İngiliz kapitalizminin derin sancısı devam ediyor. Son yıllarda Brexit krizi halini alan bu sancı şimdi apar topar gidilen yeni bir erken seçim mecrasına akmış durumda. “İstikrarın” klasik ülkesi İngiltere böylece birkaç yıl içinde seçim ve oylamalarla, bunların körüklediği sert kutuplaşmalarla, ardı ardına istifa eden başbakanlarla, seçilmemiş başbakanlarla, parlamento ve hükümet arasında kronikleşen anlaşmazlıklarla, adeta dikiş tutmayan, gelgitler içinde tıkanmış bir ülke görünümünde. Tüm bu tıkanıklık manzarasının içinde bir yanda yeni bir sol yükselişin filizleri görülürken diğer uçta da genel olarak aşırı sağ eğilimlerin yükselişi görülüyor. Kapitalizmin dünya ölçeğinde yaşamakta olduğu tarihsel sistem krizi kendisini İngiltere özelinde bu tıkanıklık biçiminde gösteriyor.
Bugün İngiltere’de işlerin geldiği nokta 12 Aralıktaki seçimin sıradan bir seçim olmanın ötesine geçtiğine işaret ediyor. Bu seçimler bir yandan İngiliz kapitalizmi açısından önemli bir kavşak noktasına gelindiğini bir yandan da emekçilerin uzun yıllardır biriken sıkıntılarının yüzeye vurmaya başladığı bir noktaya gelindiğini gösteriyor. Tam da bu nedenle ülkede uzun zamandır görülmemiş ölçüde bir politizasyon ve kutuplaşma yaşanıyor. Yüksek tansiyon altında partiler adeta seferberlik yürütüyorlar. İşçi Partisini yıpratmak için terör saldırısı kılığında müdahaleler yapılırken, yine daha önce pek görülmemiş biçimde sermaye temsilcilerinden dinsel cemaat önderlerine kadar geniş bir yelpaze doğrudan siyasete müdahalelerde bulunuyor. Baştan söylemek gerekir ki bu seçim nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın İngiliz kapitalizminin ekonomik ve politik olarak içte ve dışta içinde kıvrandığı sorunlar hal yoluna konmayacağı gibi, İngiliz emekçilerinin birikmiş derin sorunları bakımından büyük bir rahatlama da gelmeyecektir. Bu da daha uzun süre İngiltere’de suların durulmayacağı anlamına gelmektedir. Kolay ve kestirme çözümleri olmayan tüm bu sorunları ifade eden cin şişeden çıkmıştır ve onun geri döndürülmesi pek mümkün görünmemektedir. Bu nedenle her ne kadar burada dolaysız anlamda seçim gündemi üzerinden bazı tahlil ve yorumlar yapacak olsak da, bunların büyük bölümünün seçim meselesini aşan boyutları ve geçerliliği olduğunu hatırda tutmamız isabetli olacaktır.
Brexit gölgesi
İngiltere’de adeta seçimlerin artık zamanında yapılmaz hale gelmesi sonucunu doğuran sorun dolaysız anlamda Brexit sorunu. Bu son erken seçim kararı da Brexit gündeminin bir uzantısı olarak ortaya çıktı. 2017’de Muhafazakâr hükümet erken seçime gitmiş, ama Muhafazakârlar parlamentoda yeterli çoğunluk sağlayamamıştı. O erken seçim kararının amacı parlamentoda yeterli bir çoğunluk sağlayıp, böylece toplumdan sözde yeterli düzeyde bir güvenoyu almış olarak Brexit sürecini nispeten eli rahat yürütebilmekti. Evdeki hesap çarşıya uymayınca 2 yılı aşkın süredir devam eden sancılı, gelgitli süreç yaşanmış ve sonunda Theresa May selefi David Cameron gibi tası tarağı toplayıp gitmiş, yerine Boris Johnson gibi skandal bir şahsiyet seçilmeden başbakanlığa getirilmişti.
Johnson ülkeyi bir oldubittiye getirerek anlaşmasız Brexit’i sağlamayı başaramadı. Bunun için İngiltere siyasi tarihinde pek görülmemiş anayasa ve yasa ihlalleri yaptı, yüzyıllar boyunca oturmuş teamülleri çiğnedi. Bunlar arasında genel olarak bir darbe diye yorumlanan parlamentoyu askıya alma hamlesi de vardı. Ancak hem muhalefet partilerinden hem de çok çeşitli düzeylerde toplum ve burjuvazi içinden yükselen direniş nedeniyle, seçilmemiş bir hükümetin, eline olağanüstü yetkiler alarak anlaşmasız bir Brexit’i oldubitti yoluyla gerçekleştirme çabası çuvalladı. Tüm bu ve benzeri skandal manevralar boşa düşünce, Johnson apar topar ülkeyi bir erken seçime götürme yolunu seçti. Tıpkı 2 yıl önce selefi Theresa May’in yaptığı gibi.
Johnson tüm bu süreçte halkın isteklerinin ve demokrasinin gerçek savunucusuymuş gibi poz keserek puan toplamayı başardı. Theresa May’in alay konusu beceriksiz görüntüsünden farklı olarak, “halkın karar verdiği” Brexit’i bir türlü hayata geçirmeyen “müesses nizamın” karşısında adeta kahramanca savaş veren lider görüntüsü çizmeye çalıştı ve bunda belli ölçüde başarılı oldu. Zaten erken seçim kararının alınmasında bu konuda kendisine duyduğu güven etkiliydi. Topladığı puanların bir baskın seçimde kendisine sorunsuz bir parlamento çoğunluğu getireceğini hesap etti. Yapılmış kamuoyu araştırmaları bir seçim halinde Muhafazakârların açık arayla önde çıkacağını gösteriyordu. Nitekim seçim kararı alındıktan sonraki anketlerde de bu fark kendisini gösterdi.
Brexit mi toplumsal sorunlar mı?
Her ne kadar son yılların karmaşası İngiltere-AB ilişkileri ve dolayısıyla Brexit sorunu üzerinden akıp gitse de, gerçekte ekonomik ve toplumsal sorunlar altta ciddi ölçüde kabarmaktaydı. Jeremy Corbyn’in İşçi Partisinin liderliğine seçilmesi sonucunu doğuran süreç tam da bu sorunların yıllar içinde büyümesiydi. Corbyn seçildikten sonra da onunla simgeleşen politik çizgi ve program, İşçi Partisinin İngiliz işçi sınıfında uzun yıllar boyunca yarattığı derin hayal kırıklığı ve küskünlüğe rağmen partinin yeniden canlanmaya başlaması sonucunu getirmişti. Nitekim 2017’de Corbyn daha göreve yeni geldiği sırada yapılan baskın erken seçimde partinin oyları 2015 seçimine göre 3,5 milyon artmıştı. Ancak, topal ördek biçiminde olsa da Muhafazakârların yine de iktidarda kalmayı başardığı o seçimlerden sonra İngiltere siyasetine neredeyse tümüyle egemen olan konu Brexit konusu oldu. Kendi başına her ne kadar önemli bir konu olsa da Brexit işçi sınıfı açısından bir sis perdesi olarak işlev gördü, görüyor. İşçi sınıfının çok daha yakıcı olan, çok daha doğrudan meselelerini karartarak, sınıfın yanlış bir eksen etrafında bölünmesine ve kutuplaştırılmasına yol açıyor. Ne yazık ki bu sorun 12 Aralık seçimini de karmaşık hale getiriyor.
Ne var ki seçim kararının alınmasından itibaren, özellikle de İşçi Partisinin seçim programını açıklamasından itibaren, doğrudan sınıf meseleleri hızla kendilerine gündemde yer açmaya, anketlerdeki Muhafazakârlar lehine fark da kapanmaya başlamıştır. Bu haliyle seçimin siyasal bağlamı ve niteliği bir değişime uğramaktadır. Bir anlamda seçimin iki gündeminin birbiriyle yarıştığı söylenebilir: Brexit ve sosyal sorun.
Tüm dünyada olduğu gibi İngiltere’de de son 40 yılda sermayenin işçi sınıfına karşı yürüttüğü haçlı seferi yoksulluğu, sefaleti, mahrumiyeti, eşitsizliği, çeşitli düzeylerde ekonomik/toplumsal sorunları inanılmaz ölçüde arttırmıştır. Kişi başına milli gelire bakıldığında dünyanın en zengin ülkeleri arasında görünen İngiltere’de bu haçlı seferinin sonucunda bugün 14 milyon kişi yoksulluk sınırının altında yaşamakta (her 100 kişiden 22’si), bunun 4 milyonu da açlık sorunuyla boğuşmakta. Muhafazakârlar iktidara geldiğinden bu yana sokaklardaki evsizlerin sayısı yüzde 165 artmış durumda. En iyimser yaklaşım ve yöntemlerle bile 320.000 insanın da gizli evsiz (geçici konaklama durumunda olanlar, arkadaş evinde kanepede yaşayanlar vb.) olduğu tahmin edilmekte. Yine son verilere göre en zengin 6 kişinin serveti ülkedeki en dar gelirli 13,2 milyon kişinin toplam varlığına eşit.
Okullar aynı Türkiye’deki gibi temel giderlerin (kâğıt, kalem vb.) karşılanması için bile velilerin bağışlarına el açmış durumda. Bazı okulların bu sebeplerle eğitimi haftada 4 güne indirdikleri ve Cuma günleri kapalı oldukları söyleniyor. 2020’li yıllara girmek üzere olan İngiltere’de Charles Dickens romanlarını anımsatan manzaralar giderek artıyor. Özellikle çocuklarda bu romanların uzak geçmişinde kaldığı düşünülen raşitizm, kızılcık, iskorbüt gibi hastalıklar yeniden zuhur etmiş durumda. Sağlık sistemi sorununun bu hastalıkların zuhurunun da içinde yer aldığı devasa bir sorun olarak bu seçimin başlı başına büyük gündem maddelerinden birini oluşturması tesadüf değil. Dickensvari manzaralar bir yana, sağlık sisteminin gerçek anlamda bir çöküş yaşamakta olduğu söylenebilir. Emekçiler nitelikli bir sağlık hizmeti almanın çok uzağındalar. Sayısı gitgide daha yetersiz hale gelen hastanelere erişim aşırı ölçüde zorlaştırılmakta, yeterli tedavi olanakları sunulmamakta, çoğu insanın sağlık sorunları yüzeysel tedbirlerle geçiştirilmektedir. Aslında günümüz İngiltere’sinin bu sefalet tablosunun da kendi Dickens’ını sinemacı Ken Loach’ta yarattığını söylemek yanlış olmaz. Loach filmlerinde tam da gözlerden saklanan İngiltere’nin bu karanlık yüzünü tüm çıplaklığıyla ifşa etmektedir.
Corbyn çizgisi bu sorunlara el attığı, bunları ana eksen haline getirdiği ve bunlara sermayenin cebine dokunan çözümler önerdiği için emekçilerin dikkatini çekmekte, bu sorunlardan yeni yeni canları yanmaya ve gelecek umutlarının artan ölçüde karardığını hissetmeye başlayan yeni kuşaklar arasında özellikle önemli bir heyecan rüzgârı estirmektedir. Sosyal sorunun bu şekilde gündeme yerleşmeye başlaması ve emekçilerin Corbyn çizgisine artan ölçüde rağbet göstermesi sermayenin başından itibaren Corbyn’den duyduğu rahatsızlığı daha da azdırmıştır. Bunun en net ve güçlü görünümlerinden birisi, Brexit sorununda ciddi bir bölünmüşlük yaşayan İngiliz burjuvazisinin bu konudaki ayrımları neredeyse bir kenara bırakıp Corbyn’li İşçi Partisi karşısında birleşmesi oldu.
İşin doğrusu Brexit sorunu sermaye için önemli bir sorundur ve İngiliz sermayesinin önemli bölümü buna karşıdır. Bu nedenle önceki aşamada Johnson gibi sert Brexitçi birinin Muhafazakâr Partinin başına geçmesi bu kesimler tarafından hoş karşılanmamış, ama farklı dinamiklerin işlediği süreçte, işler kontrolden çıkmış, Johnson eğilimi baskın gelmişti. Bu konuda finans-kapitalin başlıca yayın organlarından Financial Times’ın çok değil bundan sadece iki ay kadar önce yayınladığı başyazıda Johnson’ın “maksatlı olarak gemiyi anlaşmasız Brexit’in kayalıklarına sürdüğü” ve “halkın parlamentoya, mahkemelere ve İngiltere’nin AB’deki ortaklarına duyduğu öfkeyi körüklediği” söylenerek bunun “tehlikeli bir yol olduğu”nun, “işbaşındaki fırtınalı 11 hafta sonunda ortaya çıkan hazin sonucun Johnson hükümetinin sorumlu tarzda hareket edeceğine güvenilemeyeceği olduğu”nun yazıldığını hatırlamak yerinde olacaktır.
Tam da sermayenin önemli kesiminin Brexit’ten rahatsızlığı nedeniyle, eski bir parti olmasına rağmen İngiliz siyasetinde fazla varlık gösterememiş Liberal Demokrat Partinin yelkenleri şişirilmeye başlanmış, bu parti ilk kez “üçüncü seçenek” olarak sivrilme eğilimi göstermişti. Şayet İşçi Partisinde Blairci çizgi hâkimiyetini sürdürüyor olsaydı sermayenin geniş kesiminin Liberaller ile bu Blairci İşçi Partisinin ortak hareket ettikleri bir politik platform üzerinden Johnson çizgisindeki Muhafazakârlara karşı konumlandığını görmek hiç şaşırtıcı olmazdı.
Sermayenin birlik ve beraberliği
İşçi Partisinin açıkladığı seçim programı emekçi kitlelerde ve gençlerde güçlü bir yankı yaptı. Sol reformist bir program olan bu program dünya kapitalizminin ve aslında esnekliğiyle nam salmış İngiliz burjuvazisinin ne derece tahammülsüz olduğunu ortaya serdi. Bu tahammülsüzlük kapitalizmin daha önceki krizlerle karşılaştırılamayacak ölçüde derin bir krizin, bizlerin tarihsel sistem krizi dediğimiz bir krizin içinde olduğunu göstermektedir. Elif Çağlı’nın bu duruma ışık tutan şu özet satırlarını hatırlatalım: “Kapitalizm, isyan ve öfke ateşi içinde neredeyse tüm dünyada peşpeşe dalgalar halinde sokaklara taşan kitleleri yatıştıracak reform kapasitesine de sahip değildir. Bu durum dünya burjuvazisini daha yıkıcı, daha gaddar ve o kadar da daha yalancı tutumlara sürüklemektedir. Gerçekte böylesi momentler egemen sınıfların güçlülüğüne değil, tarihsel çıkışsızlığına ve aczine işaret ederler.” (Kapitalizm Çıkmazda)
Öte yandan sosyal demokrat partilerin en azından son yarım yüzyıllık pratiklerine bakıldığında “radikal” görünen bir program ortaya konmuştu. Birkaç cümleyle özetlemek gerekirse program, sağlık sisteminin ayağa kaldırılması, yeni hastaneler yapılması, jenerik ilaç üretimi yoluyla ucuz ilaç temini, sağlık hizmetine erişimin önündeki tüm engellerin kaldırılması, kalitesinin yükseltilmesi ve parasız olması; okullarda öğrenci harçlarının kaldırılarak tüm eğitimin tamamen parasız hale getirilmesi; yakıcı bir sorun haline gelmiş olan barınma sorunun çözümü için derhal hummalı bir kamusal toplu konut inşa sürecinin başlatılarak yılda 150 bin yeni konut üretilmesi; British Telekom’un geniş bant kolunun kamulaştırılarak ücretsiz geniş bant fiber internet verilmesi; posta, demiryolu, su, elektrik gibi temel kamu hizmetlerinin kamulaştırılması; güvencesiz çalışma biçimlerinden sıfır-saat sözleşmelerinin yasaklanması; sektörel toplu sözleşme hakkı; emeklilik yaşı yükseltilen ve Türkiye’deki “emeklilikte yaşa takılanlar”a benzer biçimde mağdur olan kadınlara telafi tazminatı verilmesi; sendikal örgütlenmenin engellerinin kaldırılması; zenginlere ve sermayeye yüksek vergiler; büyük şirketlerin yüzde 10 hissesinin hissedarlardan işçilere geçirilmesi, çevreyle uyumlu yeni “yeşil” işler yaratılması ve bunlar gibi daha ayrıntıda birçok husus içeriyor.
İşte ekonomik-sosyal çerçevesi bu olan program kapitalistlerin nefretini kazanmış bulunuyor. Elbette Corbyn çizgisinin ekonomik-sosyal konuların dışında da ordu, askeri harcamalar, dış politika gibi konularda İngiliz emperyalizminin geleneksel politikalarına ters düşen yaklaşımları mevcut. Örneğin İngiltere’nin emperyal dış maceralardan çekilmesi, askeri harcamaların ciddi ölçüde kısılması, nükleer silah programının lağvedilmesi, Filistin-İsrail sorununda Filistin halkının yanında tutum belirlenmesi, okul çocuklarının İngiliz emperyalizminin geçmişteki suçları konusunda derslerde eğitilmesi gibi başka birçok hassas noktalara dokunan hedefler söz konusu. Bunların başta ordunun tepeleri olmak üzere devlet aygıtının derinlerinde kaşları kaldırdığı iyi biliniyor. Daha 2015’te Corbyn parti liderliğine ilk seçildiği sıralarda Sunday Times gazetesinde ismi verilmeyen bir generalin açık tehdidine yer verilmişti. General, NATO’ya, İngiltere’nin nükleer silah programına (Trident) karşı olan ve iktidara gelmesi halinde askeri harcamalarda ciddi bir kesintiye gideceğini söyleyen Corbyn’e ordunun müsamaha gösteremeyeceğini, ordu komuta kademesinin bir başbakanın ülkenin güvenliğini tehlikeye atmasına izin veremeyeceğini, “insanların” bunu önlemek için adil ya da değil her türlü vasıtayı kullanacağını söylüyordu.
Sonuç olarak Corbyn’in programının işçi sınıfı ve gençlerde yarattığı güçlü etki ve Corbyn’li bir İşçi Partisi iktidarı olasılığının ciddileşmesi burjuvazide tam anlamıyla bir “birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz günler” sendromu yarattı. Bunun doğal sonucu önceliğin Corbyn ve programının yenilgiye uğratılmasına verilmesi oldu. Bugün burjuvazinin geldiği noktayı “varsın Brexit ve Johnson olsun, yeter ki Corbyn olmasın” noktası olarak tarif etmek pek yanlış olmayacaktır. Kamusal yayın organı BBC de dâhil olmak üzere, bir ölçüde The Guardian gazetesi hariç, büyük medyanın tamamı Corbyn karşısında konumlanmış durumdadır. Yalanın, çarpıtmanın, tarafgirliğin, manipülasyonun, karalamanın yeni doruklara ulaştığı bir kara propaganda İngiltere’yi adeta esir almış durumdadır. Corbyn’i yıpratma uğruna olur olmadık konular sahaya sürülerek sahte gündemler yaratılmaya, ana gündem konuları karartılmaya çalışılmaktadır.
Örneğin antisemitizm suçlamasıyla Corbyn’in ve İşçi Partisinin üzerine gidilmesi bu sahte gündemlerin başında geliyor. Suçlamanın ciddiye alınır hiçbir tarafı olmamasına rağmen bu konu döndüre döndüre Corbyn’in önüne getirilmekte, Corbyn bu asılsız suçlamalar karşısında savunma yaparak cevap vermeye, özür dilemeye mecbur bırakılmakta. İngiltere’de büyük bir Yahudi cemaati bulunmasa da (binde 4) tarihsel nedenlerle Avrupa genelinde antisemitizm suçlamasının demokrat insanlarda ve liberallerde bir hassasiyet noktası olduğu biliniyor. İngiltere gibi her bölgeden sadece 1 vekilin çıktığı dar bölge seçim sisteminin uygulandığı bir ülkede kimi seçim bölgelerinde yoğunlaşmış cemaatlerin ve liberallerin oyları üzerinde kritik etki yapabilecek bir suçlamadır bu.
Corbyn’in ülkeye özgürlüklerin kısıtlandığı ve insan haklarının ayaklar altına alındığı, insanların korku içinde yaşayacakları bir diktatörlük getireceği suçlamasının bir ayağını oluşturmaktadır bu suçlama. Nitekim İngiltere tarihinde görülmemiş biçimde İngiltere’deki Yahudi toplumunun dini lideri konumundaki Baş Haham, Corbyn’in başa gelmesinin İngiltere Yahudileri için yaşamsal bir tehdit anlamına geleceğini söyledi. Birçok Yahudi aydın ve İşçi Partili Yahudi buna tepki gösterse de Baş Haham yapacağını yapmış oldu. Baş Hahamın bıraktığı yerden topu alan İngiliz Kilisesi Başpiskoposu yine İngiltere tarihinde görülmemiş biçimde seçimlere müdahale anlamına gelen bir çıkış yaparak Corbyn’i ve İşçi Partisini suçlayıp Haham’a destek verdiğini ilan etti. Bu da yetmiyormuş gibi Hindistan’da iktidardaki faşist Modi’nin partisinin İngiltere’deki Hindular arasındaki örgütlenmesi konumundaki Hindu Konseyi de bu seçimlerde tüm gayretiyle Johnson’a destek vermekte, seçim sürecinde Hint kökenliler arasında Corbyn aleyhine çalışma yürütmektedir. Pek kutsal bir ittifak!
Karalama ve iftira kampanyalarının yeterli olmayabileceği düşünülmüş olmalı ki tam seçim kampanyalarının kızıştığı ve İşçi Partisi seçim manifestosunun yankılandığı sıralarda birden bire Londra’nın göbeğinde bir “terör saldırısı” gerçekleştirildi. Böylece Brexit’in yanı sıra İşçi Partisinin asıl ön plana getirmek istediği sınıf sorunlarının önünde bir de bu terör konusu getirilmiş oldu. Ayrıca bununla, “terör tehdidini” küçümseyen ve askeri harcamaları kısacağını söyleyen Corbyn’in ülkeyi nasıl da tehlikelere açık hale getireceği mesajı da alttan alta verilmiş oldu.
Benzer bir korkutma ve kaos taktiği bizzat patronlar tarafından uygulandı. Büyük burjuvaların bir bölümü açık mektup yayınlayarak Corbyn başa gelirse sermayelerini İngiltere’nin dışına taşıyacaklarını belirttiler. Bu açıkça bir ekonomik sabotaj tehdidiydi. Bizzat Johnson da Corbyn’in İngiltere’ye “Stalin’in tek ülkede sosyalizmini” getirmeye çalıştığını, Corbyn’in zenginlere yönelik nefretinin Stalin’in Kulaklara yaptığı zulümden bu yana görülmemiş düzeyde olduğunu söyleyecek kadar ileri gitti.
Corbyn eğiliminin ekonomik-sosyal sorunların derinliğine belli ölçüde neşter vuran programı ve hareket çizgisi, tüm farklı politik programların ya da ara çözüm arayışlarının çökmesine ya da bir kenara bırakılmasına yol açtı, açıyor. Son yıllarda bir canlanma ve yükseliş yaşayan Liberaller özellikle AB sorunu üzerinden kayda değer bir seçenek gibi itibar kazanmaktaydı. Bunlar sözümona İngiltere’de yüzyılı aşkın süredir kökleşmiş Muhafazakâr Parti ve İşçi Partisi ikilemini kırma ve yeni bir nefes sunma havasındaydılar. Politik arenada İngiltere’nin AB içinde kalma tutumunun tek ve asli temsilcisi olarak birçok gencin de beğenisini kazanmaktaydılar. Nitekim LDP son yapılan AB parlamentosu seçimlerinde Brexit Partisiyle birlikte en yüksek oyu alan iki partiden biri olmuş, böylece hem Muhafazakâr Partiyi hem de İşçi Partisini geride bırakmıştı. Ancak 12 Aralıkta gerçekleştirilecek seçimler öncesinde keskinleşen politik ortama bakıldığında Liberallerin tam anlamıyla bir çöküş yaşadıkları, keyfini sürdükleri baharın kısa sürdüğü görüldü. Temel sorunlarda dişe dokunur hiçbir şey söyleyemeyen bir tutumun keskinleşen politik tartışma içinde iflas etmesi doğaldı elbette. Benzer bir durum özellikle AB ve Brexit sorunu üzerinden hem İşçi Partisinden hem de Muhafazakâr Partiden ayrılarak, kimi Liberallerin de katılımıyla yeni bir oluşum ortaya koymaya çalışan çevrelerin de başına geldi. Sözde ayrı bir baş çekerek yeni bir rüzgâr yakalayacaklarını sanan bu çevreler keskin çelişkilerin basıncı altında hızla silindiler.
Kutuplaşmanın yoğunluğunu gösteren bir diğer örnek de Brexit Partisinin durumu. Faşist UKIP’in bir tür uzantısı olarak kurulan bu parti özellikle AB parlamentosu seçimlerinde birinci gelmesiyle yükselişini tescil ettirmişti. Ancak önümüzdeki seçimlerde bağımsız bir tutum almanın İşçi Partisinin işine yarayacak bir hüsrana yol açacağını görünce, tüm sahte eleştirel pozlarına rağmen derhal Johnson’ın Muhafazakâr partisinin kuyruğuna takılma tutumunu benimsedi. Muhafazakârların elindeki sandalyelerin olduğu seçim bölgelerinde adaylarını çektiğini ve buralarda onları destekleyeceğini açıkladı. Sonuç olarak politik arena neredeyse tümüyle Muhafazakâr Parti ve İşçi Partisi etrafında kutuplaşmış oldu.
Sıradan bir seçim değil
Financial Times bu seçimin muhtemelen 2. Dünya Savaşından bu yana sonuçları bakımından en önemli seçim olacağını söylüyor. Bu seçimin kitleler tarafından önemsendiği, uzun yıllardır görülmemiş bir politizasyon yaşandığı açık. Bu eğilim 2017 seçimlerinde de gözlenmiş, katılım artmıştı. Bu seçim için de seçmen olarak kendini kayıt ettirenlerin sayısında rekor artış var. Kayıtlar başvuruları kapatılmadan önceki son 24 saatte 300.000 yeni seçmen kaydının yapılması bunun önemli bir göstergesi. Bu yeni kayıtların büyük ölçüde gençler olduğu açıktır, ki gençlerin giderek daha fazla politize olmaya başlaması kendi başına önemli.
Her ne kadar gerileyen, güçten düşen bir emperyalist güç olsa da İngiltere yine de dünya kapitalizminin ana üslerinden ve büyük ülkelerinden birisidir. Geçmişinin bir mirası olarak tüm dünyaya yayılan ve çeşitli dolayımlarla işleyen bir nüfuza sahiptir. Böylesi bir gücün AB çerçevesinden tam olarak çıkıp çıkmayacağı, çıkarsa nasıl bir rota izleyeceği, ABD ve diğer emperyalist güçler karşısında konumunun ne olacağı gibi sorunlar okkalı sorunlardır. Buralardaki farklı stratejik kararların sonuçları birbirinden çok farklı olacaktır. Diğer yandan böylesi bir ülkeden yükselen emekçi hareketinin ve yeni kuşakların mücadeleye ısınmaya başlamasının etkileri hissedilecektir. Başta da belirttiğimiz gibi cin bir anlamda şişeden çıkmıştır ve geri döndürmek pek mümkün değildir. Sorunlarının ağırlaşarak devam etmesi halinde bu kitlelerin ve onlara öncülük eden aktivistlerin mücadeleyi bir kenara bırakması zor görünmektedir. Geçici gerilemeler elbette olabilecektir, ama günümüz dünyasında yeni yükselişler eskisine göre çok daha çabuk gelmektedir. Çünkü sorunlar oldukları yerde durmakta ve dünyanın diğer yerlerinde olduğu gibi ağır sömürü ve baskı kitleleri tekrar tekrar harekete sürüklemektedir. İngiltere’de hareket şimdilik İşçi Partisinin kurumsal çerçevesi içinden akmaktadır, partinin üyelik yapısı değişmekte, gençleşmektedir. İleride İşçi Partisi hiç kuşkusuz hareketin gereklerine yanıt veremez hale gelecek, parti içinde son yıllarda yaşanan mücadelelerin daha da şiddetlileri yaşanacaktır. Burjuvazinin partiye ve harekete müdahaleleri daha sert, daha keskin biçimler alacaktır.
Corbyn tüm bu yükü taşıyabilecek midir? Onun tüm bu süreçte burjuvaziyi yatıştırmaya çalışan sözler ettiği de biliniyor, her ne kadar burjuvazi cephesinde şimdilik pek kâr etmese de. Dahası başbakanlık ve kabine söz konusu olursa İngiliz burjuvazisi ve devletinin yıkıcı saldırı ve sabotajları karşısında boyun eğmesi şaşırtıcı olmayacaktır. 1970’lerde yükselen sınıf mücadeleleri ve radikalizasyon koşullarında iktidara yükselen Harold Wilson liderliğindeki İşçi Partisi bu doğrultuda baskıya maruz kalmış, hatta sonradan açığa çıkan bazı kanıtlara göre hükümete karşı bir darbe hazırlığı dahi yapılmıştı ve Wilson bunlara boyun eğerek tornistan etmişti. Corbyn’in şimdiye kadar parti içindeki Blairci sağ kanada karşı fazla yumuşak davranması, bunları tasfiye konusunda tutuk davranması ciddi bir soru işaretidir. Bu kanat onu devirmek için her türlü kirli dolabı çevirmiş, sabotajlar yapmıştır. Ama Corbyn her şeyin suhulet ve “demokratik nezaket” çerçevesinde yürütülmesinde ısrar etmiştir.
Seçimin görünürdeki tüm olası sonuçları açısından bakıldığında da derin krizin çözümünün pek mümkün görünmediğini vurgulamak gerekiyor. Bir Muhafazakâr Parti zaferinin parlamentoda rahat hareket etmesini sağlayacak net çoğunluk getirmesi zayıf olasılık olarak görülüyor. Böylesi bir durumda 2017 seçimlerinde ve bugüne kadar devam eden durumda olduğu gibi Muhafazakâr Parti parlamentoda büyük oranda eli kolu bağlı kalacaktır. Diğer taraftan benzer bir küçük farklı İşçi Partisi zaferi de onu aynı konuma sokacaktır. Üçüncü bir olasılık olarak net bir Muhafazakâr Parti zaferi daha önceki değerlendirmemizde dile getirdiğimiz, başta yakıcı Kuzey İrlanda sorunu, İskoçya sorunu gibi hassas sorunlar olmak üzere bir dizi önemli Brexit sorununun şiddetlenerek gündeme gelmesi demek olacaktır. Dahası işçi sınıfına yönelik saldırıların artacak olması nedeniyle sınıf mücadeleleri yükseliş eğilimine girecektir. Tüm bu olasılıkların dışında net bir İşçi Partisi zaferi ise mevcut şartlarda İngiliz burjuvazisinin ve devletinin önemli sabotajlarıyla karşılaşacaktır. Tüm bu olasılıklar kriz durumunun değişik şekiller alarak devamı anlamına gelecektir. Elbette bu aynı zamanda hem Brexit’in hem de dolaysız ve acil sınıf sorunlarının gündemdeki yerini koruyacağı ve bu temelde mücadelelerin de devam edeceğini göstermektedir. Bu çerçevede yeni Brexit referandumları ve yeniden alevlenen AB tartışmaları gündeme gelebileceği gibi, ABD ile serbest ticaret anlaşması gibi girişimlerin doğuracağı sonuçlar da ayrı bir sorunlar kulvarı açacaktır. Durgunluk içindeki dünya ekonomisi şartlarında İngiliz kapitalizmi için ferah bir çıkış görünmüyor.
link: Levent Toprak, İngiltere: Seçimden Fazlası, 10 Aralık 2019, https://marksist.net/node/6798
Kıtadaki İsyan Dalgası Kolombiya’yı da İçine Aldı
Yaşamıyla Örnek Bir Devrimci: Sverdlov