Charlie Hebdo dergisine yönelik saldırının üzerinden yaklaşık bir ay geçti. Bu saldırıdan birkaç hafta sonra ise Londra’da “IŞİD’le Mücadele Koalisyonu”nun son toplantısı gerçekleşti ve 40’a yakın devlet ABD’nin öncülüğünde IŞİD’in kökünü kazımaya kararlı olduklarını duyurdu. Bu arada tüm Avrupa’da, burjuva liderlerin sözde sağduyulu açıklamaları eşliğinde, İslamofobi ve ırkçı yabancı düşmanlığı yüksel(til)meye devam ediyor. Başta Fransa olmak üzere tüm burjuva devletler içerde polis devleti uygulamalarını arttırıyor, dışarıda ise Ortadoğu ve Afrika’ya yönelik yeni emperyalist hamleler tezgâhlıyorlar.
Madalyonun diğer yüzünde ise Türkiye, Suudi Arabistan, İran gibi İslam coğrafyasında başa güreşen bölgesel güçler var ve bunlar da Batı-Hıristiyan karşıtlığı üzerinden kendi çıkarlarının propagandasını yapıyor, halkları ve diğer burjuva güçleri bu çıkarların arkasında saf tutmaya zorluyorlar.
Batılı burjuva güçler, İslam’ın barbarlığından ve şiddet dini oluşundan, modern değerlere ve yaşam tarzına kapalı oluşundan, örneğin basın ve ifade özgürlüğünü ve en temel insani değerleri bile hazmedemeyişinden dem vuruyorlar. Sayıları gittikçe artan göçmenlerin Batılı yaşam tarzını ve değerlerini tehdit eder hale geldiğini; Avrupa’nın göbeğine kadar sokulan “İslamcı terör”e aman vermeyeceklerini söylüyorlar. İslam âleminin hamiliğine soyunmuş olan Erdoğan gibi liderler ise Batının ikiyüzlülüğünden, yüzyıllarca İslam coğrafyasını sömürdüğünden ve bugün de bu coğrafyada yaşanan acıların sebebinin Batılı güçler olduğundan; İslami değerlerle alay etmenin ve bu değerlere saldırmanın hazmedilemeyeceğinden bahsediyorlar. Kimileri de tüm bu olan bitenin ünlü “medeniyetler çatışması” tezinin doğrulanışından başka bir şey olmadığını öne sürüyor.
Aslında bunlar yürüyen emperyalist savaşın, yani üçüncü dünya savaşının parçası olarak algılanması gereken süreçlerdir. İslamofobi ve Batı karşıtlığı aynı madalyonun iki yüzü gibidir. Rekabet halindeki ülkelerin egemen sınıfları, toplumları kendi çıkarları doğrultusunda kamplaştırarak yürüttükleri savaşı ve uyguladıkları gerici politikaları meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Bu yüzden olup biteni doğru analiz etmenin ve doğru tutum almanın yolu, öncelikle dünyanın hiç de olağan olmayan bir tarihsel süreçten geçtiğini kavramaktan geçmektedir. Bu olağandışı tarihsel süreci karakterize eden, kapitalizmin küresel ekonomik krizi, emperyalist savaş, genel bir siyasi gericileşme ve bunlara eşlik eden sınıf mücadelelerindeki yükseliştir.
“Uluslararası terörizm” öcüsü, “medeniyetler çatışması” ve İslamofobi
Avrupa’da gittikçe yükselen İslamofobinin arkasında Batılı emperyalist güçlerin Afrika, Ortadoğu ve Asya’yı kapsayan İslam coğrafyasına yönelik emperyalist planlarının, niyetlerinin yattığını birçok yazımızda ortaya koymuş bulunuyoruz. İslam coğrafyası aynı zamanda emperyalist paylaşıma konu olduğundan, Batıda yükseltilen İslamofobi üzerinden kamuoyu emperyalist burjuvazinin arkasında saf tutmaya ve emperyalist niyetler meşrulaştırılmaya çalışılmakta, toplumsal muhalefetin bastırılmasına yönelik polis devleti uygulamalarının da zemini döşenmektedir.
Bu İslamofobinin ideolojik dayanağı ise, SSCB’nin 90’ların başındaki çöküşünün ardından ortaya atılmış olan “medeniyetler çatışması” tezidir. Bu tez, dünyayı farklı medeniyetlere bölmekte ve Batılı emperyalist güçleri bir kampta toplarken karşısına da Rusya, Çin gibi rakip emperyalist güçleri veya bir bütün olarak İslam coğrafyasını koymaktadır. Tezin sonraki yıllarda öne çıkartılan yanı Hıristiyan ve İslam medeniyetlerini karşı karşıya getiren yönü olmuştur. Çünkü 11 Eylül saldırılarının ardından dönemin ABD başkanı Bush komünizm öcüsünün yerine “uluslararası terörizm” öcüsünü koymuş ve El Kaide ile sembolize olan “İslamcı terörizmi” de listenin başına eklemiştir. Zaten 11 Eylül saldırısı bahane edilerek önce Afganistan ve ardından da Irak bizzat Amerikan emperyalizmi tarafından işgal edilmiştir.
ABD’nin sürekli olarak kışkırttığı İslamofobi, bugün artık tüm Avrupa’yı sarmış durumdadır. Özellikle İngiltere, Fransa ve Almanya’da ırkçı temellerdeki yabancı-göçmen düşmanlığı ve İslamofobi ciddi bir yükseliş içindedir. Bu yükselişin aşırı sağ veya faşist hareketlerin giderek güçlenişiyle paralel yürüdüğünü de görmek gerekir. Zaten faşist hareketler kitleselleşebilmek için İslamofobiyi kullanmakta ve bunda da ciddi başarı kaydetmektedirler. Almanya’da kısa bir sürede onbinlere ulaşan PEGİDA (“Batının İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar”) hareketi buna güncel bir örnektir.
Avrupa’nın emperyalist burjuvazisi, IŞİD veya El Kaide gibi örgütlerin varlığını ve “terör” saldırılarını bahane ederek İslam karşıtlığını ve korkusunu körüklemektedir. Çeşitli algı operasyonlarıyla toplumda öyle bir ruh hali yaratılmaktadır ki, insanlar herhangi bir Ortadoğu ya da Afrika ülkesinden gelen herkesi otomatik biçimde “İslamcı” olarak, tüm dindar Müslümanları da “fanatik İslamcı” veya potansiyel “terörist” olarak algılamaktadır. Ayrıca yaratılan bu ruh hali sayesinde Avrupa’daki Müslüman nüfus da olduğundan çok daha abartılı biçimde yüksek bir seviyede algılanmaktadır. Sanki fanatik İslamcılar Avrupa’yı istila etmişlerdir ve şimdi de kanlı terör eylemleriyle, barbarca saldırılarıyla Avrupa’ya şeriat getireceklerdir!
Bugün adına İslamofobi dediğimiz bu korkunun güçlendirilmek istenmesinin sebebi ile geçmişte yine tüm Avrupa’yı sarmış olan Yahudi karşıtlığının sebebi aynıdır. Ve tıpkı geçmişte çeşitli gazetelerde ve yayınlarda Yahudiler nasıl ki alaycı bir biçimde aşağılanarak, küçümsenerek, horlanarak resmediliyorsa, bugün de Müslümanlar için aynı yöntemler kullanılmaktadır. Charlie Hebdo dergisinin yayınladığı karikatürler buna örnektir. Bu noktada, bahsi geçen derginin yazar-çizerlerinin “solcu” oluşları ya da sadece İslama değil de tüm dinlere benzer şekilde yaklaşıyor oluşları bir şeyi değiştirmez. Çünkü birincisi, İslamofobinin ve yabancı düşmanlığının bu denli yükseltildiği bir ortamda Hıristiyanları alaya almakla Müslümanları alaya almak aynı şey değildir. İkincisi ise, sol adına darkafalı burjuva ateizmini düstur edinen ve din olgusuna Marksizmin tamamen dışında bir tarzda yaklaşan bir çizginin dindar kitleleri kazanmak ve dönüştürme çabasıyla en ufak bir ilgisi yoktur. Charlie Hebdo veya benzer çizgideki tüm sözde solcular aslında emperyalist algı operasyonlarının aleti durumuna düşmektedirler. Ayrıca dine eleştiri yöneltmekle dinleri ya da inananlarını aşağılamak, horlamak, alaya almak ve karalamak arasında fark vardır.
Açıktır ki geçmişte nasıl Yahudi karşıtlığı Avrupa burjuvazisi tarafından kasıtlı bir şekilde yükseltildiyse, bugün de İslamofobi aynı biçimde körüklenmektedir. Böylece giderek artan toplumsal huzursuzluğun ve öfkenin kanalize edilebileceği bir düşman yaratılmaya çalışılmaktadır. Kötü giden her şeyin sorumlusu olarak Müslümanlar ve göçmenler gösterilmekte, böylece kitlelerin tepkisinin düzene yönelmesi de önlenmeye çalışılmaktadır.
Hem Avrupa burjuvazisi hem de ABD, İslamofobik zeminden beslenen ırkçı ve faşist hareketleri de kimi zaman el altından kimi zaman açıktan desteklemektedir. Örneğin ABD’nin “saygın” ve bilinen gazetelerinden New York Times, saldırıların hemen ardından faşist Marine Le Pen’in bir makalesini yayınlamıştır. Finans kapitalin sesi durumundaki Wall Street Journal da boş durmamış, Le Pen’le yaptığı bir mülakatı yayınlayarak Le Pen’e övgüler düzmüştür. Peki, Le Pen ne demiştir de finans kapitalin ve Amerikan emperyalizminin bu denli dikkatini çekmiştir? Faşist Marine Le Pen, Fransa’ya sızan “radikal dinciliğin” ancak idam cezasıyla önlenebileceğini söylemekte, göçmen karşıtı politikaların güçlendirilmesini, Fransız gelenekleriyle uyuşmayan yaşam tarzlarına karşı mücadele etmeyi ve bu amaçla gerekirse özgürlüklerin ve insan haklarının rafa kaldırılmasını önermektedir. Geçmişte ihtiyaç duymadığı için ilgi göstermediği bu faşiste Amerikan medyasının şimdilerde yer açması boşuna değildir. Amerikan emperyalizmi açısından sıra faşizme doğru gelmektedir.
Fransa’da yayın yapan bir Amerikan kanalı olan Fox News’un yapımcısı da, tam Charlie Hebdo saldırılarının yaşandığı gün yaptığı bir programda, başta Paris olmak üzere Avrupa’nın tüm metropollerinde fanatik İslamcıların varlığından kaynaklı “girilemez bölgeler” oluştuğunu, polisin bile buralara giremediğini, ayrıca bu bölgelerin şeriatla yönetildiğini iddia etmişti. Birkaç gün sonraki bir programda da Müslüman nüfusun yoğun olduğu bu gibi bölgelerde şeriat mahkemeleri kurulduğu, polisin ve devletin hükmünün buralarda geçmediği söylenmişti.
Bir diğer örnek de Almanya’da hızlı biçimde gelişen PEGIDA hareketidir. Bu örgütlenmenin kurulmasının üzerinden daha bir yıl bile geçmiş değildir. Ama 350 kişiyle kurulan örgüt şimdi on binleri peşinden sürüklemektedir. Üstelik hareketin kurucusu olan şahıs kokain ticaretinden adam kaçırmaya kadar pek çok suçtan hüküm giymiş bir adi suçludur. Böyle bir örgütün ya da daha doğru deyişle çetenin, bu kadar kısa sürede onbinlere ulaşması nasıl mümkün olmuştur? Tabii ki Alman devletinin ve burjuvazisinin desteğiyle. Bizzat devlet ve istihbarat servisleri eliyle zaten gittikçe büyüyen ırkçı-faşist kitle, futbol takımı holiganları vb. bu hareketin düzenlediği mitinglere kanalize edilmiştir.
Bizzat eski İçişleri Bakanı bu hareketi desteklemekte ve taleplerinin değerlendirilmesi gerektiğini söylemektedir. Alman medyası da sürekli olarak, göçmenlerin maliyetinin faydalarından fazla olduğu, özellikle Müslümanların topluma entegre olmaya direndikleri yönünde yayınlar yapmaktadır. Talepler ise Fransız sağıyla aynıdır: göçmen karşıtı politikalara ağırlık verilmesi, en çok göçmenler yararlanıyor gerekçesiyle sosyal hizmetlerin daha da azaltılması ve “güvenlik açığı” sebebiyle askeri harcamaların arttırılması.
Burada şu noktaya da bir açıklık getirelim. Hemen her Avrupa ülkesinde hükümetler veya merkez sağı temsil eden politikacılar, tam bir ikiyüzlülükle, bir yandan tüm Müslümanları veya bir bütün olarak İslamı karalamanın yanlış olduğunu söylemekte, diğer yandan da “aşırı sağın veya ırkçı-faşist hareketin güçlenmesini önlemek için” (!) onların öne sürdükleri taleplerin değerlendirilmesi gerektiğinden dem vurmaktadırlar. Burjuva ideologları televizyon programlarında bol bol, ırkçı-faşist hareketlerin taleplerinin ve göçmen karşıtı tutumlarının tamamen yersiz olmadığından ve belli bir haklılık payı olduğundan bahsetmektedirler. Kuşkusuz bu ikiyüzlü burjuva politikasının altında bir yandan içerdeki Müslüman ve göçmen nüfusu hepten galeyana getirmemek, diğer yandan da Ortadoğu ve Afrika’da yürütülen emperyalist savaşta müttefik konumunda olan Türkiye gibi Müslüman ülkeleri tamamen karşısına almamak kaygısı yatmaktadır. Yoksa burjuvazinin “toplumdaki sağa kayıştan” rahatsız olması beklenemez.
İslamofobi sayesinde güçlendirilen ve önü açılan ırkçı-faşist hareket sayesinde Avrupa burjuvazisi, hayata geçirmekte olduğu gerici politikalara karşı soldan gelecek bir muhalefetin de önünü kesmeye çalışmaktadır. Çünkü sadece son birkaç ay içinde Avrupa’da hayata geçirilen polis devleti uygulamaları bile toplumun geniş kesimleri tarafından kuşkuyla karşılanmakta ve tepki çekmektedir.
Örneğin Fransa’nın sözde sosyalist hükümeti, saldırıların ardından 10 bin askerin sokaklarda güvenliği sağlamak için görevlendirileceğini açıkladı. Böylece Fransa’nın o meşhur “jandarma”ları sokaklara geri dönmüş oldu. Hatta savunma bakanı, tehdidin çok büyük olduğundan ve tıpkı bir başka ülkeyle savaştaymış gibi askeri güvenlik önlemlerinin uygulanması gerektiğinden söz etti. İkinci bir uygulama da elektronik gözetlemenin arttırılması olacak. Böylece sokaklardan işyerlerine kadar hayatın pek çok alanı burjuva devlet tarafından gözetlenecek. Bu konuda polisin yetkilerini arttıran bir yasal düzenleme de birkaç ay içinde gündeme getirilecek. Daha şimdiden, 8 yaşında bir çocuğun İslamcı terörü desteklediği gerekçesiyle 2 saat boyunca karakolda sorgulanması, Fransız halkını nelerin beklediğinin göstergesidir. Fransız medyası bu olağanüstü hal uygulamalarını haklı ve meşru göstermek için Charlie Hebdo saldırısını Fransa’nın 11 Eylül’ü olarak lanse etmişti.
Açıktır ki, tüm Avrupa ve kuzey Amerika’da burjuva devletler adeta bir iç savaşa hazırlık yaparcasına önlemler almaktadırlar. ABD’de Ferguson olaylarıyla açığa çıkan bu durum, Fransa’da da Charlie Hebdo saldırılarının ardından gündeme gelmiştir. İngiltere ve Almanya gibi diğer Avrupa ülkeleri de bu saldırıları bahane ederek benzer uygulamaları ivedi biçimde hayata geçirmektedirler.
IŞİD’in ve diğer El Kaide yapılanmalarının gerçekleştirdiği saldırılar, hemen her yerde Batılı emperyalistlerin planlarının bahanesi olarak kullanılmaktadır. Saldırıların hemen ardından Fransız meclisi bir uçak gemisini de, “IŞİD’e karşı mücadelede” kullanılmak üzere bölgeye göndermiştir. Fransız ordusunun IŞİD’e karşı mücadelede ABD’nin yanında yer alacağının altı çizilmiştir.
Yine IŞİD sayesinde ABD Maliki’den kurtulmuş ve Irak hükümeti üzerindeki otoritesini yeniden tesis etmiştir. Suriye’de ise, şimdilik Esad rejimini devirmeyi ikinci plana bırakmış olsa da onu sahil kesimine hapsetmiştir. Üstelik IŞİD bahanesiyle Suriye ve Irak’ta hava saldırılarının önünü açmıştır. Şimdi sırada Yemen ve Mısır (Sina Çölü) bulunmaktadır. Libya ve Afrika’nın pek çok yerinde de “İslamcı terör örgütleri” ABD’ye ve arkasında kümelenen Batılı emperyalist güçlere bolca malzeme sunmaktadır.
Almanya ve Japonya da, II. Dünya Savaşı sonrasında kısıtlanan askeri güçlerini tekrar canlandırmak ve emperyalist emellerine uygun bir orduya, silahlara sahip olmak için “İslamcı terör” tehdidini kullanmakta hiç zaman kaybetmemişlerdir. Bu arada İsrail’in Filistin halkına yönelik katliamları ve pervasızca yaygınlaştırdığı yerleşim alanları kimsenin dikkatini çekmemektedir. Paris’teki şaşaalı yürüyüşe katılan Netenyahu, “radikal İslamın saldırılarının sınırı yok. Bunlar uluslararası saldırılardır ve bunlara uluslararası saldırılarla cevap vermek gerekiyor” diyerek kendi saldırgan politikalarını aklamaya çalışmıştır.
Batı karşıtlığı mı, emperyalist-kapitalist sisteme karşı mücadele mi?
Batılı emperyalistlerin yukarıda özetlemeye çalıştığımız İslamofobik yaklaşımları ve Ortadoğu’ya dönük saldırgan politikaları, Türkiye’de ve İslam coğrafyasında yer alan diğer ülkelerde haklı olarak bir tepki uyandırmaktadır. Bu coğrafyanın burjuvaları da sırf şimdi işlerine geldiği için, Batılı emperyalistlerin bu konudaki tezgâhlarını, planlarını ve niyetlerini geniş yığınların gözünde teşhir etmekten kaçınmamaktadırlar. Ama bu teşhir hiçbir zaman emperyalist sistemin özüne yani kapitalizme yönelmemekte, bizzat kendilerinin de bu emperyalist sistemin bir parçası ve Batı’nın emperyalist planlarının uygulayıcısı olduklarına değinmemekte, kendi emperyalist politikalarının sözünü etmemektedir.
Örneğin Erdoğan, koalisyon uçakları IŞİD mevzilerini bombalarken ABD’nin niyetinin halklara özgürlük getirmek olmadığını söylemekte, ama kendisinin bu IŞİD denilen eli kanlı katil sürüsüne verdiği destekten ya da kendi savaş uçaklarının Roboski’de katlettiği masumlardan hiç söz etmemektedir. Batılı emperyalistler İslamofobiyi körükledikçe Erdoğan gibi liderler de Batı karşıtlığını gazlamaktadırlar. Yani her iki taraf da, halkların bu temelde kamplaşmasından memnundur. Çünkü bu sayede saflarını güçlendirebilmekte, muhalefeti susturabilmekte ve politikalarına zemin yaratabilmektedirler. Avrupa burjuvazisinin İslamofobi üzerinden yapmaya çalıştığını Erdoğan da Batı karşıtlığı ve İslamcılık üzerinden yapmaktadır. AKP iktidarına muhalif olan herkesi ve her şeyi Türkiye’nin önünü kesmekle, Türkiye’ye karşı komplo kurmakla suçlamaktadır. AKP’ye ve Erdoğan’ın “büyük Türkiye” hedefine karşı çıkan herkes aslında Türkiye’ye karşıdır, “paralel”dir, Batılı güçlerin “maşası”dır, vatan hainidir!
Güya büyüyen Türkiye’yi hazmedemeyenleri bertaraf etmek için otoriter ve anti-demokratik uygulamalara hız verilmekte, ülke adeta polis devletine dönüştürülmektedir. İşçilerin grevinden twitter’a kadar her şey “milli güvenlik”e ters düştüğü için yasaklanabilmekte, en ufak bir sokak muhalefeti bile anında bastırılmaya çalışılmaktadır. Kürt illerinde tam anlamıyla bir devlet terörü estirilerek Kürt hareketi sindirilmeye çalışılmakta ve/veya Hizbullah/HÜDAPAR üzerinden yapılan provokasyonlarla Kürt hareketine gözdağı verilmeye çalışılmaktadır. Böylelikle de yaklaşan seçimlere yönelik kirli hesaplar yapılmaktadır.
Amerikan emperyalizminin beslenip büyümesine zemin hazırladığı El Kaide-IŞİD gibi kanlı örgütlerin en önemli destekçileri Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi Müslüman ülkelerdir. Ve IŞİD en çok diğer Müslümanlara saldırmakta, onları katletmektedir. Yani mesele İslam karşıtlığıysa IŞİD bunun âlâsını yapmaktadır. Bölge güçlerinin her biri bu örgütleri kendi çıkarları doğrultusunda manipüle etmeye ve kullanmaya çalışmakta, bu örgütlerin düzenlediği kanlı saldırıları ve katliamları bir biçimde sahiplenmekte, göz yummaktadırlar. Bu ülkeler, bir yandan Batı’nın İslamla terörü özdeşleştirmesine karşı çıkmakta, ama diğer yandan da bu kanlı örgütleri finanse etmekten, yönlendirmekten geri durmamaktadırlar.
Ortadoğu ülkelerinin hemen hepsinde ya koyu diktatörlükler ya da baskıcı rejimler hüküm sürmektedir. En demokratik geçinen Türkiye’nin hali ortadadır. Bu rejimlerin hepsi de İslam dinini kendi çıkarlarının kılıfı haline getirmiş durumdadırlar. Dini değerlere sahip çıkmak adına toplumu itaatkâr kılmaya, baskı altında tutmaya, düşünmeyen ve sorgulamayan bir halde tutmaya çalışmaktadırlar. Sonra da İslamın barış, hoşgörü ve mantık dini olduğunu, en çok İslamın insan haklarına ve özgürlüklere sahip çıktığını vaaz etmektedirler. Egemen sınıf elinde İslam, tüm diğer dinlerde olduğu gibi, iktidarı almanın veya sürdürmenin, haksız savaşların, toplumdaki diğer sınıfları ezmenin aracı olmuştur ve halen de öyledir.
Ve tam da bu yüzden, sosyalistlere ve devrimcilere düşen, laiklik savunusu adı altında işçi-emekçi halkların dini duygularına ve değerlerine saldırmak değil, onları kazanmaya dönük sağduyulu ve gerçekten Marksizme yaraşır politikaları üretebilmektir. Burjuva aydınlanmacılığı yahut Stalinizmin çarpık din düşmanlığı “sosyalistlik” diye yutturulamaz. Bu yolla ancak ve ancak dindar işçi-emekçi kitlelerin AKP gibi partilerin arkasında yedeklenmesine hizmet edilir. Kalplerini ve güvenlerini kazanmadan onları devrim ve sosyalizm mücadelesinin saflarına kazanmak da mümkün olmayacaktır. Zaten AKP’nin istediği de budur. Böylece, komünizmin din düşmanlığı olduğu şeklindeki on yıllardır süren burjuva propagandasına daha fazla hizmet edilmiş olunur ve koca İslam coğrafyasında sosyalist hareket bir türlü işçi sınıfıyla buluşamaz. Aksine sosyalizm veya sol denilince dindar kitlelerin aklına Kemalistler veya Baasçı rejimler gelir, sosyalizm diktatörlükle özdeşleştirilmeye devam eder.
Benzer şekilde “insan hakları”, “basın özgürlüğü” ya da “dini eleştirme özgürlüğü” adı altında, ister farkında olunarak isterse olunmayarak, Batılı emperyalistlerin değirmenine su taşımak da Marksistlerin işi değildir. Marksistler kuşkusuz ki demokratik hak ve özgürlüklerin en tutarlı savunucularıdırlar, ama yürüyen emperyalist savaş gerçeğinin üzerinden atlayarak meseleyi bu hak ve özgürlüklerin İslamcıların saldırısı altında olması şeklinde ortaya koymak büyük bir gaflettir. Bu bağlamda da sosyalistlerin bir kısmı “Je Suis Charlie” diyen koroya katılarak meşrebini bir kez daha belli etmiş, burjuva liberallerin, Kemalistlerin ve emperyalistlerin tuzağına düşerek meseleyi “basın özgürlüğü” kapsamında değerlendirmiş ve solculuğu burjuva aydınlanmacılığına-ateizmine, hatta daha da kötüsü din düşmanlığına indirgemişlerdir.
Dindar işçi ve emekçilere asıl çelişkinin İslam karşıtlığı-Batı düşmanlığı ekseninde olmadığını, bu yapay kamplaştırmanın emperyalist kapışmadaki tarafların bir oyunu olduğunu ve dini kendi çıkarlarına alet eden burjuva iktidarların asıl niyetlerini gösterebilmeliyiz. Dindar işçi ve emekçiler, gönüllerinin, vicdanlarının sesini dinlemeli ve din bezirgânlarının, istismarcılarının peşinden gitmemeli, onların yalanlarına kanmamalı, işçi sınıfının bağımsız siyasetini yürütenlerin takipçisi olmalıdır. Kurtuluş işçi sınıfının devrimci mücadelesindedir!
link: Kerem Dağlı, İslamofobi, Batı Düşmanlığı ve Emperyalist Savaş, 3 Şubat 2015, https://marksist.net/node/3946
Metal İşçileri: “Biz Bitti Demeden Bu Mücadele Bitmez!”
Aşılanan Önyargıları Kırmanın Bir Adımı: Grev