Son birkaç ayda yaşananlar, faşizm kıskacındaki ülkenin içine itildiği çukurun nasıl daha da derinleştiğini gösteriyor. Ülke, üzerine zorla giydirilmiş faşist deli gömleğinin içinde kıvranıyor ve gerilimler çeşitli yönlerde büyüyor. Dışarısı, içerisi, sınıfsal sorun, ulusal sorun, kadın sorunu, çevre sorunu, göçmen sorunu… Hepsi derinleşiyor, şiddetleniyor. Görülmemiş yoksullaşma, daha fazla eşitsizlik, sağlık, eğitim ve sosyal güvenlikte çöküş ve toplumsal yaşamın diğer tüm belli başlı cephelerinde açık kötüleşme manzarası, insanların büyük bir bölümünde ülkenin bir çöküşe gittiği hissini doğuruyor.
Bu gidişat içinde varlığını sürdürmeye çalışan faşist iktidar, son birkaç aylık zaman diliminde emekçi kitlelere ve çeşitli renkten muhaliflere daha da yoğun bir saldırı kampanyası başlattı. Emekçi kitleler, dolaysız anlamda ekonomik ve sosyal şartlarını daha da kötüleştiren yeni ve ciddi saldırılara maruz kalırken, rejime farklı yönlerden karşı çıkan muhalefet çevreleri de politik saldırılarla yüz yüze kalıyorlar. Dahası, doğrudan polisiye zulmün dışında, rejimin baskıcı yönlerini, totaliter niteliğini daha da pekiştiren yeni girişimler gündemdedir. Diğer taraftan Bolu’daki otel yangını vakasında olduğu gibi, sıradan tedbirlerle önü alınabilecek felâketler dur durak bilmeksizin ülkenin üzerine adeta yağıyor. Bu korkunç olayın hemen ardından Konya’da bir bina çöktü ve benzeri birkaç hadise daha yaşandı.
Saldırılar
2023 seçimleri öncesinde kitle desteğini ve iktidar beslemesi sermayeyi ayakta tutabilmek için yürütülen ekonomi politikaları, rejimi ekonomik planda zorlamış ve seçim badiresi atlatıldıktan sonra emekçi kitleleri hedef alan ağır bir saldırı programı devreye sokulmuştu. Bu programı oluşturmak ve yürütmek üzere Mehmet Şimşek yurtdışından getirtilip bakanlık koltuğuna oturtulmuştu. Uluslararası sermayeye güven vermek için gerekli görülen bu hamleyle birlikte, önceki ekonomi politikalarının bedeli emekçi kitlelere ödetilmeye başlandı. Seçim sürecinde verilen sözler unutulurken, artık seçim baskısından da kurtulmuş olan rejim, kendisine destek veren emekçilerin önemli bölümü de dahil olmak üzere, kitleleri ağır bir yoksullaşma sürecine ve borç batağına soktu.
Önceki dönemin ekonomi politikaları dolayısıyla tavana fırlayan enflasyon bir miktar inmiş olsa da Türkiye hâlâ dünyadaki en yüksek enflasyona sahip ülkeler arasında. IMF tarafından enflasyon verisi tutulan 190 ülke arasında Türkiye 185 ülkeyi geride bırakmış durumda. Bu enflasyonun ve sözde onu indirme programının yükü tümüyle işçi sınıfının sırtına yıkılmıştır. Yüksek enflasyonla satın alma gücü ağır darbe alan işçi sınıfı, güya enflasyonu indirme adına yürütülen programın temel ayağı olarak uygulanan ücretleri bastırma politikasıyla daha da yoksullaştı. On milyonları doğrudan ilgilendiren asgari ücret zammı ve emekli ve memur maaşı zamları resmi enflasyon oranının bile altında yapılırken, kamu hizmetlerinin bedellerine yapılan zamlar resmi enflasyonun hayli üzerinde oldu. Hizmetlerin yüksek seviyeden zamlanması bir yana, emekçiler özellikle en temel sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik gibi alanlarda gitgide hizmete erişemez hale geliyorlar. Hastane randevuları örneğinde olduğu üzere ya hizmet alınamaz hale geliyor ya da tümüyle niteliksiz hizmet sunuluyor. Böylece emekçi kitleler artan ölçüde özel sağlık, özel eğitim, özel sosyal güvenlik alanına itilerek daha da soyuluyor, daha da yoksullaştırılıyorlar.
Geçim şartları hızla kötüleşen, baskılarla sindirilmeye çalışılan emekçilerin hoşnutsuzluk ve öfkesi artıyor, ülkenin birçok yerinde işçilerin sendikalaşma girişimleri ve ücret mücadeleleri yaşanıyor, baskıya rağmen kazanımlar elde ediliyor. Ancak sendikal ve politik örgütsüzlük nedeniyle kazanımlar sınırlı kalıyor, artan öfke daha yüksek siyasi mücadele yollarına kanalize olamıyor. Bilinç ve örgütlülüğün düşük düzeyini koşullayan birçok etmen var kuşkusuz. Bunlar arasında ülkenin tarihsel gelişim özgünlükleri, bir halk devrimi yaşamamış oluşu ve hâlihazırdaki faşist baskı rejimi önemli rol oynuyor. Son aylarda bir tren istasyonunda yaşanan çökme ve can kayıpları nedeniyle Sırbistan’da ve iki yıl önceki ölümlü tren kazasına dair yeni gelişmelerin ortaya çıktığı Yunanistan’da yaşanan kitlesel protestolar, aradaki farkın görülmesi açısından dikkate değerdir. Bu şartlarda kitlelerin özgüven kazanabilmesi için her düzeyde örgütlülüğün belirleyiciliği karşılaştırılamaz ölçüde daha yüksektir.
Sırbistan ve Yunanistan örnekleri özellikle çarpıcıdır. Zira yaklaşık olarak aynı günlerde benzer nitelikte bir facia Bolu’daki otel yangınıyla Türkiye’de yaşandı. Türkiye’deki burjuva düzenin ve mevcut faşist rejimin ne denli çürümüş olduğunu gösteren bu facia ne yazık ki Sırbistan ya da Yunanistan’dakine benzer bir tepkiyi doğurmadı. İnsanlar bireysel olarak acı ve öfkeyle doldular, bunu kendi sosyal çevrelerinde ve sosyal medya mecralarında dile getirdiler, ama bu, kendiliğinden ya da örgütlü bir kitlesel harekete dönüşmedi. Yangın söndürme tüpü bulundurmak gibi en basit güvenlik önlemlerinin bile alınmaması nedeniyle 78 kişinin yanarak can vermesi, düzen ve rejimin ne denli derin bir çürümeyi temsil ettiğini ortaya koyuyor. Burada kapitalist kâr güdüsünün ne denli sınır tanımayan bir açgözlülük düzeyinde olduğunu, insan hayatının zerrece önemsenmediğini, Turizm Bakanına kadar giden çürümüş nepotizm ilişkilerini, kamusal denetimin hiçbir surette işlemeyişini, yargı mekanizmasının iflasını ve daha nice rezilliği bir arada görüyoruz. Elbette bu otel yangını tekil bir örnek. Ama benzer vakalar o kadar çok ve sık ki, başta vurguladığımız sapır sapır dökülme manzarasını somutluyorlar.
Faşist rejim altında kuvvetler ayrılığının bilfiil ortadan kaldırılarak, yargının en kaba ve dolaysız biçimde yürütmenin maşası haline getirilmiş olması buradaki rezillik tablosunun önemli bir boyutunu oluşturuyor kuşkusuz. Önemli, çünkü bu mekanizma rejimin gitgide daha yoğun kullandığı bir baskı aracı halini almış durumda. Ama şu günlerde bu maşa olma halinin bile faşist iktidarın ihtiyaçları açısından yetersiz kaldığını gösteren yeni bir gelişme var. İktidar, işlevsizleştirilmiş parlamentodan yeni geçirdiği yasayla, Cumhurbaşkanı emrindeki Devlet Denetleme Kurumuna savcı ve hâkim yetkisi vererek, denetlemeler sırasında istediği kamu görevlisini doğrudan görevden almasını mümkün hale getirdi. Üstelik seçimle iş başına gelen belediye ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının (barolar ve diğer meslek odaları) yanı sıra sendikalar ve “kamuya yararlı” dernek ve vakıflar da DDK’nın yetki alanı içindedir. Öyle görünüyor ki rejim, kendi kontrolünde olmasına rağmen, yargı mekanizmasının prosedürlerinin işlemesine bile tahammül edemiyor. İşini çabuk ve kılçıksız halletmek istiyor. Devlet yapısındaki bu yeni değişiklik, rejimin totaliter niteliğini daha da pekiştiren bir adım. Yasama ve yargının yürütme karşısında ya işlevsizleştirildiği ya da yürütme elinde oyuncak haline getirildiği genel faşist devlet yapılanması, bu yeni kısa devre düzeneğiyle daha da ileriye taşınmış oldu.
Seçilmiş belediye başkanlarını çoğu durumda mesnetsiz soruşturmalar ve kayyum atamalarıyla görevlerinden alan, hapse atan rejim, şimdi bu işi daha da kolay hale getirmek istiyor anlaşılan. Elbette bu, rejimin ilk plandaki dolaysız hedefi olsa gerek. Daha genel planda, bu yeni düzenleme eğitim-öğretimden sağlık alanına, yarı-kamusal nitelikteki meslek örgütlerine kadar tüm bir kurumlar dizisini Demokles’in kılıcı altına koymaktadır. Böylece tüm devlet aygıtı, tüm kamusal kurumlar rejim yanlısı olmayanlardan temizlenip ayıklanabilecek ve yerlerine tepeden tırnağa rejimin kadro ve yandaşlarının yerleştirilmesi mümkün olacaktır.
Tüm muhalifler hedef tahtasında
Rejimin yoğunlaşan saldırılarında baş köşeyi elbette Kürt hareketi oluşturuyor. Bir yandan Kürt hareketinin seçimler yoluyla kazandığı belediyeler birer birer ellerinden alınıp buralara rejimin tayin ettiği kayyumlar kondurulurken, bir yandan da çeşitli polisiye operasyonlarla Kürt hareketinin kadroları ve Kürt hareketini bilfiil destekleyen ESP gibi çeşitli sol yapıların kadroları hapse tıkılmaktadır. Son haftalarda Mersin Akdeniz belediyesinden sonra bir de Siirt Belediyesine kayyum atanmış bulunuyor. Yerel seçimlerden bu yana yaptığımız değerlendirmelerde öngördüğümüz ve vurguladığımız gibi rejim kayyum sopasını artan ölçüde kullanmaktadır. Bu pratiğin, rejimin bir koldan yürüttüğü ve Kürt sorununda yeni bir çözüm havası veren süreçle bağdaşıp bağdaşmadığı ayrı bir konudur. Buna birazdan değineceğiz.
Rejimin yürüttüğü bu sürecin mahiyeti, içeriği, kapsamı pek belli olmadığı gibi, nereye varacağı da belirsizdir. Bu süreç esasen emperyalist savaşın Ortadoğu’daki, özellikle de Suriye’deki son gelişmelerine bağlı olarak şekillenmektedir. Bu nokta temel önemdedir ve hiçbir aşamada akıldan çıkarılmamalıdır. Bu gelişmeler çok çeşitli boyutlar barındırmakla beraber, konumuz ve rejim açısından özellikle önemli olan yönü, Kürtlerin ABD-İsrail-Batı desteğinde Suriye’de önemli mevziler kazanmakta oluşudur. Süreç her ne kadar çok karmaşık ve girift pazarlıkların/çekişmelerin konusu olsa da, Türkiye’de devlet açısından bu gidişat alarm zilleri çaldırmaktadır. Kürt hareketinin Irak’ın ardından bu kez Suriye’de de bir statü ve güç kazanması, bunun çok da sürpriz olmayacak biçimde İran’a uzanma ihtimalinin olması, ve nihayet asıl “turpun büyüğü” olarak sıranın Türkiye’ye gelmesi söz konusudur.
İşte bu nedenle alarm durumundaki faşist iktidar, bu süreci mümkün en az hasarla atlatmak ve olabilirse bazı farklı yönlerde kazanımlarla sonuçlandırmak hevesinde. Adeta varlığı unutturulmuş olan Öcalan’a birden sahneye çıkma imkânının verilmesi bu amaçladır. Ancak bir yandan Öcalan’la muamma görüşmeler sürdürülürken diğer yandan da Kürt hareketinin yasal siyasi temsilcilerine uygulanan baskı tırmandırılıyor. Bu durum, egemenler içerisindeki bir kanadın “süreci” baltalama girişimleri ya da “bensiz bu işi sürdüremezsiniz” mesajı olarak okunabilir.
Suriye’deki gelişmeler üzerinden binen basınç bir yana, halkın ekonomik sıkıntıları ve bu temelde artan hoşnutsuzluk ve öfkesinin yeterince riskli bir zemin oluşturması, faşist iktidar güçlerinin son yıllarda halk içindeki kitle desteğinin giderek azalması ve faşist Zafer Partisi dahil burjuva muhalefet odaklarının güç topluyor olması rejimi mengeneleri daha da sıkmaya itiyor. Belediyeleri hedef alan tepeden inme saldırıların CHP’ye uzanması da, “süreci baltalayacağını” ilan eden faşist Ümit Özdağ’ın hapse atılması da, İmamoğlu hakkında yeni soruşturmaların başlatılması da, Atatürklü yemin içme merasimi yapan yeni mezun genç teğmenlerin hedefe konup sonunda ordudan atılması da, Ayşe Barım gibi kişilerin tutuklanması da, bir sürü muhalif gazetecinin bir çırpıda apar topar gözaltına alınıp tutuklanması, haklarında soruşturmalar açılması da bununla bağlantılıdır. Bunlar, arkasında özel hesapların olup olmamasından bağımsız olarak, topluma gözdağı verme boyutu olan hamlelerdir.
Dahası rejim, sosyal medyayı ve popüler kimlik kazanmış ünlü sanatçıları da hedef alarak, bu mecra ve figürlerin iktidar aleyhtarı havayı büyütmesinin de önüne geçmek için hem yeni yasakçı düzenlemeler yapıyor hem de bu kapsamda çeşitli kişileri hedefe koyup Gezi direnişine atıflarda bulunuyor. “Kürt açılımı” yapan Bahçeli’nin de yüksek perdeden ön aldığı tehditler savruluyor. Bahçeli hem Gezi meselesinin yeniden gündem edilmesi vesilesiyle hem de kılıçlı yemin töreni yapan teğmenler hakkında ordudan ihraç kararının verilmesi vesilesiyle, mealen “bir siyasi hesaplaşma denemesi yapmaya kalkarsanız bedelini ağır şekilde ödersiniz” diyerek tehdidin özünü ortaya koymuştur. Rejime şu ya da bu biçimde muhalefet edenlerin, daha radikal bir muhalefet tarzına geçmeye kalkışmaları halinde gözlerinin yaşlarına bakılmaksızın ezilecekleri söylenmektedir özet olarak. Böylelikle bir kez daha görülüyor ki, Bahçeli ve onun kafasındakiler, rejimin genel çerçevesi değişmeksizin kalırken, mümkün olan asgariyle sınırlı tavizler vererek Kürt hareketinden kaynaklanan tehdidi yok etme ya da minimuma indirgeme peşindedirler; bu sorunun çözümüyle demokratikleşme gibi hedefler onların ufkunda mevcut değildir.
Ayşe Barım için savcı iddianamesinde “etki ajanlığı” suçlamasının telaffuz edilmesini burada ayrıca not etmek gerekiyor. Hatırlanacağı gibi iktidar bu suçu icat ederek yasalaştırmak istemiş ancak yükselen tepkiler nedeniyle bu iş askıya alınmıştı. Ama yasası bile çıkmayan “etki ajanlığı” suçlaması, şimdi maşa yargı eliyle fiilen uygulamaya konmuş bulunuyor. Ayşe Barım meselesinde faşist rejimin farklı türden hesaplarının da devrede olduğunu elbette görmek gerekiyor. Erdoğancı güçlerin her daim büyük önem verdiği kültürel hegemonya sorunu ve bunun popüler kültür alanındaki yansımaları konusu burada rol oynamaktadır. Rejimin, elindeki tüm devlet gücüne ve yılların çabasına rağmen henüz istediği türden bir kültürel hegemonya kuramadığı açıktır. TRT gibi bu alanın en büyük tekeli sayılabilecek bir kuruma sahipken kalkıp Ayşe Barım gibiler için “bunlar tekel” diye vaveyla koparmak inandırıcılıktan uzaktır. Muhtemelen popüler kültür alanındaki sermaye dağılımında zor yoluyla değişiklikler yapılmak istenmekte, belki de yeni çökmeler için zemin hazırlanmaktadır. Bunları zamanla göreceğiz.
Baskıların yoğunlaşması bahsine noktayı koyarken genel bir veriyi sunmak yararlı olacaktır. Adi suçların birçoğunda şartlı tahliye vb. yollarla sayısız hükümlünün cezası hapishane dışında infaz olmasına rağmen şu anda Türkiye’de hapishane nüfusu 300 bini aşarak 22 ilin nüfusundan daha fazla hale gelmiştir. Diğer taraftan rejim harıl harıl yeni cezaevleri inşa etmektedir.
2025 yılının emekçiler ve muhalifler açısından hemen her açıdan zorlu geçeceği ortadadır. Yukarıda sadece kabataslak çizmeye çalıştığımız tablo, ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel boyutlarıyla rejimin saldırganlığını daha üst boyutlara çıkarma eğilimine işaret etmektedir. Buna karşı mücadelenin yükseltilmesi için emek cephesinin oluşturulması yakıcı bir önem taşımaktadır. Burjuva muhalefet bazı kanatlarıyla Kürt düşmanlığı yapar, bazı kanatlarıyla “kırmızı kart” komedyası oynarken, emekçilerin “laik-seküler”, “Atatürkçü-dinci” şeklindeki yapay kutuplaşma ve Kürt düşmanlığı tuzaklarından kurtulmaları için çaba harcamak da önemlidir. Rejimin Suriye’yi adeta fethetmişçesine yaymaya çalıştığı havaya kapılmak emekçiler için ayrıca tehlikelidir. Bu hava boş olması bir yana, bu gaza gelmek yeni yeni kanlı kampanyalara meze olma tehlikesi içermektedir. Ortadoğu’da tüm halkların kardeşliğini ve emekçilerin birliğini esas alan bir bakış açısı emekçilerin tek gerçek çıkar yoludur.
link: Levent Toprak, Rejimin Açmazları Büyüdükçe Saldırganlığı Artıyor, 7 Şubat 2025, https://marksist.net/node/8439
6 Şubat 2023: Unutmadık, Affetmeyeceğiz, Hesap Soracağız!