çalışılsa da, Kürt sorununun bir kor gibi yanmaya devam ettiği açıktır.
Kürt sorununun değişen boyutu ve kendini dayatan ikilem
Kürt sorunu Amerikan emperyalizminin Irak’ı işgaliyle birlikte (2003) geçmiştekinden bambaşka bir düzleme geçmiştir. Bu durumun sermaye devletinin bu konudaki geleneksel siyasetinin menteşelerini zorlamakta olduğunu zaten uzun zamandır vurgulamaktayız. Son yaşanan gelişmeler sorunun salt TC sınırları içindeki bir sorun olmadığını bir kez daha tescillemiştir. Sınırın ötesinde Kürt ulusal kimliğine dayanan bir devlet oluşumu yükselmektedir. Bu durumun Kürt halkındaki ulusal bilinç oluşumuna büyük bir itilim verdiği açıktır. Bunun Türk egemenler açısından savaşın ideolojik-psikolojik cephesinde dramatik bir mevzi kaybı anlamına geldiği malûmdur. Tam da bu nedenle, Genelkurmay bile Kara Kuvvetleri Komutanının ağzından bunu ilk kez itiraf etmek zorunda kalmıştır: “Irak’ın kuzeyindeki oluşum ve gelişmelerin, bu bölgedeki Kürtlere tarihte hiç olmadığı kadar siyasal, hukuki, askeri ve psikolojik güç kazandırdığı da diğer bir gerçektir. Bu durumun, vatandaşlarımızın bir kısmı üzerinde yeni bir aidiyet modeli yaratabileceğine de dikkat edilmelidir.” (25 Eylül 2007)
Türk burjuvazisi, ya da onun belirli bir kesimi açısından Güney’deki Kürt devletleşmesi süreci ve bunun ABD’nin hamiliğinde yürütülüyor olması PKK’den daha büyük bir tehlike olarak algılanmaya çoktandır başlanmıştı. Burada onun uykularını kaçıran en büyük güçlük, Kürt devletleşmesi sürecini destekleyen ABD gibi bir gücün olmasıdır kuşkusuz. Bu nedenle ilk Körfez Savaşı döneminde ABD karşısında iki yönlü bir siyaset izlenmişti. Bir yandan, sürecin tümüyle kendi dışında işlememesi için, istemeye istemeye, ABD’nin yanında Güney’deki devletleşmeye yardımcı olmakla sonuçlanan bir yol tutulmuştu. Diğer yandan da ABD’ye, “eski dostluğa” daha kadirşinas davranması ve bu işi daha fazla ileri götürmemesi telkin edilmeye çalışılmıştı.
Ne var ki, ABD emperyalizminin yeni dönemdeki çıkarları ve siyaseti ile Türk devletinin çıkarları ve siyaseti arasındaki uyuşmazlık giderilemedi ve giderek belirginleşti. Elbette bu uyuşmazlık mevcut aşamada mutlak ve bütünsel bir uyuşmazlık değildir. Ama “dostlar arasında olur böyle şeyler” denilebilecek türden önemsiz bir uyuşmazlık da değildir. Yeni bir emperyalist savaş konjonktüründe ihtiyaçları ve kaprisleri artmış ABD’nin Ortadoğu ve Avrasya’ya dönük politikalarının mutlak bir taşeronu ve kurşun askeri olunmadıkça da bunun değişmesi mümkün görünmemektedir. Irak konusunda ABD’nin istediği ölçüde ona hizmetlerini sunamayan, burada tökezleyen Türk devleti, İran ve Suriye konularında isteksiz davranmakta, “bağımsız politika” güttüğü iddiasıyla arabulucu rolüne soyunmaktadır. Özellikle İran’la anlaşmalar yaparak ABD ambargosunu delen ve yanı sıra zaman zaman İsrail’i de kızdıracak adımlar atan TC, böylece pazarlık kartlarını güçlendirmeye çalışmaktadır. Bu noktada onun en temel sorunlarından biri, ABD’nin Ortadoğu ve Avrasya’ya dönük planlarında, yeni ve sadık bir müttefik olarak Güney’deki Kürt yönetimini seçmiş olmasıdır. ABD için ideal bileşimin İsrail’in, Türkiye’nin ve Güney’deki Kürt yönetiminin mutlak bir uyum içinde Amerikan çıkarları doğrultusunda hareket etmesi olduğu açık. Ancak, hem Kürt sorunu dolayısıyla hem de özellikle İran sorununun çok büyük riskler taşıması dolayısıyla bu konuda tereddütler geçiren Türk burjuva kesimler, ABD’nin Kürt egemenleri pohpohlamasını sineye çekmek ve kaçınılmaz olarak bazı bedeller ödemek zorunda kalmaktadır.
Güney’de ABD’nin hamiliğinde yaşanan devletleşme sürecinin kritik bir aşamasının Kerkük’ün ele geçirilmesi olduğu ise uzun boylu izaha gerek olmayan bir olgu. Petrol yatakları açısından zengin ve herkesin ağzını sulandıran Kerkük’ün, oluşum halindeki Kürt devletine güçlü bir iktisadi temel kazandıracağı iyi biliniyor. Bu nedenle Türk burjuva devleti uzunca bir süredir Kerkük referandumunu engellemek için her türlü açık ve örtülü faaliyette bulunmaktaydı ve halen de bulunmaktadır. Bilindiği gibi, Kerkük’ün federe Kürt devletine dahil edilmesiyle sonuçlanacağı kesin gibi görünen referandum için ilk öngörülen tarih Ekim 2007 sonu iken, daha sonra bu Aralık 2007 olmuştu. Ancak Güney’deki Kürt egemenleri bu referandumdan caydırmak ya da en azından bunu erteletmek için başta Türkiye olmak üzere, İran, Arap devletleri ve Irak içindeki Kürt karşıtı güçlerin yoğun çabaları sonucu, referandum şimdilik Mayıs 2008’e ertelenmiş gözüküyor. Ancak bu ertelemenin Türk devletinin gönlünü rahatlatması elbette mümkün değildir. Onun gönlüne bu bağlamda su serpebilecek şey, referandumun tümüyle gündemden kaldırılması ya da sonucu Arap ve Türkmenler lehine değiştirecek değişimlerden sonra yapılmasıdır.
Türk burjuva devleti açısından kaygı verici bir diğer kritik gelişme ise ABD’nin İran’a dönük olarak Kürt örgütleriyle işbirliğine gitmek istemesidir. Örneğin geçtiğimiz aylarda PJAK’ın bazı temsilcilerinin Washington’da ağırlandıklarına dair haberlerin geniş yankı uyandırması şüphesiz alarm zillerinin daha fazla çaldığının bir işareti. Sonuç olarak, Türk devletinin Kürt sorununda şimdiye kadar izlediği siyasetin, kendi hedefleri açısından pek başarılı olmadığının ve bir iflas noktasına doğru hızla ilerlendiğinin belirginleşmeye başladığı bir durum ortaya çıkmıştır. Emekli komutanların Fikret Bila’ya yaptığı açıklamalar da bir yönüyle iflasın itirafı anlamına gelmektedir. Bu bakımdan, gelinen noktada sermaye devleti açısından ikilem kendisini tüm ağırlığıyla dayatmaktadır. Tavizsiz giderek, adeta “ya hep ya hiç”in peşini kovalamak mı, yoksa bazı tavizler vererek daha büyük kayıpları önlemeyi denemek mi?
Ne Oluyor?
İşte son iki ayın gelişmelerini bu acilleşen ikilem çerçevesinde ele almak gerekiyor. Sermaye devleti, politikasındaki tüm saldırganlığa rağmen sanki birtakım tavizler vermek üzere hazırlık yapıyor gibi görünmektedir. Bizce son gelişmeleri, bir yandan Amerikan emperyalizmiyle pazarlıkta mümkün en az tavizi vermek ve elini güçlendirmek, bir yandan da Kürt ulusal hareketinin beklentilerini daha da düşürmek üzere saldırı ve şantaj taktiğine başvurmak olarak görmek en doğrusu olacaktır. Bu çerçevede, sıkışmışlık durumunu en azından ertelemek üzere zaman ve manevra alanı kazanmak istenilmektedir. Gelinen noktada, havası yaratılan türde kapsamlı bir sınır ötesi harekâtın yapılamayacağı gözlerden saklanamayacak biçimde ortaya çıkmıştır. Önce savaş naralarının atıldığı bir şovenist nefret ve galeyan dalgası yaratılıp halkın kışkırtılması ve savaş düzenine sokulmasının, sonra ise, sadece hükümet değil, ordu ve CHP de dahil olmak üzere düzen içi kapışmanın ana aktörlerinin de yer aldığı genel bir yatıştırma çabasının kaynağında bunlar yatmaktadır. Hatta ilk galeyan evresinin gazıyla giden medyanın, kantarın topuzunu kaçırması üzerine ordudan bile balans ayarı yemesi bu açıdan anlamlıdır.
Yatıştırma çabaları sadece hükümet cephesinden geliyor olsaydı bu sonucu çıkarmak pek kolay olmazdı. Ancak, CHP’nin, özellikle Erdoğan’ın Amerika ziyaretinden sonra hükümeti sıkıştırmaktan kaçınan, hatta bir ölçüde teşvik ediyor görünen bir hat izlemeye başlaması, üstüne üstlük Güney’e yönelik olarak bir paket açıklaması, ordu cephesinden gelen geçmişe dönük itiraflar ve itidal çağrıları, şovenizmi körükleyen medyanın bile frenine basılması, düzen cephesinin bu işte az çok bütünlüklü hareket ettiğine işaret ediyor.
Ancak bir yatıştırma evresinden söz ediyor olsak da, sürecin bütününün Kürt halkına dönük bir saldırı karakteri taşıdığı gerçeğini gözden kaçırmamak gerekir. Sopa taktiği varlığını sürdürmekte, hatta güçlendirilmektedir. Sadece bunun yanına şimdilerde yeni bir havuç eklenmek istendiği anlaşılmaktadır, hem de boyutu elden geldiğince küçük tutulmaya çalışılan bir havuç. “Paket” henüz bir spekülasyon konusu iken, Kürt ulusal hareketine yönelik baskıların hemen her düzeyde (askeri, siyasi, diplomatik, hukuki) arttırıldığı somut bir gerçektir. Sınır içi operasyonlar sürdüğü gibi, sınır dışı bir harekât olasılığı da ortadan kalmış değil. Bölgeye büyük bir yığınak yapıldığı biliniyor. DTP’ye açılan kapatma davası, tedbir olarak 150 bin parti üyesine varıncaya kadar siyaset yasağı talebi, milletvekillerini parlamentodan hapse yollamak için başlatılan salyalı girişimler ortada. Bunların, devlet aygıtının sürece ayak uydurmak istemeyen unsurlarının işgüzarlıkları olduğu söylenebilir mi? Doğrusu, bunun beklentileri düşürmek için sopanın hep devrede olduğunu gösteren planlı bir adım olduğunu düşünmek daha yerinde olur. Önemli olan, her halükârda kapatma davasının bir koz olarak kullanılacağı ve sürecin gidişine göre yönlendirileceğidir.
Bunun yanı sıra Kürt halkı genel olarak aşağılanmakta, hakarete maruz kalmakta, örgütleri üzerindeki baskı arttırılmakta, beklentileri düşürülmeye çalışılmakta, daha fazlasına layık olmadığı telkin edilmektedir. Öte yandan bir başka cepheden baktığımızda, toplumsal-siyasal süreçlerin bir makinenin düğmelerini açıp kaparcasına, geride iz bırakmadan başlatılıp durdurulamayacağını da görmek gerek. Şovenist kışkırtmalar hiçbir şey olmamışçasına geçip gitmiyor. Zaten bu psikolojik harbi yönetenler sürecin yatıştırma evresiyle tümüyle başlangıç noktasına dönülmesini de hedeflemiyorlar. Esas olarak taktik dönüşlerde ciddi bir sorun çıkmamasına yetecek ölçüde bir atmosfer değişimi hedefleniyor. Yoksa ekilen şoven tohumlar, güçlü bir devrimci işçi hareketi olmadığı için, ne yazık ki kolayca kaybolmuyor, bir sonraki galeyan dalgası için daha da verimli bir harcın şekillenmesine yol açıyor. Böylece en ufak bir provokasyonda kitlesel bir cinnet dalgasına daha meyilli bir zemin yaratılmış oluyor. Diğer taraftan her zaman olduğu gibi, saldırılardan Kürt halkının yanı sıra, başta devrimci muhalefet olmak üzere diğer muhalif kesimler, işçi sınıfı ve demokratik kazanımlar da nasibini alıyor. Polis, güçlendirilmiş yetkileriyle birlikte, gittikçe daha belirgin su yüzüne çıkan biçimde, sokakta her gün keyfi olarak taciz etmekte, dövmekte, yaralamakta ve katletmekte, cezaevlerinde politik tutsaklara yönelik baskılar artmakta, en son Kızıl Bayrak gazetesi örneğinde görüldüğü gibi, başta devrimci basın olmak üzere genel olarak muhalif basın üzerindeki baskı şiddetlendirilmektedir. Bunlar hiç de genel anlamda bir ferahlama dönemine girildiğinin işaretleri olmasa gerek.
Çözümsüzlük “paketleri”
Bir “plandan” söz edildiğini belirttik. Nedir bu plan? Kürt halkı ve ulusal hareket açısından tatmin edici bir çözüm söz konusu olabilir mi? Henüz açıklanmış bir plan olmamakla birlikte, bazı gazeteciler bu planın ana hatları olabilecek kimi hususları dile getirdiler. Herhalde bunun en iyi özetleyen Hasan Cemal oldu: “(1) Amerika, önce uyguladığı baskıyla PKK’ya ciddi bir ateşkes ilan ettirecek. (2) Yine Amerika, PKK’yı Türkiye’den çekerek, daha çok -PJAK aracılığıyla- İran’a yönlendirecek. (3) PKK’nın önkoşulsuz ve ucu açık ateşkesiyle işlemeye başlayacak süreçte, hükümet tarafından Güneydoğu için yeni paket açılması gündeme gelecek. (4) Kuzey Irak’la en üst düzeyde diyalog kapıları açılacak. (5) PKK’yı dağdan indirmek için yasal düzenlemelere sıra gelebilecek. (6) Ekonomik, toplumsal, siyasal ve askeri önlemlerin bir bütünlük içinde uygulanmasıyla birlikte PKK iyice tecrit edilecek ve silah bırakması için dört bir yandan sıkıştırılacak.” (Milliyet, 15 Kasım 2007)
Bunlar niyetleri, ya da en azından bir bölümünü yansıtıyor olsa gerek. Bunların hayata geçmesi mümkün mü? Evvelâ, bu tür planlar için yüreği pır pır eden ve “ah keşke olsa” diyen Hasan Cemal’in bile, “Bilemiyorum. Geçmişte de çok senaryo yazıldı ama hepsi kâğıt üzerinde kaldı” diyerek pek ümitli olmadığını itiraf etmek zorunda kaldığını belirtelim. Ama Hasan Cemal bir yana, bu tür bir “paketin” Kürt hareketi muhatap alınmadığı sürece bir açılım olamayacağı açıktır.
Oysa söz konusu “planın” temel ayağı olarak Kürt hareketinin tasfiyesinin öngörüldüğü söylenmektedir. Sorulması gereken soru öncelikle bunun gerçekten mümkün olup olmadığı ve bir an için mümkün olduğu varsayılsa bile bunun bir çözüm olup olmadığıdır. Ezilen ulusun özlem ve duyarlılıkları giderilmedikçe, hele hele belirli bir ulusal bilinç uyanışı yaşanmışsa, bunlara tercüman olacak ulusal hareketler eninde sonunda ortaya çıkarlar. Tarihin yasası budur.
Peki, Kürt ulusal hareketinin bir şekilde kabullendiği bir planın varlığından söz edilebilir mi? Eğer öyle olsaydı Kürt ulusal hareketinin kaynaklarından bir şekilde bunu dışa vuran mesajların gelmesi beklenirdi. En azından henüz böyle bir şeyin olmadığı açıktır. Var olduğu söylenen “plan” bağlamında şu ana kadar ortaya çıkan tüm göstergeler, hem PKK’yi hem de DTP’yi bir biçimde dışlamak ve hatta etkisiz kılmak suretiyle bir “çözüm” arayışının söz konusu olduğuna işaret ediyor. Böylece bütün bu seferberlik sürecinin temel mantığının, havuç ve sopanın eşgüdümlü yoğun bir kullanımı yoluyla yeni bir “uslu Kürt/asi Kürt” saflaşması yaratmak olduğunu söyleyebiliriz. Bu dayak ve ödül sistemiyle “asiler” marjinalize edilecek ve usluların safları genişletilecek! Bu noktada AKP’nin 22 Temmuz seçimlerinde bölgede ciddi bir başarı elde etmesinin, ardından yeni cumhurbaşkanının göreve gelir gelmez bölgeye yaptığı gezisinin sonuçlarının da, bu politikayı devreye sokmada cesaret verici bir etmen olarak hizmet ettiği muhakkaktır. Gelecek yıl yapılacak yerel seçimlerde bunun daha ileriye taşınması yolunda AKP cephesinde büyük bir çaba olduğu biliniyor.
Meseleye bir başka yönde yaklaşmak da gerekli. Ulusal hareketler doğaları gereği ruşeym halindeki burjuva devletler gibi hareket etmeye eğilimlidirler ve her türlü diplomasi, manevra, anlaşma ve pazarlık bu hareketler için mümkün ve doğaldır. Bu tür hareketler, sonu gelmez devletler arası çelişki, çekişme ve çıkar çatışmalarından elbette yararlanırlar ve buradan bir anlamda beslenirler. Ortadoğu gibi dünyanın en girift ilişkilere konu bir bölgesinde, çatışan sayısız gücün tümüyle anlaşarak bir ulusal hareketi yok etmeye çalışacağını düşünmek de pek inandırıcı değildir.
Bütün bu hususları topladığımızda, ortada, sorunun bir çözüm yoluna girmesi anlamına gelecek bir açılımın da, düzen temsilcilerinin sunduğu türden sonuçları (ulusal hareketin tasfiyesi gibi) doğuracak bir “çözümün” de olmadığı görülüyor. Ama bu, hiçbir “yenilik” olamayacağı anlamına da gelmiyor. Büyük ihtimalle bazı hak kırıntılarının verildiği, ama kimsenin tatmin olmadığı, iki ileri bir geri, bildik gelgitlerin yaşandığı bir sürece tanık olacağız.
Son olarak önemli bir noktaya daha işaret etmek gerekli. Her ulusal sorun, ulusal sorun sıfatıyla ortak bir öz taşımakla beraber, içinde bulunduğu coğrafi, demografik, siyasal, tarihsel koşullardan kaynaklanan somut farklılıklar da taşır. Bir ulusal sorun olarak Kürt ulusal sorunu, dünyanın en çalkantılı, en karışık bölgelerinden biri olan Ortadoğu’da, dört bölge devletine yayılmış 20-25 milyonluk bir halkı kapsamaktadır. Dolayısıyla tüm Kürt halkını kucaklayacak bir ulus devletin kurulması, en az dört devleti doğrudan ilgilendiren, ama genel olarak tüm Ortadoğu’da sınır ve dengelerin değişmesi anlamına gelen çok büyük çaplı bir değişimdir. Bu bakımdan Kürt sorunu bir İrlanda, Bask ya da hatta Filistin sorunundan daha büyük, daha karmaşık ve çetin bir sorundur. Bu durum, söz konusu bölgelerde dahi büyük zorluklarla işleyen ve kimisinde hâlâ sonuca da ulaşamamış benzer “çözüm” süreçlerinden çok daha zor olan bir duruma işaret etmektedir.
Bu somut koşullar ve zorluklara işaret ediyor oluşumuz, ulusal sorunun kapitalizm altında çözülemeyeceğini söylemek anlamına gelmiyor kuşkusuz. Ama diğer taraftan somut bir sorunu inceleyerek bunun somut güçlüklerini görmezden gelmek de söz konusu olamaz.
Marksistler başkasını ezen bir ulusun özgür olamayacağı ilkesinden hareketle, ulusal sorunun çözümünün ayrılma hakkını da içerecek şekilde kendi kaderini tayin hakkının kayıtsız şartsız tanınmasından geçtiği bilincini işçi sınıfına kazandırmaya çalışırlar. Bunun ezilen ulusun işçileriyle ezen ulusun işçileri arasında samimi güven duygularına dayanan gerçek bir sınıf dayanışmasının oluşmasının temel bir şartı olduğunu savunurlar. Bu hak bir kez elde edildikten sonra ezilen ulusun bu hakkı nasıl kullanacağı onun bileceği bir iştir. Bu noktada ezilen ulusun taleplerini az ya da fazla bulmak ezen ulus Marksistlerinin işi olamaz. Ulusal sorun işçi sınıfı açısından son tahlilde sınıfsal sorunu bulandırıcı bir işlev gören negatif bir sorundur ve bu nedenle devrimci işçi sınıfı bu sorunun çözümünü içtenlikle ister.
Ezilen Kürt halkının tek gerçek müttefiki ve dostu devrimci işçi sınıfıdır. Onu “namerde muhtaç etmemek” için, dört ülkenin işçilerinin de boynuna borç olan görev, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını elde edebilmesi için kendi burjuva devletlerine karşı devrimci mücadeleyi yükseltmektir.
link: Levent Toprak, Kürt Sorununda Büyüyen Açmaz, Aralık 2007, https://marksist.net/node/1679
Êdi bes e! Artık Yeter!