Esas olarak Şemdinli iddianamesi ile birlikte başlayan son birkaç ayın siyasal gelişmeleri olağandışı bir sürece girildiğini ve burjuvazi içi kapışmada yeni bir raundun açıldığını gösteriyor. Bu rauntta, en azından Danıştay saldırısını takip eden ilk birkaç günün sonrasına kadar geçen sürede, hükümet statükocu güçler karşısında savunmaya çekilmek zorunda kaldı. Saldırı sonrasındaki soruşturmanın ilerleyişiyle ortaya serilenler üzerinden hükümet durumu bir nebze toparlasa da, açılmış olan yeni raunt kapanmış değildir. Aksine, özellikle cumhurbaşkanlığı sorunu üzerinden kapışmanın devam ettiği ve edeceği görülmektedir.
Şemdinli’den Danıştay saldırısına kadar geçen süreçte yaşananlar, henüz düşük perdeden de olsa, hükümete karşı 28 Şubat benzeri bir sürecin işletildiğine işaret etmekte. Bunun en şaşmaz belirtisi tam da siyasetin bir kez daha, göstere göstere, “laik/anti-laik” ikilemi temelinde kutuplaştırılmaya çalışılmasıdır. Cumhuriyet gazetesinin “Tehlikenin farkında mısınız?” sloganıyla başlattığı kışkırtıcı kampanya ve ardından birbiri ardına bu gazeteye yapılan bombalı tekbirli saldırılar, Danıştay’a yapılan silahlı baskın vb. buna işaret ediyor.
Yine aynı günlerde Demirel’in tuhaf biçimde “türbanlılar Arabistan’a” demeye getirmesi, İlhan Selçuk’un Demirel’i AKP karşıtı bir cephe için lider olarak önermesi ve cumhurbaşkanıyla gerçekleştirdiği görüşmenin ardından gazetede muhtıra benzeri bir başyazı kaleme alması; öte yandan Ecevit’in Yılmaz Büyükerşen liderliğinde benzer bir “sol” cephe önerisi yapması tabloyu yeterince tamamlıyor.
Danıştay saldırısı bu sürecin üzerine gelmiştir ve onun zirve noktasını oluşturmaktadır. Bu saldırı etrafında ortaya çıkanlar da 28 Şubatçı bir provokasyonun tipik izlerini taşıyor. Saldırganın aracında, türbanla ilgili kararı veren Danıştay üyelerinin resimlerinin yer aldığı dinci Vakit gazetesinin bulunmasından tutun, saldırı sonrasında başlayan ve bir yönüyle Uğur Mumcu suikastı sonrasındaki gösterileri andıran manzaralara, hezeyan dolu kalabalıklarla takviye edilen cüppeli Anıtkabir yürüyüşlerine, atılan sloganlara (“Türkiye laiktir, laik kalacak!”, “Mollalar İran’a!”), CHP önde olmak üzere ordu, yargı ve üniversite sözcülerinin beyanatlarına bakıldığında bunu görmemek mümkün değil. Dinci basını bir yana koyarsak, bütün büyük sermaye medyasının olayı derhal “laik, demokratik cumhuriyete yönelik bir saldırı” olarak lanse eden tutumu da resme oturmaktadır.
Ancak eyleme ilişkin ortaya çıkan olgular, şeriatçı bir komployla zerrece alâkası olmayan biçimde, Kızılelmacıların rol aldığı bir kontrgerilla operasyonunu açıkça ortaya koyuyor. Operasyonun hedefinin “laik demokratik cumhuriyet” olduğu lafügüzaftır. Hedef hükümettir. AKP hükümetinin statükocu güçlerle öteden beri yaşamakta olduğu gerginliği, son cumhurbaşkanlığı çekişmesi doruğa çıkarmıştır. Hükümetin yeterli siyasi güce kavuştuğu zehabıyla kendisine yapılan uyarıları kulak arkası ederek ya da bunlar karşısında efelenerek kendini güç duruma düşürmesi, kendisine yönelik bu saldırıya ortam hazırlamıştır.
Cumhurbaşkanlığı sorunu ne ifade ediyor?
Hükümetle burjuvazinin statükocu güçler arasındaki itiş-kakış bir süredir cumhurbaşkanlığı sorununa odaklanmış durumdaydı ve bu sorun daha da depreşerek devam edeceğe benzemektedir. Ancak bu bizi yanıltmamalıdır. Cumhurbaşkanlığı sorunu meselenin ta kendisi ya da tamamı değildir. O nedenle “bütün mesele cumhurbaşkanlığıdır” diyenler ya yanılıyorlar ya da yanıltıyorlar. Gerçekte çok daha geniş kapsamlı bir niteliği bulunan kapışma, cumhurbaşkanlığı meselesinde sadece özet bir ifadeye kavuşmaktadır. Bunun gerisinde geniş bir bağıntılar zinciri bulunuyor ve cumhurbaşkanlığı seçimini kanlı bir hesaplaşma düzeyine çıkaracak denli önemli hale getiren nedenler de burada yatıyor.
Bu nedenle kanlı cadı kazanının yüzeydeki dinamiğini oluşturan cumhurbaşkanlığı sorununu öncelikle netleştirmek gerekiyor. Statükocu düzen güçleri, önümüzdeki yıl Nisan ayında belirlenecek olan yeni cumhurbaşkanı için hükümeti Erdoğan ya da Arınç gibi birini cumhurbaşkanı seçtirmekten alıkoymaya çalışmakta ve bu bağlamda iki seçenekten birine zorlamakta: bu kesimlerin gönlünü hoş edecek türde bir aday belirlemek ya da bir erken seçime giderek cumhurbaşkanını bileşimi değişmiş bir parlamentonun seçmesinin yolunu açmak. Hükümet, üzerine bindirilen tüm basınca rağmen şimdiye kadar cumhurbaşkanlığından caydığını gösterecek bir adım atmamakta direndiği gibi, bir erken seçime de şiddetle karşı çıkmıştır.
Cumhurbaşkanlığı sorunu ne bakımdan bir ağırlık oluşturuyor? Öncelikle somut ve dar anlamıyla bu makamın rejimin özgün yapısı içinde elinde barındırdığı güçler nedeniyle. Özgün tarihsel gelişimi itibariyle Türkiye’de devlet gücü, ordu, hükümet ve cumhurbaşkanlığı olmak üzere üç ayağa oturmaktadır. Cumhurbaşkanı devletin başıdır, MGK’nın başıdır, yüksek yargı (Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu) ve üniversite başta olmak üzere bütün temel yüksek düzey atamalar bu makam eliyle yapılır… Bu kurumlar AKP gibi bir partinin kadrolaşmak ve kendi geleceğini güvenceye almak bakımından (ordu bir yana) en büyük önem verdiği kurumlardır. İslamcı geleneğin uzun yıllardır devlete nüfuz etmek için yoğun bir çaba harcadığı, kanıtı gerektirmeyen bir olgudur. Kemalistlerin uydurmacası olan şey AKP’nin bir şeriat hedefiyle hareket ettiği iddiasıdır. Ama muhafazakâr bir kadrolaşma olgusu uydurmaca değildir. Bu kurumlar ve 12 Eylül Anayasası sayesinde bunların oluşumunda etkin bir konumda bulunan cumhurbaşkanlığı makamı şimdiye kadar resmi ideolojinin temel kaleleri olagelmişlerdir. AKP elinde güç varken bu kaleleri de ele geçirme fırsatını doğal olarak kaçırmak istememektedir.
Ama cumhurbaşkanlığı daha genel ve simgesel anlamıyla da önem taşıyor. AKP’nin de içinden geldiği gelenek, geçmişten beri rejim tarafından sola ve işçi hareketine karşı bir dalgakıran olarak beslenip semirtilmiş olan bir gelenektir. Ancak rejimin elit egemenleri, hizmetleri karşılığında bu harekete çok şey vermiş olsalar da, bu kesimleri her zaman ikinci sınıf bir hizmetçi olarak aşağılamış ve en kritik kurumlardan hep uzak tutmuşlardır. Dolayısıyla bu gelenekten gelen bir parti için cumhurbaşkanlığını ele geçirmek çok şey ifade etmektedir. Bu makamı yitirmemek de aynı şekilde geleneksel laikçi-statükocu güçler için çok önemli.
AKP’nin sıkışma süreci
AKP için sıkışma sürecinin tetiklenmesinde cumhurbaşkanlığı sorunu önemli bir rol oynasa da, bu sıkışmanın başlamasında belirleyici olan etmen ve olaylar daha derinlerdedir. AKP’ye iktidar vizesi veren güçler esas olarak ABD (ve etkisi daha sınırlı olan AB) emperyalizmi ile büyük sermaye idi. Bu iki önemli unsuru dikkate almak durumunda olan ordu da, zaten Refah Partisine dönük bizzat yürüttüğü terbiye operasyonunun bir ürünü olan AKP’yi ister istemez sineye çekti. Ancak AKP hem sürekli olarak onun çatık kaşları altında hareket etmek durumundaydı, hem de ABD ve büyük sermayeden aldığı kredi koşulluydu.
Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki, ABD ve büyük sermayenin yanı sıra ordu da, AKP’yi bir hususta önemli bir fırsat olarak değerlendiriyordu. Türkiye’de dinsel duyarlılıkları olan oldukça geniş bir halk kitlesinin, özellikle AB projesi üzerinden modern yaşama uyarlanarak, kontrollü biçimde düzene entegre edilmesinde AKP’nin işlevli olabileceği hesap ediliyordu.
AKP’nin büyük sermayenin ve ABD’nin desteğini almış olmasının sebebi onların programını hayata geçirme vaadi ve bünyesindeki kimi aşırılıklara izin vermeyerek uslu davranma sözüydü. Elbette AKP’nin de kendince bir hesabı vardı. Milli Nizam geleneğinden gelen ve 28 Şubat ürünü bir hareket olarak her şeyden önce siyasal varoluş hakkını güvenceye alabilmesi gerekiyordu. Bunun için de arkasına aldığı desteği ordunun siyasal yaşam üzerindeki etkisini kırmada kullanmayı hesap ediyordu. Büyük sermayenin AB projesi zaten bunun için elverişli bir kılıf sunuyordu. Emperyalizmin ve büyük sermayenin isteklerini yerine getirmeye çalışırken, aynı zamanda, bir yandan temsilcisi olduğu irili ufaklı İslamcı sermaye gruplarının beklentilerini ve bir yandan da kendine açabildiği alan ölçüsünde partinin çekirdek desteğini oluşturan muhafazakâr tabanın beklentilerini yerine getirebilmeyi ummaktaydı.
Ancak AKP’ye iktidar bahşeden faktörler aynı zamanda dünya ölçeğindeki çelişkilerin o kadar doğrudan bir parçasıdır ki onu sürekli diken üstünde tutmaktadır. Hatırlayacak olursak, Ecevit hükümetinden umduğunu bulamayan ABD, Irak konusunda kendisiyle işbirliği yapmayı vaat eden AKP’ye iktidar yolunu açmıştı. Ancak önce tezkere kazasıyla savaş sürecinde, sonra da işgal döneminde ABD’nin isteklerine hizmet edememesi, ve nihayet Suriye ve İran başta olmak üzere Ortadoğu konularında da ABD’nin isteklerini tatminkâr biçimde yerine getirmemesi AKP’nin sıkışma sürecindeki önemli etmenlerden biri oldu.
AKP’nin ABD emperyalizminin beklentilerini yerine getirememesi nedeniyle aradaki sürtüşme uzun süredir devam ediyor. ABD’nin kendi hesabına AKP hükümetini gözden çıkarıp çıkarmadığı konusunda kesin bir şey söylenemese de, hükümetle statükocu güçler arasındaki gerilimlerden yararlanmak istediği çok açıktır. Yaşanan son krizin de açıkça ortaya koyduğu gibi ABD Türkiye’de oluşan böyle sisli ortamları hükümeti kendi çıkarları doğrultusunda sıkıştırmak için kullanmaktadır. Şimdi dünya gündemindeki temel konu ABD emperyalizminin İran’a yönelik baskıları ve saldırı ihtimalidir. ABD’nin bir süredir dünya ölçüsünde yükselttiği İran düşmanı havaya AKP hükümetinden henüz yeterli desteği bulamamış olması da onu sıkıştırma nedenlerinden biri olarak bu sürece eklenmektedir. Hükümet tam da bu nedenle bu günlerde ABD ile ilişkilerini düzeltmeye çaba harcamaktadır.
Hükümetin sıkışma sürecinde diğer önemli konu ise Kürt sorunudur. Hükümet Öcalan’ın yakalanışından beri PKK tarafından sürdürülen ateşkes süreci nedeniyle sorunu yok sayma gafletinde bulundu ve ciddi hiçbir adım atmadı. Kürt hareketi de bu süre zarfında hükümetten beklentilerini yitirmeye başladı. Bu sabır yitimi Kürtlere yönelik provokasyonlarla birleşince silahlı mücadele yeniden başladı. Bunun üzerine apar topar adım atar gibi yapan hükümetin kimlik tartışmalarını başlatması tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. Bu korkak girişim statükocu güçlerin provokasyon ve katliamlarını daha da hızlandırmasına yol açtı ve hükümet tükürdüğünü yaladı. Provokasyonlar süreci Şemdinli’de bir dönüm noktası yaşadı. Hükümet suçüstü yakalanmış olan kontracılar üzerinden bunu bir fırsat olarak değerlendirmeye ve statükocu kanada karşı mevzi kazanmaya çalıştı. Ancak buna gücü yetmediği gibi, kaçınılmaz olarak aldığı kombine darbelerle geri adım atmak zorunda kaldı.
Bu bizi sıkışma sürecinin bir diğer boyutuna, yani orduyla ilişkinin seyri konusuna getiriyor. Hükümet aylar öncesinden, genel olarak kendisine karşı saldırgan bir tutum izlememiş olan mevcut Genelkurmay Başkanının görev süresini uzatmanın ve böylece şahin kanadın temsilcisi görünümündeki Büyükanıt’ın genelkurmay başkanı olmasını önlemenin zeminini yoklamaya başladı. Ancak Genelkurmay Başkanı bu manevrayı boşa çıkardı. Hükümet tam da bu nedenle Şemdinli’yi Büyükanıt’ı yıpratmak için kullanmaya çalıştı, ancak girişimi geri tepti. Zaten bir dizi sorunda (Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu, AB uyum paketleri vb.) gerilemekte olan statükocu güçler için bu manevra bir bakıma bardağı taşıran damla oldu. Genelkurmay’ın Şemdinli iddianamesine cevap olarak hükümete verdiği muhtıra ve sonrasında Genelkurmay Başkanının ve bizzat Büyükanıt’ın Başbakanla görüşmeleri sonucunda Erdoğan ve Gül’ün bir hafta boyunca “hastalanarak” gözlerden uzaklaşmaları aslında çok şey anlatıyordu. Hükümet derhal iddianameyi hazırlayan savcıyı ve “hırsız evin içinde diyen” Emniyet İstihbarat Daire Başkanını gözden çıkardı. İşte AKP’nin 28 Şubat’ı somut olarak burada başladı diyebiliriz. Sınıra 250 bin askerin yığılarak operasyon başlatılması ve Hakkari’de tankların yürütülmesi de bunun bir parçasıdır. Hükümetin uzun süredir oyalamakta olduğu ve eskisinden beter baskıcı düzenlemeler getiren yeni Terörle Mücadele Yasası tasarısının meclise getirilmesini de buna eklemek gerekiyor.
Tüm bu cephelerde işlerin sarpa sarması, süreç içinde AKP’nin büyük sermaye ile ilişkilerinin yer yer bozulması anlamına gelmektedir. Aslında AB’den müzakerelerin başlama vizesinin alındığı ve hükümet için bir zafer yürüyüşü olduğu sanılan 2005 Kasımı, hükümetin sıkışma sürecinde önemli bir dönüm noktası oldu diyebiliriz. Çünkü bu gelişme, yeterli siyasal zemin kazandığı zehabına kapılan AKP’nin büyük sermayenin işlerini boşlamasına ve kendi özgül parti çıkarlarına dönük çabalarına daha fazla odaklanmasına yol açmıştır. AB uyum sürecinde işlerin tavsatılması, ekonomide IMF nezaretinde yürütülen saldırı programının istenilen hızda yürütülmemesi, hükümetin kendi efradını ihya etmede aşırılıkları, Merkez Bankası gibi burjuvazinin cebini çok yakından ilgilendiren kurumları tüm uyarılara rağmen kendi partizan kontrolüne alma girişimi gibi gelişmeler büyük sermayeyi kızdırmıştır.
Medyanın sık sık AB işlerinin tavsadığından, ekonomide “yapısal önlemlerin” geciktirilmesinden yakınması ve hükümeti eleştirmesi boşuna değildir. Diğer taraftan büyük sermayenin başından beri hükümetten beklediği şeylerden birisi, rejimin laiklik konusundaki takıntılarını azdırmaması, bu konuda statükocu güçleri galeyana getirecek gereksiz hareketler yapmamasıydı. Ancak hükümet bu konuda da birçok faul yapmaktan kendini alamadı. Hepsinin üstüne tüy diken ise, hükümetin uyarılar karşısında kendisine çeki düzen verecek yerde büyük sermaye temsilcilerine dayılanmaya kalkmasıydı. Şubat sayımızdaki yazımızda (Burjuvazinin Demokrasi Oyunu) Başbakanın Mustafa Koç hakkında soruşturma başlatmasının ve TÜSİAD’ı azarlamasının “cami duvarına işemek” olduğuna dikkat çekmiştik. Önemli önemsiz birçok olayda açıklama yapıp gündeme müdahale eden TÜSİAD’ın, şimdi Danıştay saldırısı sonrasındaki gelişmeler karşısında musalla taşı gibi sessiz durması hükümete bir uyarıdır.
* * *
Birbiriyle örtüşen ve iç içe geçen tüm bu gelişmelerin sonucu olarak AKP kendisini iktidara taşıyan hamilerini kızdırmış ve Şemdinli iddianamesi sonrasında yediği muhtırayla birlikte Mart ayından itibaren bir sıkışma sürecine girmiştir. Şimdilik, hükümet erken seçim ilan etmedikçe ya da cumhurbaşkanlığı sevdasından vazgeçtiğini ortaya koymadıkça statükocu güçlerin tertipleri devam edecek gibi görünüyor. Bu da yeni komplolarla dolu bir süreç anlamına gelmektedir. Hükümet ilerleyen komplolar boyunca da ayak sürürse, süreç provokasyon eylemlerinin ötesine geçebilir. Hakkari’deki tank geçidi her ne kadar Kürtlere gözdağı için yapılmış gibi görünse de, o tanklar hükümet için de bir uyarı anlamını taşıyordu. Ancak büründüğü kılık gereği mesaj pek kuvvetli değildi. İlerde mesajın daha dolaysız anlaşılacağı tank geçitleri, balans ayarları ve gürültülü MGK bildirileri söz konusu olabilir. Bunlara paralel olarak CHP’nin ve cumhurbaşkanının yeni hamleleri, AKP grubunun bölünmesi, parti içinde provokasyon ve skandallar, ekonomik sabotaj, manipüle edilmiş kitle gösterileri gibi girişimler de olabilir. Özetle statükocu güçler cephesinin elinde bolca enstrüman bulunmaktadır ve durumun gereklerine göre bunlar değişik dozlarla devreye sokulabilir.
Ancak, Danıştay saldırısının olduğu gün ve ölen hâkimin cenaze töreninin yapıldığı ertesi gün tam anlamıyla köşeye sıkışmış haldeki hükümetin, takip eden birkaç gün içinde havayı bir ölçüde değiştirmeyi başardığına da dikkat çekmek gerekiyor. Bunu soruşturmayı yönlendirebilmesi ve işi gerçekleştirenlerin dincilikle pek alâkaları olmadığını teşhir etme fırsatını bularak, dikkatleri kontrgerilla üzerine çekebilmesi sayesinde sağlamıştır. Bunun kontrgerilla teşkilatının açığa çıkarılması ve temizlenmesi anlamına gelmediğini ve gelemeyeceğini belirtmeye gerek yok elbette. Bir devrim olmadıkça bu kan ve pislik yuvasının dağıtılması asla mümkün değildir. Hükümet şimdilik kendisi açısından yeterli sonucu elde etmiş, yani aleyhindeki güçlü havayı kırmayı başarmıştır. İlerleyen günlerde bu sansasyonel ifşaat sağanağından aynı Susurluk sonrasında olduğu gibi pek bir şey çıkmadığını görmek hiç şaşırtıcı olmayacaktır.
Danıştay provokasyonu ilk bir-iki gün dışında tam istenen sonuçlara ulaşamadı. Genelkurmay Başkanının “tepkilerin tek bir günle sınırlı kalmayıp, süreklileşmesi gerektiğini” söylemek zorunda kalması ve CHP sözcülerinin soruşturmanın gidişatı karşısında süngülerinin düşmeye başlaması da bunu göstermektedir. Hükümet de salvoyu atlatmanın cesaretiyle yine “erken seçim yok” çıkışı yapmakta gecikmedi. Bunun “cumhurbaşkanlığı sevdasından vazgeçtim” anlamına mı geldiğini, yoksa kuru bir horozlanma mı olduğunu önümüzdeki günlerde göreceğiz. Hatırlanacağı gibi hükümet Şemdinli sonrasında da inisiyatif yakaladığı zehabına kapılmış, ancak ardından kafasını duvara toslamıştı. Diğer taraftan hükümetin ilk havayı kırmakla birlikte güç dengesini lehine çevirmiş olduğu ve kendisini kurtarmış olduğu söylenemez. Hâlâ hedef tahtasındadır ve hamilerinin desteğini yeniden almadıkça da bunun değişmesi mümkün değildir.
Ancak hükümetin içine düştüğü sıkışıklıktan kurtulup kurtulmayacağı bir yana, gerici statükocu güçlerin yükselttiği faşizan saldırıların gerçek mağdurunun işçi sınıfı ve Kürt halkı olacağı çok açıktır. Yeni TMY tasarısı, Kürt halkına dönük yeniden şiddetlenmeye başlayan saldırılar, ülkenin değişik yerlerinde sayısı giderek artan, Kürtlere ve solcu öğrencilere yönelik linç girişimleri, “laikliği koruma” maskesi altında militarist-faşizan gidişin rengini yeterince göstermektedir. Tüm bunlara son haftalarda dünya ekonomisinde yaşanan ve Türkiye’yi de fazlasıyla etkileyen çalkantıları ve yeni yıkımları da eklediğimizde, ülkeyi hiç de güllük gülistanlık bir atmosferin beklemediğini görmek zor değildir.
Yükselen saldırıları durdurabilecek tek gerçek potansiyel güç olan işçi sınıfı, ne gelişmelere ilgisiz kalmalı, ne de egemenler arası bu güç kavgasında onlardan birinin peşine takılmalıdır. İşçi sınıfı başka birçok konuda olduğu gibi “laik/anti-laik” türünden burjuva kutuplaştırmaların tuzağına düşmeyerek kendi bağımsız sınıf hattını örmelidir.
Şimdilerde sağdan soldan çeşitli cephe önerileri yükseltiliyor. Ancak Kürt halkına dostluk eli uzatmayan ve burjuvaziyi tüm kesimleriyle bir bütün olarak hedef tahtasına koymayan her türlü cephe önerisi işçi sınıfını ölümcül bir bataklığa sürükleyecektir. İşçi sınıfının perspektifi “sınıfa karşı sınıf” anlayışıyla birleşik bir emek cephesini inşa etmek olmalıdır.
link: Levent Toprak, Halkın Sırtında Deve Güreşi, 16 Haziran 2006, https://marksist.net/node/1034
Aşılması Gereken Bir Zirve: 15-16 Haziran Direnişi
Oyunu Bozalım