24 Şubatta Rusya’nın Ukrayna’ya savaş başlatmasıyla Üçüncü Dünya Savaşının yeni bir cephesi daha açıldı. Bir tarafta ABD-NATO’nun başı çektiği Batı bloku diğer tarafta Rusya’nın olduğu bu yeni cepheyle milyonlarca emekçinin daha yaşamı cehenneme döndü.
Şehirleri bombalanan Ukraynalı emekçiler canlarını kurtarmak için Polonya, Macaristan, Romanya, Slovakya sınırlarına akın ettiler. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) verilerine göre göç edenlerin sayısı 2 milyonu geçmiş durumda ve göç devam ediyor. Bu insanlar arasında sadece Ukrayna vatandaşları değil, üniversite eğitiminin daha ucuz olması nedeniyle Afrika, Hindistan, Ortadoğu’dan bu ülkeye gelen öğrenciler ve göçmen işçiler de bulunuyor. Fakat kendilerine yeni bir gelecek kurmaya çalışan bu insanlar sınırlara geldiklerinde ırkçılığın çirkin yüzüyle karşılaştılar. Ukraynalı olmayanlar ve asıl olarak Hindistanlılar, Afrikalılar ve Ortadoğulular trenlere alınmadı, trenlere binenler zorla indirildi, minicik bebekleriyle kadınlar soğukta bekletildi. Karşılarına silahlı güçler dikildi. Horlandılar, aşağılandılar. Çünkü onlar Batı medyasının iğrenç diliyle “sarı saçlı, mavi gözlü uygar toplumun insanlarından” değillerdi. Irkçılık burjuva medyaya en açık şekliyle yansıdı.
Batı medyası ve politikacıları Ukraynalı emekçilerin acılarını dahi göçmenlere yönelik ırkçılığı besleyen, ayrımcılığı körükleyen bir dille anlattılar. ABD’nin CBS kanalının baş dış muhabiri Charlie D’Agata Ukrayna’da yaşananlara tepkisini, “burası Irak veya Afganistan gibi onyıllardır çatışmanın sürdüğü bir yer değil, burası görece uygar, görece Avrupalı bir yer, sözlerimi dikkatli seçmem gerekiyor, böyle şeyler olmasını beklemeyeceğiniz, ummayacağınız bir yer” diyerek gösterdi. Bu sözler, Avrupa dışındaki bölgelerde patlayan bombaların nasıl da kanıksandığını ve önemsenmediğini gösteriyordu. ABD’nin başka bir kanalı olan NBC’ye Polonya’dan bildiren muhabir Kelly Codibella ise “Açıkça söylemek gerekirse, bunlar Suriye’den gelen sığınmacılar değil. Bunlar komşu Ukrayna’dan gelen sığınmacılar. Bunlar Hıristiyan, bunlar beyaz. Polonya’da yaşayan insanlara çok benziyorlar” dedi. Bu gazeteci ırkçılığı nasıl da fütursuzca dışa vuruyordu. Açıkça diyordu ki; bunlar Arap, siyah ya da Müslüman değiller, Hıristiyan ve beyazlar. Bu nedenle bunlara yardım etmeliyiz. Diğerleri gibi gazla, copla, dayakla sınırlardan kovamayız, ölüme terk edemeyiz!
Burjuva politikacıların insanlıktan çıkmış, ırkçı söylemleri gazetecilerden, muhabirlerden geri kalmadı. Hatta daha da ileri gitti. Ukrayna’nın eski Başsavcı Yardımcısı David Sakvarelidze “Mavi gözlü ve sarı saçlı Avrupalıların öldürüldüğünü görmek beni çok duygusallaştırıyor” diyebildi. Britanya’da iktidardaki Muhafazakâr Partili siyasetçi Daniel Hannan ise The Daily Telegraph’ta yayımlanan makalesinde, “Bize öyle benziyorlar ki. Durumu şoke edici kılan bu. Ukrayna bir Avrupa ülkesi. İnsanları Netflix izliyor, Instagram hesapları var, serbest seçimlerde oy kullanıyor ve sansürsüz gazeteler okuyor. Savaş artık uzaktaki yoksul halkların başına gelen bir şey değil. Herkesin başına gelebilir” diyerek, kendi gibileri şoke edenin ne olduğunu açığa vurdu.
Daha onlarca TV programında muhabirler, yorumcular, politikacılar Ukrayna’nın Avrupa’ya komşu olduğu, kaçanların Kuzey Afrikalı, Asyalı, Ortadoğulu değil Avrupalı, orta sınıf, giyimleri düzgün, arabalarıyla kaçan insanlar olduğu, bombalanan yerlerin Irak, Afganistan değil Avrupa’nın ortası olduğu gibi açıklamalarla ırkçılığın aleni örneklerini sergilediler. Hatta utanmazlık öyle bir boyuta vardı ki, Fransız milletvekili Jean-Louis Bourlanges, bir yayın sırasında, Ukraynalı sığınmacıların göçünün “çok kaliteli entelektüellerin göçü” anlamına geldiğinden söz etmekte hiçbir beis görmedi. Gelen tepkiler üzerine bu sözleri sarf edenlerin bir kısmı sonradan özür babında açıklamalar yapsa da gerçek düşüncelerinin bunlar olduğu gün gibi ortada.
Elbette ki asıl anlaşılması gereken burjuva politikacılar ve onların sözcüsü olan medyaya bunları söyleten nesnel zemindir. Üçüncü Dünya Savaşı ve kapitalizmin tarihsel sistem kriziyle beraber içine girdiği çok yönlü gericileşmenin medyaya yansımalarıdır bunlar. SSCB’nin 90’lı yılların başında çöküşünün ardından emperyalist güçler bir yandan “komünizm öldü, yaşasın en iyi sistem kapitalizm” naraları atarken bir yandan da kitleleri arkalarına takacakları yeni bir düşman yaratma peşine düştüler. Yardımlarına koşan ise “medeniyetler çatışması” tezi oldu. Bugün Batı medyasının ırkçı dilinde en net sonuçlarını gördüğümüz bu tezin amacı, komünizm sonrası yeni bir düşman yaratmak ve emekçi kitleleri “ortak düşmana” karşı egemenlerin peşine takmaktı. 11 Eylül saldırıları sonrası ağırlıkla “İslamofobi” olarak kendini gösteren bu tez, burjuvazinin yoğun çabasıyla çeşitli düzeylerde karşılık da buldu. Bir bütün olarak İslam coğrafyası Batı toplumlarına “kendilerini yok etmek amacını taşıyan düşman” olarak algılatılmaya çalışıldı. Emperyalistler arası rekabetin kızışmasıyla bu halkaya Rusya, Çin gibi Müslüman olmayan ülkeler de dâhil edildi. Örneğin Covid-19 virüsünün ilk görüldüğü ülke olan Çin halkının kültürel alışkanlıkları en pespaye aşağılamalara maruz kaldı. Çinliler cani, pis, dünyanın başına belâ bir halk olarak lanse edilmeye çalışıldı.
Emperyalist savaşın Afganistan’ın ardından, Irak ve Suriye’ye sıçraması, Afrika’da emperyalistlerin paylaşım savaşından bağımsız olmayan bölgesel savaşlar, Asya’da ABD-Çin arasındaki kapışma ve iklim krizinin sonuçları yoksul emekçilerin göçünü arttırdıkça “medeniyetler çatışması” tezinin Batı toplumları üzerindeki etkisi daha belirgin olarak görülmeye başladı. Bir yandan da ekonomik krizin yükünü emekçilere kesmeye çalışan Batılı egemenlerin, gittikçe artan işsizlik, sosyal hakların kısılması, artan konut kiraları gibi gerileyen yaşam koşullarının sorumlusu olarak göçmenleri göstermek işlerine geldi. Bütün bunlar Avrupa’da yükselen ırkçılıkla, faşist partilerin oy oranlarını arttırmasıyla da doğrudan bağlantılıdır. Elbette bugün savaşın yayılma alanının arttığı bir süreçte bu düşmanlık emperyalist savaşa kitlelerin desteğini sağlamak, haksız savaşa gerekçeler uydurmak için de köpürtülmektedir.
İslamofobi ve ırkçılığın yükselişindeki etkenleri ele aldığımız çeşitli yazılarımızda vurguladığımız gibi,
“Kapitalizmin kriz konjonktürü, faşizm tehlikesini ve beraberinde emperyalist savaşları insanlığın önüne yeniden koymuştur. Bu koşullar da egemen sınıfın işçi sınıfını daha fazla kontrol altına almasını sağlayacak mekanizmaları hayata geçirmesini zorunlu kılar. Bu yüzden işçi sınıfını bölen ve bönleştiren ırkçı ve şoven düşünceler ve hareketler kapitalistlerin yine gündeminde olacaktır. Tüm dünyada ortaya çıkan ırkçı hareketlere dair emareler bu yüzden geçici ve önemsiz olarak algılanmamalıdır. Akıldışı düzen kendi varlığını sürdürmek için her türlü akıldışılığı yaygınlaştırmaktan geri durmadığı gibi, insanlığa büyük bedeller ödetmiş ırkçı hareketleri geliştirmekten de kaçınmayacaktır. Buna karşı gerçek bir mücadele de ancak proletarya enternasyonalizmi temelinde geliştirilebilir.”[1]
“Açıktır ki geçmişte nasıl Yahudi karşıtlığı Avrupa burjuvazisi tarafından kasıtlı bir şekilde yükseltildiyse, bugün de İslamofobi aynı biçimde körüklenmektedir. Böylece giderek artan toplumsal huzursuzluğun ve öfkenin kanalize edilebileceği bir düşman yaratılmaya çalışılmaktadır. Kötü giden her şeyin sorumlusu olarak Müslümanlar ve göçmenler gösterilmekte, böylece kitlelerin tepkisinin düzene yönelmesi de önlenmeye çalışılmaktadır. Hemen her Avrupa ülkesinde hükümetler veya merkez sağı temsil eden politikacılar, tam bir ikiyüzlülükle, bir yandan tüm Müslümanları veya bir bütün olarak İslamı karalamanın yanlış olduğunu söylemekte, diğer yandan da «aşırı sağın veya ırkçı-faşist hareketin güçlenmesini önlemek için» (!) onların öne sürdükleri taleplerin değerlendirilmesi gerektiğinden dem vurmaktadırlar. Burjuva ideologları televizyon programlarında bol bol, ırkçı-faşist hareketlerin taleplerinin ve göçmen karşıtı tutumlarının tamamen yersiz olmadığından ve belli bir haklılık payı olduğundan bahsetmektedirler. Kuşkusuz bu ikiyüzlü burjuva politikasının altında bir yandan içerdeki Müslüman ve göçmen nüfusu hepten galeyana getirmemek, diğer yandan da Ortadoğu ve Afrika’da yürütülen emperyalist savaşta müttefik konumunda olan Türkiye gibi Müslüman ülkeleri tamamen karşısına almamak kaygısı yatmaktadır. Yoksa burjuvazinin «toplumdaki sağa kayıştan» rahatsız olması beklenemez.”[2]
Batılı emperyalist güçler bir yandan ucuz göçmen emeğini sınırsızca sömürürken, diğer yandan ihtiyaç duydukları ırkçılığı göçmenler üzerinden körüklediler. Gittikçe büyüyen savaşla göçmen akını ihtiyaç duyulan niceliğin üstüne çıkmaya başlayınca 2005 yılında Avrupa Birliği Sınır Güvenliği Birimi olan Frontex’i kurdular. Amaç göçmen akışını durdurmaktı. En ileri teknoloji kullanılarak ve milyarlarca euro harcanarak Eurusor denilen sınır gözetleme sistemi oluşturuldu. Avrupa’ya ulaşmak isteyen göçmenlerin bindiği tekneler en acımasız yöntemlerle geri itildi. Göçmenler daha tehlikeli yolları kullanmak zorunda kaldılar ve sonuçta Akdeniz kefensiz göçmen mezarlığı haline geldi.
Göçmenleri Avrupa sınırlarından uzak tutmanın başka bir yolu olarak ise Yunanistan, Türkiye, Libya ve bazı Afrika ülkeleriyle çeşitli antlaşmalar yapıldı. Göçmenleri içeride ucuz işgücü ve dışarıya karşı ise şantaj malzemesi olarak kullanan bu ülkelerde de büyük acılar yaşandı. AKP hükümeti, milyarlarca euroluk para desteğinde bulunulması ve rejimin içeride ve dışarıda uyguladığı politikalara ses çıkarılmaması karşılığında bu antlaşmaları imzaladı. 2020 yılının Mart ayında gerçekte Suriye’ye dönük saldırgan politikalarında yeterince destek görmemesi nedeniyle olsa da, göçmenleri tutmaları karşılığında vaat edilen ödemelerin yapılmadığı bahanesiyle göçmenlere sınırları açtı. Bu operasyon sonucunda Türkiye-Yunanistan sınırı göçmen akınına uğradı. Burada Yunanistan askerlerinin insanlık dışı saldırılarına uğrayan göçmenler Türkiye tarafında ise açlık ve soğukla boğuştular. Sınırı geçemeyeceğini anlayıp dönmek isteyenlere ise Türkiye devleti askeri güç kullanarak izin vermedi.
Benzer bir insanlık dramı da 2021 yılının Kasım ayında Belarus-Polonya sınırında yaşandı. Rusya yanlısı Belarus Cumhurbaşkanı Aleksandr Lukaşenko, rejime karşı başlayan eylemleri destekleyen Avrupa’ya gözdağı vermek için binlerce göçmeni Polonya sınırına yığdı. Elbette Lukaşenko da gerekçe olarak bunu göstermedi. Avrupa’ya gitmenin göçmenler için bir insan hakkı olduğunu, kimsenin buna engel olamayacağını söyledi. Belarus sınırından Polonya’ya, oradan da diğer Avrupa ülkelerine geçmek isteyen Ortadoğu, Asya ve Afrika’dan gelen binlerce göçmen Polonya sınır koruma polislerinin göz yaşartıcı gaz ve tazyikli su ile saldırısına uğradı. Göçmenler günlerce dondurucu soğuk altında, aç kaldılar. 27 haftalık bir bebek dâhil 10’un üzerinde göçmen yaşamını yitirdi. Tıpkı Türkiye’deki siyasi iktidar gibi göçmen sorununu AB’ye karşı koz olarak kullanan Belarus yönetimi, sözde insani yardım adına göçmenleri hangar büyüklüğündeki kapalı depolara “yerleştirdi”. Ayrıca binden fazla mülteci göçmen Polonya hapishanelerinde tutuluyor.
Dün Türkiye, Polonya, Yunanistan sınırlarında Afrikalı, Ortadoğulu, Asyalı göçmenleri en zalimane yolları kullanarak geri püskürten Batı güçleri, bugün Ukrayna’dan Avrupa’ya geçmek için Polonya sınırına gelen Ukraynalı göçmenleri sıcak kahveler ve şefkatle karşılıyor. Elbette doğru olanı yapıyor. Burada yanlış olan bu uygulamanın din, dil, ırk ayrımı gözetilmeden tüm göçmenlere yapılmamasıdır.
Nerede o Avrupa’nın en büyük övünç kaynağı olan demokrasi ve insanlık değerleri? Hani bir de bunları İnsan Hakları Evrensel Bildirgesiyle de taçlandırmışlardı! Ne diyor bildirge?
Madde 3: Herkesin yaşama hakkı ile kişi özgürlüğü ve güvenliğine hakkı vardır.
Madde 14: Herkesin, sürekli baskı altında tutulduğunda, başka ülkelere sığınma ve kabul edilme hakkı vardır.
Birleşmiş Milletler’in çeşitli sözleşmeleri de mültecileri koruma altına almakta, zulüm görme riski taşıyan ülkelere geri gönderilmelerini yasaklamaktadır. Fakat kâğıt üstünde bu kadar “insani” olan hükümler kapitalizmin gerçekleri altında bir anlam ifade etmiyor. Bin bir türlü felâket üreten bu sistemin, yarattığı karabasana kitleleri ikna etmesinin yegâne yolu milliyetçilik zehriyle bilinçleri bulandırmak, gerçekleri çarpıtmak, ırkçılığı körüklemek. İşte bu yüzden kapitalizm var olduğu sürece tüm bu güzel sözler kâğıt üstünde kalmaya mecburdur.
Gelelim sorunun can alıcı bir başka boyutuna; Ukraynalıların her ne kadar sarı saçlı, mavi gözlü, “uygar” olsalar da kapitalistler için ucuz işgücü kaynağı olduğu gerçeğine. Nasıl ki Türkiye’de siyasi iktidarın milyonlarca Suriyeliye kapıları açarken gerçek niyeti Suriye’deki varlığını meşrulaştırmak ve ucuz işgücü ihtiyacını karşılamaksa, Avrupalı egemenlerin zihniyeti de aynıdır. Ukraynalı sığınmacılara 6 ay bekleme koşulu olmadan hemen çalışmaya başlama hakkı tanındı. Bu hak Suriyeli, Afgan ya da Afrikalı, Asyalı sığınmacılara tanınmıyor. Bu ülkelerden gelenler barınma merkezlerine yerleştirildikten sonra, kayıt kabul ve uyum süreci boyunca çalışma hakkına sahip olamıyor. Ayrıca Avrupa Birliği tarafından Ukrayna vatandaşlarına sığınma başvurusunda bulunmak zorunda kalmadan birlik sınırları içerisinde 3 yıla kadar kalabilme hakkı tanındı. Hollanda’daki “kölelik büroları” da Ukrayna’dan gelen göçmen nüfustan ve AB’nin onlara verdiği haklardan çok memnun ama salt sarı saçları, mavi gözleri için değil. Örneğin bu şirketlerden birinin yetkilisi, seralarda sezonun yeni başladığını, lojistik sektörünün de ciddi oranda geçici personele ihtiyaç duyduğunu, Ukraynalı sığınmacıların buralarda kullanılabileceğini söylüyor. Gençlerin İngilizce konuştukları için iletişim sorunu yaşamamaları, çok çalışkan ve disiplinli olmaları, Avrupa’nın birçok ülkesinde istihdam edilen Polonya vatandaşları ile de çok iyi anlaştıkları söylenerek Ukraynalı göçmenlerin avantajlı yanlarından övgülerle bahsediliyor. Avrupa burjuvazisinin beklentisi açık, diğer göçmenlere göre daha az uyum sorunu yaşayan, daha vasıflı ama daha ucuz işgücü.
Milenyumdan beri şiddeti büyüyen ve genişleyen bir emperyalist savaş var. Bu savaş bir yandan milyonları yerinden yurdundan ederken diğer yandan milliyetçiliği, halklar arasındaki düşmanlığı körüklüyor. Emperyalist güçler faşist örgütlenmelere milyonlarca dolar para akıtıyor. Ama emperyalistlerin tüm bu çabalarına karşın göçmen düşmanlığına karşı Avrupa şehirlerinden emekçilerin sesleri yükseliyor. Batılı egemenler tüm riyakârlıklarıyla Rus düşmanlığı yaratmaya çalışırken en büyük savaş karşıtı eylemler Rus emekçiler tarafından yapılıyor.
Haksız ve emperyalist savaşlara destek toplamak için yaratılan ırkçı ve milliyetçi propagandayı ezmek ancak işçi sınıfının örgütlü güçleri içinde yaygınlaşacak anti-kapitalist enternasyonalist mücadeleyle mümkün.
Haksız ve emperyalist savaşa, körüklenen milliyetçiliğe karşı yaşasın işçilerin birliği ve halkların kardeşliği!
Enternasyonalle kurtulur insanlık!
link: Meral İnci, Ukrayna’dan Kaçan Milyonlar ve Burjuva Medyanın İkiyüzlülüğü, 20 Mart 2022, https://marksist.net/node/7600
Paris Komünü: Unutturulamayan Destan!
Newroz’da Yüz Binlerden Barış, Eşitlik, Özgürlük Çağrısı!