Ekonomik kriz sıkıştırdıkça kapitalistler can havliyle işçi sınıfına saldırıyorlar. Çünkü kâr oranları düşüyor, yatırımlar kısılıyor, stoklar elde birikiyor. Borsalar sürekli olarak düşme eğiliminde. Dünyanın hemen her ülkesinde, öncelikle mali açıdan daha zayıf durumda bulunanlardan ve küçük ölçekli işletmelerden başlamak üzere iflasların sayısı hızla artıyor. Yüz binlerce işçi çalıştıran çokuluslu tekeller bile fabrikalarını kapatıyor ve işçi çıkartıyorlar. Tensikat, yani işçi kıyımı, kriz dönemlerinde kapitalistlerin hep ilk başvurduğu yöntemdir.
Geçtiğimiz yıl içinde ABD’de başlayarak hızla bütün Avrupa’yı saran “mortgage krizi”nin ilk faturası da on binlerce işçinin işsiz kalması olmuştur. Bizler gazete ve televizyonlarda okuyup izlemeye başlamadan çok önce, finans sektöründe işten çıkartmalar başlamıştı. Sendikaların verdiği rakamlara göre geçen yıldan bu yana, bu sektörde çalışan 250 binden fazla Amerikalı işini kaybetti. Örneğin sadece dünya devi Citigroup geçen yılın ortalarından bu yana 60 bin kişiyi işten çıkardı, halen de çıkartmaya devam ediyor. Yine 2007 yılından bu yana Wall Street’te 83 bin kişi işini kaybetti. Citigroup, Goldman Sachs ve Morgan Stanley gibi dev yatırım bankalarında işçiler sokağa atılıyor. Hâlâ işinin başında olan işçilerin ücretlerinde ise ortalama %20 gerileme yaşandı.
İşten çıkartmalar sadece bankacılık sektörüyle sınırlı değil kuşkusuz. Dünyanın en büyük tekellerinden olan ve tüm dünyada 100 binden fazla çalışanı bulunan General Motors (GM), Kuzey Amerika’da bulunan dört fabrikasını kapatacağını ve burada çalışan 10 binden fazla işçinin işsiz kalacağını duyurdu. Bu sayı kademeli olarak 25 bine ulaşacak. GM’yi Ford ve Chrysler gibi tekeller takip ediyor. 2008 yılının ilk üç ayında sadece otomotiv sektöründe işten çıkartılanların sayısı 50 bine ulaşmış durumda. Benzer şekilde, mortgage krizinden en çok etkilenen inşaat sektöründe de resmi rakamlara göre 60 bine yakın kişi işini kaybetmiş durumda. Bu sektörde kayıt dışı çalışma çok yaygın olduğundan, gerçek rakamın çok daha fazla olduğu belirtiliyor. Dünyanın ikinci büyük cep telefonu üreticisi Motorola da 7 binden fazla işçiyi sokağa attı. Tüm dünyada binden fazla şubesi bulunan Starbucks firması da, ABD dâhilindeki 600 şubesini kapatacağını ve 12 bin kişiyi işten çıkaracağını duyurdu.
Avrupa’da da durum farklı değil. Avrupa’nın ve dünyanın sayılı tekellerinden Siemens, BMW ve Henkel firmaları, geçen yılı kârla kapatmalarına karşın istihdam azaltımına gideceklerini duyurdular. BMW Almanya’daki fabrikalarından 8 bin kişiyi, Siemens 7 bin işçiyi işten çıkartacak. Daimler-Chrysler 6 bin 500 kişiyi, ünlü ilaç tekeli Novartis 2 bin 500 çalışanını, Volvo 1000 işçisini çıkartacağını duyurdu. Hava savunma ve uzay şirketi Airbus, yeniden yapılanma planına göre Avrupa çapında 10 bin işçinin işine son vereceğini açıkladı. Şirketin toplam 56 bin çalışanı bulunuyor, yani toplam işçi sayısının 5’te 1’ine yakın oranda bir tensikat söz konusu. Benzer şekilde, Ocak ayından bu yana hisseleri %14 oranında değer kaybına uğrayan American Airlines şirketi de, çalışanlarının 1,8 milyar dolarlık bir “fedakârlığı” karşılayamadıkları takdirde iflas edeceğini açıkladı. Bunun anlamı, ücretlerin düşürülmesi ve işçi çıkartılarak çalışma saatlerinin uzatılmasıdır.
Ancak dünyayı avucunun içine almış olan tekellere bu da yeterli gelmemektedir. Krizi bahane ederek Avrupa ve Amerika’daki fabrikalarını kapatan yahut üretimlerini kısan şirketlerin bir kısmı, sermaye ihracı yoluyla yatırımlarını işgücü maliyetlerinin daha düşük olduğu ülkelere kaydırmışlardır. Ayrıca bu ülkelerde işçi sınıfı çok daha örgütsüzdür. Böylece sermaye, hem Batı’nın gelişmiş ülkelerinde işçi sınıfının elde etmiş olduğu tarihsel kazanımların kendisine dayattığı “maliyetlerden” kurtulmuş olmakta, hem de işsizlik kırbacını kullanarak sendikaları ve işçileri hizaya sokmakta önemli avantajlar elde etmektedir.
Tekellerin yatırımlarını neden daha geri ülkelere kaydırdıklarını daha iyi anlamak için örneklere göz atalım. Meselâ Çin’de yapılacak olimpiyat oyunlarına milyonlarca dolar harcayarak reklâm veren spor giyim tekelleri, Çin, Vietnam, Tayland gibi ülkelerdeki fabrikalarında işçileri ayda 10 dolara kadar düşebilen korkunç ücretler karşılığında ve yaklaşık günde 13 saat çalıştırabiliyorlar. Üstelik bu işçilerin büyük bir kısmı da çocuklardan oluşuyor. Nike, Adidas gibi tekellere ait bu fabrikalarda, çoğu zaman fazla mesai ücretleri ödenmiyor. Hindistan’da evlerinde futbol topu dikim işi yaptırılan işçiler günde 10 saat çalışıp ancak 1,5 dolar kazanabiliyor. İşçiler bu şartlarda çalışırken tekellerin 2005 yılı kârı ise 75 milyar dolar oldu.
Benzer şekilde ünlü tekstil ve moda firmalarının da birçoğu üretimlerini Çin, Tayland, Pakistan ve Bangladeş gibi ülkelerde yaptırıyorlar. Hepsinde çocuk işçi çalıştırılıyor (çünkü daha az ücret alıyorlar) ve zorla yaptırılan fazla mesai ücretleri ödenmiyor.
Konu sadece düşük ücretler de değil. Amerikan tekeli GM, işçilerin ve ailelerinin sağlık harcamalarının “çok büyük bir yük oluşturduğunu” ileri sürerek, üretimi Çin ve Hindistan gibi ülkelere kaydıracağını söylemişti. Böylece işçilerin sosyal haklarına yönelik harcamalardan kurtulacak ve zararını azaltacaktı. GM’nin Amerika’daki fabrikalarında çalışan işçilerin ve ailelerinin, emekli olmuş olanlar da hesaba katılırsa, 1,1 milyon kişiyi bulduğu düşünüldüğünde, böylesi bir yönelimin işçiler için nasıl büyük bir kayıp olacağı daha iyi anlaşılacaktır.
Tekellerin, işçilere reva gördükleri bu muameleyi sadece geri ülkelerde yaptıkları sanılmasın. Bizzat kendi metropollerinde de durum farklı değildir. Metropollerde çalışan göçmen işçilere ödenen ücret, genel olarak asgari ücretin yarısı kadar. Üstelik çoğu kaçak çalıştırıldığı için işverene sigorta, vergi gibi maliyetleri de olmuyor. Çoğunlukla geçici olarak çalıştırıldıklarından, işleri bittiğinde sokağa atılıyorlar. Hiçbir sosyal hakları ve güvenceleri yok. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinde yaşasalar da, yaşam koşulları son derece kötü. Örneğin, Hindistan’dan ABD’ye tersanelerde çalışmak üzere getirtilmiş işçilerden, 24 kişi kaldıkları konteynır barakalar için 1000 dolar kira isteniyor. Hakkını aramaya çalışanlar konteynırlara kitleniyor, dövülüyor veya göçmen polisine ihbar edilmekle tehdit ediliyorlar. Belçika’da kurulu Ford fabrikasında çalışan göçmen işçiler ise, ki tüm çalışanların %70’ini oluşturuyorlar, işyerinde bulundukları sürece Flamanca konuşmaya zorlanıyorlar ve anadillerinde konuşmaları işten çıkartılmaları için yasal gerekçe sayılıyor.
İşçi sınıfına gelince ulusal çıkarlardan, fedakârlıktan, vatandan, vatanseverlikten bahsetmeyi pek seven burjuvaların, kârları söz konusu olduğunda bir anda gerçek yüzleri ortaya çıkmaktadır. Burjuvalar, kârsız olduğu gerekçesiyle kapattıkları fabrikalar yüzünden işçileri “kendi vatanlarında” işsizliğin ve yoksulluğun pençesine terk ederken, ucuz işgücü ve daha elverişli çalışma koşulları uğruna sermayelerini “yabancı” ülkelere yatırmayı ihmal etmezler.
Buna iyi bir örneği Türkiye’den verebiliriz. Hatırlanacak olursa 2006 yılının sonlarına doğru tekstil sektörünün patronları kriz feryatlarıyla ağlıyor ve bir yandan işçi çıkartırken bir yandan da sendikaların zam isteklerine karşı “ulusal çıkarlar”ı öne sürerek, Türkiye’nin lokomotif sektörü olan tekstile işçilerin de sahip çıkması gerektiğini, fedakârlığın şart olduğunu söylüyorlardı. Oysa aynı tarihlerde “ulusal çıkarlar”a pek düşkün bu tekstil patronları Mısır’a 1,5 milyar dolarlık tekstil yatırımı yaptılar. Çünkü Mısır’da kalifiye bir işçinin ortalama ücreti 50 dolar seviyesindeydi. Türkiye’de ise milyonlarca işçi işsiz ve sefil biçimde iş arıyordu. Benzer şekilde büyük işçi direnişlerine rağmen kriz bahanesiyle fabrikalarını kapatan ve “ulusal güvenlik” gerekçesiyle grevleri erteleten Şişecam, üretimini başta Rusya olmak üzere eski SSCB cumhuriyetlerine kaydırarak 2001’den bu yana tam 4 kat büyüdü.
Kapitalistler üretimi kısarak veya başka ülkelere kaydırarak krizin etkilerinden sıyrılmaya çalışırken, burjuva devletler de krizin boyutlarını ve olası etkilerini olabildiğince gizlemeye çalışıp, onu atlatmak ve geciktirmek için çırpınıyorlar. Her zamanki gibi, krizin toplumsal etkisini azaltmak ve şirketleri kurtarmak görevini de kapitalist devletler üstlenmiş durumda. Yine “mortgage krizi” örneğinden gidelim. ABD yönetimi, banka sistemindeki çöküşü ve ekonominin durgunluğa girmesini önlemek için, tüketimi canlandırmak amacıyla 150 milyar dolar ayırdı. Mortgage krizinden dolayı iflasın eşiğine gelmiş bankalar hızla devletleştirilerek veya desteklenerek durum savuşturulmaya çalışılıyor. Son haftalarda gündeme gelen ve mortgage piyasasının omurgası olarak görülen “Freddie Mac ve Fannie Mae” gibi 6 trilyon dolarlık fonlara hükmeden kuruluşların dahi –şimdilik– 72 milyar dolar zararla iflasın eşiğine gelmesi, işin vardığı boyutların bir göstergesidir. Sistemin çöküşü anlamına gelebilecek olan bu iflasları önlemek için ABD yönetimi derhal harekete geçti ve Bush FED’e (Amerikan Merkez Bankası) “ne gerekiyorsa yapılması” talimatını verdi. Hatta Japonya bile, çöküşü önlemek için, bu finans kuruluşlarının tahvillerini satın almaya başladı.
Bu tedbirlerin anlamı, kapitalist devletin işçi sınıfından topladığı vergilerle ve çeşitli kesintilerle oluşturduğu fonların burjuvaların cebine gitmesidir. Devletin topluma sunduğu kamusal hizmetlerin budanarak işçi sınıfının sahip olduğu sosyal hak ve güvencelerin iyice tırpanlanmasıdır. Burjuvazinin işçi sınıfının ürettiği artı-değeri gasp etmesi yetmezmiş gibi, bir de vergiler, çeşitli fonlar, borsalar ve benzeri yollarla işçilerin cebinden çalınan paraların sermayenin hizmetine sunulması demektir.
Sonuç olarak 2008 yılında işsiz sayısının küresel düzeyde 5 milyon kişi artarak 195 milyona ulaşması beklenmektedir. Bu sayı 2007 yılında 190 milyon, ondan önceki yıl 187 milyon ve daha geriye gidersek örneğin 1996 yılında 161,4 milyondu. Kriz etkisini hissettirdikçe işsizlik oranları da artmaktadır. Küresel bazda işsizlik oranı, Dünya Bankasının rakamlarına göre %8 civarındadır. 90’lı yıllarda ise %4’ler düzeyindeydi. Üstelik iş sahibi olanların durumu da pek parlak değildir. ILO raporlarına göre, çalışan her 10 kişiden 5’i “kırılgan” işlerde istihdam edilmiş durumda, yani her an işini kaybedebilecek konumda. Ve çalışanların %16,4’ü günde 1 doların altında kazanırken, %43,5’i de günde 2 doların altında kazanıyor. Özellikle ABD, AB ülkeleri gibi gelişmiş ekonomiler göz önüne alındığında, işsizlik oranlarının 70’lerdeki krizden bu yana ilk kez bu kadar yüksek seviyelere ulaştığı söyleniyor.
Yüksek düzeydeki bu işsizliğin işçi sınıfı üzerinde önemli etkileri olduğu açıktır. Hele ki işçi sınıfının örgütsüz ve dağınık bir halde bulunduğu bir sırada… Özellikle tekeller bu silahı son derece ustaca ve acımasız bir şekilde kullanmaktadırlar. Krizin yarattığı işsizliğin birinci önemli etkisi sendikalılık oranlarındaki düşüştür. Çarpıcı örnek oluşturması bakımından ABD’deki durumu ele alalım. Bu ülkedeki sendikalılık oranı 2000 yılında %14,9 iken 2005 itibariyle %8’e gerilemiştir. Bugün daha da düşük seviyelerde olduğu kesindir. İkinci etkisi ise çalışma saatlerinin uzamasıdır. Sendikalı işyerlerinde dahi çalışma süresi, 1990’lardan bu yana %5 oranında artmıştır. Üstelik bu artış, resmi işgünü süresi değişmediği halde gerçekleşmiştir. Sendikasız işyerlerinde ve kayıt dışı çalışanlar söz konusu olduğunda ise günlük çalışma süresi 15 saate kadar çıkmaktadır. Resmi işgünü süresi halen 8 saat olduğu halde, işçilere esnek çalışma yöntemleri dayatılarak ve fazla mesaiye zorlanarak, fiilen işgünü 11 saate çıkarılmış durumdadır. İşsizliğin üçüncü önemli etkisi ise reel ücretlerdeki düşüştür. ABD’de reel ücretler 1973 yılından beri sürekli olarak düşmektedir ve bu düşüş 2000 yılından bu yana hız kazanmıştır. 1973-90 arasında %7 olan reel ücretlerdeki düşüş, son 10 yılda %11 civarında gerçekleşmiştir.
İşçi sınıfının vatanı enternasyonaldir
Kuşkusuz krizin işçi sınıfı üzerindeki etkileri bunlarla sınırlı değildir. Korkunç boyutlara varan yoksulluğu, küresel düzeyde yürüyen neo-liberal saldırıları vs. hep bu çerçevede sayabiliriz. Fakat önemli olan, küresel kriz ve sermayenin artan oranda uluslararasılaşması olgusu biraraya geldiğinde, sınıfa yönelik saldırıların da aynı oranda uluslararası bir nitelik ve boyut kazandığının kavranmasıdır. İşsizlik, yoksulluk, sendikasızlaşma, düşük ücretler ve ağır çalışma koşulları sadece görece daha geri ülkelerin değil tüm dünya işçi sınıfının sorunu haline gelmiştir. Emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfının sahip olduğu sosyal ve ekonomik haklar da giderek tarihe karışmaktadır.
Ancak sorunların ve koşulların ortaklığına karşılık işçi sınıfı hareketi uluslararası düzeyde dağınık, siyasi bir örgütlülükten yoksun ve yetersiz bir haldedir. Gerçekte tek ve uluslararası bir sınıfın parçası olan işçiler, sermayenin küresel saldırılarına karşın lokal düzeyde mücadele veriyorlar ve her seferinde de tıkanıklık yaşıyorlar. Oysa çokuluslu tekellerin üretimi farklı ülkelerde gerçekleştiriyor oluşu, işçileri de uluslararası düzeyde eylemler düzenlemeye ve dayanışmaya zorluyor. İşçiler, bu tarzda verilen mücadeleler başarıyla sonuçlandıkça, bunun önemini daha iyi kavrıyorlar. Çokuluslu bir gıda tekeli olan Nestle’ye karşı verilen mücadele bu duruma iyi bir örnektir. Nestle’nin Rusya’daki fabrikasında çalışan 1000’e yakın işçi, aylardır toplu sözleşme hakkı için (Rusya’da birçok sendikalı işyerinde dahi işçilerin toplu sözleşme hakkı bulunmuyor) mücadele yürütüyor, fakat fabrika yöneticilerini sendika ve ücretler konusunda masaya oturtamıyorlardı. Ne zaman ki uluslararası çapta dayanışma eylemleri gerçekleşmeye başladı, fabrika yöneticilerinin tavrı da değişmeye başladı. Hem Rusya’daki gıda örgütü sendikaları hem de Nestle’nin İsviçre ve Almanya’daki fabrikalarında çalışan işçiler dayanışma için eylemler ve etkinlikler düzenlediler. Böylece Nestle yöneticileri dize geldiler ve toplu sözleşme imzalandı. Türkiye’de de Novamed grevi benzeri örneklerin başarıyla sonuçlanmasında uluslararası dayanışmanın önemli bir rolü olmuştur.
Nesnelliğin yarattığı basınçla sendikal alanda da uluslararası düzeyde birleşmeler yönünde ciddi adımlar atılıyor. Örneğin 2006 yılında 155 milyon üyeli Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ICFTU) ile 26 milyon üyeli Dünya Emek Konfederasyonu (WCL) birleşmişti. Benzer şekilde Avrupa’daki tüm kamu işçileri sendikaları da 2014’te birleşecek. Bunun dışında, yani sadece konfederasyonlar bazında değil, sendikal bazda da birleşmeler oluyor. Daha birkaç hafta önce 2 milyon üyeli İngiliz Unite sendikası ile 1 milyondan fazla üyeye sahip Amerikan USW sendikası birleşme görüşmelerine başladı. Bu birleşme görüşmelerine Doğu Avrupa ve Avustralya’dan da katılımlar olacağı söyleniyor. Ayrıca sendika yetkilileri, birleşmenin ardından Latin Amerika ve Asya ülkelerindeki sendikalarla da görüşeceklerini söylüyorlar.
Kuşkusuz sendikalardaki bu birleşme eğiliminin sebepleri çeşitlidir ve bürokrasinin hâkimiyetinde kaldıkları sürece bu birleşmelerden fazla bir hayır beklemenin doğru olmayacağı açıktır. Hatta bürokrasinin sendikal hareket üzerindeki tahakkümünün küresel bir boyut ve merkeziyet kazanacağı düşünüldüğünde zararlarından dahi söz edilebilir. Yine de, yaşanan gelişmeler, işçi sınıfının uluslararası düzeyde birliğinin ve dayanışmasının sağlanması ihtiyacının geçmişe oranla çok daha fazla aciliyet ve önem kazandığını göstermesi bakımından mühimdir.
İşçi sınıfının, uluslararası sendikal ve siyasal örgütlenmelerini yaratmak yolunda aşması gereken pek çok ideolojik, politik ve örgütsel engel olduğu açıktır. Bunların en başında ise böylesi bir uluslararası mücadele birliğinin gerekliliğine dair bilinç eksikliği gelmektedir. Sendikalar bıraktık böylesi bir enternasyonal bilincin yaygınlaşması için mücadele etmeyi, çoğu kez ulusal önyargıları ve şoven bakış açılarını körüklüyorlar. Bu şoven bakışın etkisi altında kalan ileri kapitalist ülkelerdeki işçiler, geri ülkelerdeki işçilerin haklarını korumak için mücadele etmediklerini, üstelik böyle yaparak kendi durumlarının kötüye gitmesine de sebep olduklarını düşünüyorlar. Bu düşünceye göre örneğin Asyalı göçmen işçiler çok daha ucuza ve kötü koşullarda çalışmaya razı olarak Batı’daki sendikalı işçilerin konumunu da zora sokuyorlar. Yahut tekellerin Asya ülkelerinde açtıkları fabrikalarda sendikasız, ucuza ve çok uzun saatler çalışmaya razı olarak, Batılı işçilerin pazarlık gücünü kırıyorlar. Bu yaklaşıma bir tepki olarak, geri ülkelerdeki işçiler de ileri ülkelerdeki sınıf kardeşlerine karşı büyük bir güvensizlik hissiyle hareket ediyorlar. Bunun yanı sıra benzer milliyetçi önyargıları çeşitli kılıklar altında bu tip ülkelerde de görmek mümkün.
Şurası çok açık ki, sahip oldukları olanaklar, örgütlülük düzeyleri ve mücadele deneyimleri açısından, bu tür önyargıların kırılması ve birliğin önünün açılması görevi öncelikle ileri kapitalist ülkelerin işçi sınıfına düşmektedir. İleri ülkelerin işçileri, gerek kendi ülkelerindeki göçmen işçilerin gerekse de daha geri ülkelerdeki sınıf kardeşlerinin örgütlenmesine katkıda bulunarak, onlara mücadele deneyimlerini aktarmalı ve destek olmalıdırlar. Göçmen işçilere karşı burjuvazinin pompaladığı milliyetçi ve ırkçı düşüncelere teslim olmak yerine, onları da örgütlülüklerine ve mücadelelerine katarak güçlenme yoluna gitmelidirler.
Velhasıl, işçilerin uluslararası düzeyde mücadele ve dayanışma birliğini kurmaya giden yol, enternasyonalist düşüncelerin işçilerin kafasına kazınması için çaba harcamaktan geçiyor. Başlangıç noktası burasıdır. Unutmayalım işçi sınıfının vatanı enternasyonaldir!
link: Kerem Dağlı, Küresel Saldırıya Karşı Küresel Mücadele, Temmuz 2008, https://marksist.net/node/1852
CHP ve Sosyalist Enternasyonal Parodisi
Yanıyordu