Birleşmiş Milletlere bağlı Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) Ekim ayı başında “Küresel Isınma 1,5°C” başlıklı bir rapor yayınladı. 2015 yılında gerçekleştirilen Paris İklim Konferansında, küresel ısınmanın olası etkileri üzerine bilimsel araştırmaların taranması ve sonuçlarının raporlaştırılması kararlaştırılmıştı. Bu amaçla 44 ülkeden 91 bilimci IPCC’nin çağrısıyla geniş bir çalışma yürüttü ve 6 bin araştırmanın sonuçlarını inceleyerek söz konusu raporu hazırladı.“Küresel Isınma 1,5°C” raporu, küresel ısınma sorununun uzun vadede ele alınacak bir sorun olmadığını, küremizin artık geri dönüşü olmayan bir sürece girmekte olduğunu, acil önlemler alınması gerektiğini belirtiyor. Küresel ısınmanın sanayi öncesi döneme kıyasla 1,5°C’lik bir artışla sınırlandırılması gerektiğine, bunun üzerinde bir ısınmanın dünyanın tamamında değilse bile çok büyük bir bölümünde canlı yaşamı sona erdireceğine dikkat çekiyor. Gezegenimizin çok tehlikeli bir eşikte bulunduğuna işaret eden rapor, “toplumun her alanında hızlı, geniş kapsamlı, eşi görülmemiş değişiklikler” için harekete geçilmesi çağrısında bulunuyor.
Daha en baştan belirtmek gerekir ki raporun bu çağrısı gerçek muhatapları için hiçbir anlam ifade etmiyor. Kapitalizm altında küremiz ısınmaya, tehlike büyümeye devam ediyor!
Rapor neyi anlatıyor?
“Küresel Isınma 1,5°C” raporu, küresel ısınmanın sanayi öncesi döneme göre 2°C ile sınırlandırılması hedefinin ve verilen taahhütlerin küremizi kurtarmaya yetmeyeceğini dile getiriyor. Rapor, 2 derecelik artışın etkileriyle 1,5 derecelik artışın etkilerini kıyaslayarak 1,5 dereceye odaklanılması gerektiğini belirtiyor. 2 derecelik bir artışın etkilerinin çığ gibi büyüyerek ortalama sıcaklıkları büyük ölçüde arttıracağını ortaya koyuyor. Bu ölçüde bir artışın kutuplardaki buzları hızla eriteceğini, buzullarda hapsolan metan gazının ve diğer sera gazlarının atmosfere karışacağını, bunun sera etkisini arttırıp ısınmayı daha da ivmelendireceğini vurguluyor. Üstelik rapor, Paris İklim Anlaşmasına taraf olan ülkelerin emisyon azaltım hedeflerinin 2°C’yi sağlamaktan çok uzak olduğunu, bu hedeflerle küresel ısınmanın 3°C’yi geçeceğini anlatıyor.
Raporda, bu durumun yakın gelecekte hayati sorunlar doğuracağına dikkat çekiliyor. Yüzyıl sonuna kadar deniz seviyesi ortalama 80-90 santimetre yükselmesi, ada ülkeleri başta olmak üzere karaların bir kısmının sular altında bırakırken, bu bölgelerde yaşayan insanlar göç etmek zorunda kalacak. Deniz suyunun tatlı sulara ve yeraltı sularına karışması, içme suyu kaynaklarını azaltacak. Pek çok canlı türü, besin zincirinin parçalanması nedeniyle yok oluşa sürüklenecek. Mercan resifleri neredeyse %90 civarında yok olacak, bunun gibi pek çok ekosistem bozulacak, biyoçeşitlilik azalacak. Pek çok bölgede su baskınları, seller, kuraklık, çölleşme, yangınlar, kasırgalar ve benzeri felâketler sıklaşacak. Hava ve su daha da kirlenecek, milyarlarca insan için suya, gıdaya ulaşmak zorlaşacak. Hastalıklar, kitlesel göçler, açlık, yoksulluk, aşırı sıcaklar ya da aşırı soğuklar yüzünden ölümler artacak.
Bu nedenle alarm zillerini çalan rapor, önümüzdeki 5-10 yılın çok kritik olduğunu söylüyor. Sanayi, enerji, yerleşim, tarım, altyapı gibi alanlarda çok büyük değişikliklere gidilmesi, küresel ısınmayı azaltmak için karbondioksit emilimini arttıracak şekilde ağaçlandırma yapılması, biyoenerji çözümleri getirilmesi, sera gazları emisyonunun derhal azaltılması, karbondioksit emisyonunun 2030’da 2010 seviyelerine göre %45 azaltılması ve 2050’ye kadar sıfırlanması gerektiğini anlatıyor. Emisyonun bugünkü haliyle devam etmesi durumunda küresel ısınmanın 2030’dan itibaren 1,5 dereceye ulaşacağı, yüzyılın sonunda 3-4 dereceyi geçeceği ve dünyamızın başka bir dünya olacağı ifade ediliyor. Özetle diyebiliriz ki rapor asıl olarak malûmu ilam ediyor ve gezegenimizi bekleyen tehlikenin büyüklüğünü daha netlikle resmetmek dışında yeni bir şey söylemiyor.
Burjuva devletlerin küresel ısınma konusundaki emisyon pazarlıkları aslında sürüp giden bir oyalamacadan başka bir şey değildir. Bugün raporun işaret ettiği tüm önlemler eksiksiz yerine getirilse bile, bugüne kadar atmosfere salınan sera gazlarının küresel ısınmanın daha yıllarca devam etmesine neden olacak düzeye ulaştığı biliniyor. Buna rağmen hâlâ sürdürülebilir kalkınmadan, sera gazlarının salımının bir miktar daha sınırlandırılmasından, fosil yakıt kullanımının azaltılmasından, enerji ihtiyacının gözden geçirilmesinden bahsediliyor. Oysa sınırlı kısıtlamalar dünyamızı bekleyen kıyamet senaryolarını ortadan kaldırmaya yetmiyor. Dahası egemenler bu kadarını bile hayata geçirmiyor!
Küresel ısınma ile mücadele, bir yılan hikâyesi...
Küremizin giderek ısındığı, bunun nasıl felâketler doğurabileceği ve küresel ısınmanın nasıl önlenebileceği uzun yıllardır biliniyor. Yıllardır onlarca ülkenin, on binlerce insanın katıldığı, ülkelerin en üst düzeylerde temsil edildiği, günler süren tartışmaların yapıldığı, binlerce sayfalık raporların hazırlandığı, felâket senaryolarının ayrıntılarıyla ortaya serildiği, taahhüt ve temennilerin havada uçuştuğu uluslararası toplantılar düzenleniyor. Bu toplantıların ardından imzalar atılıyor, liderlerin el ele fotoğrafları çekiliyor, basına açıklamalar yapılıyor, umut verici mesajlar paylaşılıyor. Dünya liderlerinin vardığı uzlaşmaların önemi üzerine, alınan kararların, verilen taahhütlerin tarihsel nitelikte olduğu üzerine nutuklar atılıyor. Ancak “gönüllülük” temelinde varılan “anlaşmaların” hiçbir yasal bağlayıcılığı olmamasına büyük özen gösteriliyor! Atılan imzaların mürekkebi kurumadan tüm taahhütler rafa kaldırılıyor, tarihsel nitelikteki kararlar adeta tarihe karışıyor.
Küresel ısınma olgusunun varlığı ve buna ilişkin tartışmalar ilk olarak 1970’li yıllarda gündeme geldi. Sera etkisi yaratan gazların sıcaklık artışına neden olduğu saptandı. 1979’da, Cenevre’de bu saptamayı ortaya koyan bilimcilerin de katıldığı Birinci Dünya İklim Konferansı toplandı. Konferansın ardından hükümetlere “insanın” sebep olduğu iklim değişiminin olumsuz etkilerinin önlenmesi için çağrıda bulunuldu. Ancak bu çağrı karşılıksız kaldı. Hatta IPCC, 20 yıl sonra, küresel ısınmanın etkilerinin artık belirginleşmeye başladığı 1990’da, “insan” etkisinin henüz ispatlanamadığını bildiren bir rapor yayınladı!
Ne ilginçtir ki bu rapordan yalnızca iki yıl sonra Brezilya’nın Rio de Janeiro kentinde toplanan Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı küresel ısınmanın nedenlerini, “insan” etkisini keşfediveriyordu. 172 ülkenin katıldığı bu konferansta biyolojik çeşitliliği koruma sözleşmesi, çölleşme ile mücadele sözleşmesi ve iklim değişikliği çerçeve sözleşmesi olmak üzere üç sözleşme imzalandı. Sözde, bu sözleşmelere göre katılımcı ülkeler 21. yüzyıl için yol haritalarını ortaya koyuyorlardı. Çevreyi, biyolojik çeşitliliği ve doğal kaynakları koruyacaklarını, iklim değişikliği ve yol açtığı yoksulluk, göç gibi sorunlarla mücadele edeceklerini, sürdürülebilir kalkınmayı sağlayacaklarını taahhüt ediyorlardı. 2100 yılına kadar küresel ısınmayı 1800’lü yıllara kıyasla 2°C’lik bir artışla sınırlandırmak için önlemler alacaklarını beyan ediyorlardı. Bu arada IPCC de1995’te yayınladığı bir diğer raporla bu sefer iklim değişiminin doğal nedenlerden dolayı değil, “insan etkilerinden” kaynaklandığını açıklıyordu. 1997’de ise meşhur Kyoto Protokolü imzalandı ve imzacı ülkeler, karbondioksit, metan, kloroflorokarbon, hidroflorokarbon, asitoksit gibi sera gazlarının emisyonunu engelleyecek ya da azaltacak önlemleri alacaklarını taahhüt ettiler.
Yıllar içinde küresel ısınma hızlandı ve yarattığı sorunlar daha somut hale geldi. Araştırmalar 2°C’lik bir artışın bile tam bir felâket anlamına geleceğini, dünyanın çok büyük bir bölümünde yaşamı sona erdireceğini, yüzyıl sonuna kadar beklenen sıcaklık farkının 2 dereceden çok daha büyük olacağını ortaya koydu. Bu durum, yerine getirilen taahhütlerin, alınan önlemlerin değil ama uluslararası toplantıların sayısını arttırdı. Johannesburg’da, Rio’da, Doha’da, Kopenhag’da, Paris’te aynı sorunlar masaya yatırıldı, aynı temenniler sıralandı, ancak sonuç değişmedi.
Son olarak 2015 yılında Paris’te Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Taraflar Konferansının 21’incisi (COP21) toplandı. Bu konferansa tam 196 ülkeden 40 bin kişi katıldı ve iki hafta boyunca küresel ısınmanın nasıl engellenebileceği üzerine tartışmalar yürütüldü. Konferansın ardından bir sonuç bildirgesi yayınlandı. Buna göre katılımcı devletler küresel sıcaklık artışının 2100 yılına kadar 2 santigrat derecenin altında tutulması, hatta 1,5 santigrat derece ile sınırlandırılması için çalışmayı, sera gazları salımını azaltmayı, beş yılda bir planlarını gözden geçirmeyi taahhüt ettiler. Hatta gelişmiş ülkeler küresel ısınmanın önüne geçmek üzere azgelişmiş ülkelere teknoloji taşımayı, mali destekte bulunmayı ve bunun için oluşturulan fona her yıl toplamda en az 100 milyar dolar aktarmayı kabul ettiler. Ancak bu taahhütlerin hiçbiri yeni değildi, hepsi 6 yıl evvel Kopenhag zirvesinde karar altına alınmıştı.
Elbette tıpkı daha önceki konferanslarda olduğu gibi Paris’te de varılan anlaşmalar için hiçbir bağlayıcı yasal hüküm getirilmedi. Hükümetler tamamen “gönüllülük temelinde” taahhütler verdiler ve küreyi ısıtmaya kaldıkları yerden devam ettiler. Trump, iktidarının daha ilk aylarında, “Amerika’nın çıkarlarını her şeyin önüne koyacağını”, “tüm şartları eksiksiz yerine getirilse bile ancak minicik, çok minicik değişiklikler yaratacak bir anlaşmanın” yükünü taşımayacağını, Amerikan ekonomisini büyütmenin, Amerikan halkına iş olanakları yaratmanın önündeki engellerden biri olarak gördüğünü söylediği Paris İklim Anlaşmasından çekileceğini duyurdu. Anlaşmadan çekildiğini açıklayan ABD’yi yerden yere vuran Avrupa Birliği ülkeleri fona aktarmayı vaat ettikleri paraların çok küçük bir bölümünü aktarmakla yetindiler. Enerji ihtiyacını karşılama ve rekabet gerekçesiyle fosil yakıt üretimini ve kullanımını arttırdılar. Daha şimdiden sera gazı salımını azaltma konusunda 2020 ve sonrası hedeflerinden sapmış olan bu ülkelerin kalkınma planları önümüzdeki yıllarda sera gazı salımını kat be kat arttıracaklarını ortaya koyuyor. Hindistan’ından Brezilya’sına, Güney Kore’sinden Rusya’sına diğer imzacı ülkelerin durumu da farklı değil. Giderek büyüyen bu ülkelerin küresel ısınmaya katkıları da büyüyor. Türkiye ise henüz resmi olarak Paris İklim Anlaşmasının tarafı değil. Türkiye tıpkı diğer ülkeler gibi bu tür anlaşmaları ekonomik büyümenin önünde bir engel olarak görüyor. Öte yandan sera gazı salımını gelişmiş ülkeler derecesinde sınırlama basıncından kurtulmak ve daha önceki uluslararası anlaşmalarda elde ettiği “özel durumda olan ülke” statüsünü korumak, azgelişmiş ve küresel ısınma tehdidi altındaki ülkelere finansman ve teknoloji desteği sağlama yükümlülüğünden kaçmak istiyor. Tam tersine, her fırsatta gelişmiş bir ülke, bir bölge gücü olmakla övünen Türkiye, Paris Anlaşmasının öngördüğü yardımlardan faydalanmak istiyor.
Paris İklim Anlaşmasının altında imzası bulunan ülkelerin hükümet temsilcileri, Aralık ayında Paris İklim Anlaşmasını değerlendirmek üzere Polonya’da, Katowice İklim Değişikliği Konferansında bir araya gelecekler. IPCC’nin Küresel Isınma 1,5°C raporu bu konferansta ele alınacak. Belli ki o konferansın ardından da bugüne kadar yapılanlar yapılacak. Göstermelik bir iki adımın ardından, esas taahhütler unutulacak, rapor bir sonraki toplantıya kadar rafa kaldırılacak, kapitalistler işlerine bakacak, küremiz ısınmaya devam edecek!
Çok açık ki küresel ısınmanın geldiği boyut ve bu sorundaki çözümsüzlük hali kapitalizmin içinde bulunduğu tarihsel krizin tezahürlerinden biridir.
Kapitalizmin tarihsel krizi artık doğanın da “tarihsel” krizidir!
Kapitalizm işçileri acımasızca sömürüyor, toprağı, havayı zehirliyor, ormanları katlediyor, akarsuları kurutuyor, denizleri kimyasal atıklarla dolduruyor. Toprağın altındaki ve üstündeki her şeyi yağmalıyor. Tüm kaynakları israf ediyor, çöp dağları yaratıyor, kentleri beton ormanları haline getiriyor, maliyetten kaçınmak için otomobillerin egzoz salımlarını azaltacak yeterli önlemleri almıyorlar. En yıkıcısından silahlar, bombalar, reaktörler üretiyor, savaşlar çıkarıyor. Her şeyi metaya dönüştürüyor. Kapitalistlerin daha fazla kâr elde etmesine odaklanan bu bitip tükenmez faaliyetler karşısında doğanın kendini yenileyebilme, temizleyebilme olanağının azalmaması hatta zamanla yok olmaması düşünülemez. Önce çevrenin, havanın kirlenmesi, yeşilin azalması olarak başlayan bu sürecin zamanla çeşitli ekosistemlerin yok olmasına evrilmesi, giderek genelleşmesi, daha büyük alanları etkilemesi ve sonuçta küresel düzeye ulaşması, küresel ısınmaya yol açması şaşırtıcı değildir. Nitekim tüm bu faaliyetlerin sonucunda dünyamız 1800’lü yıllara göre ortalama 1,1 °C ısınmış bulunuyor.
Bu artışın sadece bir ortalamayı ifade ettiği, dünyanın bazı bölgelerinde küresel ısınmanın etkisinin daha fazla hissedildiği, bu bölgelerde iklim değişikliğinin belirgin sorunlara yol açtığı ortadadır. Küresel ısınma olgusunun kanıtlandığı ilk yıllarda, kimileri “endişe edecek bir durum yok, küremiz sera haline geldikçe tarımda verimlilik artacak, açlık sorunu sona erecek, insanlar yılın daha büyük bir bölümünü sahillerde geçirecek, daha pozitif ve neşeli olacak” diyorlardı. Bugünse aynı zihniyetin temsilcileri şimdiye kadarki sıcaklık artışının 1 derece civarında olmasına bakarak tehlikenin düşünüldüğü kadar büyük olmadığını düşünmemizi istiyorlar. Doğanın kendini yenileme kabiliyetinin asla son bulmayacağını söylüyorlar.
Küresel ısınmanın etkilerinin abartıldığını söyleyenler, daha şimdiden iklim değişikliği ve çevre sorunları nedeniyle mülteci durumuna düşen insan sayısının 70 milyona yaklaştığını, küresel ısınmanın etkisiyle açlık yüzyılı olacağı söylenen yüzyılımızın daha başında 840 milyon insanın aç olduğunu, sıradan doğa olaylarının afete dönüştüğünü, bu afetlerin inanılmaz biçimde sıklaştığını ve nice canlar aldığını gözlerden gizlemeye çalışıyorlar. Şimdilik küresel ısınmanın en fazla etkilediği bölgeler arasında bulunmayan Türkiye’de bile son yıllarda belirginleşen iklim değişiklikleri, sıcaklık artışları, yağışsız geçen kışlar, 10-15 dakikalık yağışlarla meydana gelen seller, taşkınlar, artan orman yangınları, kuraklık ve hızlanan çölleşme, sürecin nasıl hızlandığının, tehlikenin nasıl büyüdüğünün kanıtıdır.
Üstelik bugüne kadar yaşadıklarımız felâketlerin sadece küçük birer provasıdır. 90’lı yıllarla birlikte kelimenin gerçek anlamıyla küreselleşen kapitalizm gezegenin en ücra köşelerini bile sisteme entegre etti. Kapitalist pazarları derinleştirdi, gelişen teknolojinin de yardımıyla dünyanın kaynaklarını daha büyük bir hız ve ölçekte yağmaladı. Milenyum dönemeciyle birlikte çelişkileri daha da derinleşen, yapısal sorunları iyice ayyuka çıkan, sürekli bir istikrarsızlık ve hegemonya krizi içinde debelenen kapitalizm daha da saldırgan hale geldi. Kapitalizmin yarattığı sorunların ne denli büyük ve küresel sorunlar olduğu daha berrak biçimde açığa çıktı. Kapitalizm krizlerini aşmaya çalıştıkça daha büyük yıkımlar yarattı. Bunun bir sonucu olarak küresel ısınma da ivmelendi. Çarpıcı bir örnek vermek gerekirse; son 20 yıl, kayıtların tutulmaya başladığı 1850’den bu yana en sıcak olduğu tespit edilen 18 yılı içeriyor.
Durum bu kadar ciddiyken kapitalistler istiflerini bozmuyorlar bile. Küre ısınacak, milyarlarca insan cehennemi yaşayacak, insanlığın geleceği olmayacak, onlar için ne gam! Kapitalistler büyüme, rekabeti sürdürebilme, enerjide dışa bağımlılığı azaltma bahanesiyle petrol sondaj kuyularının, kömür santrallerinin, madenlerin, fabrikaların sayısını arttırmayı, ormanları, nehirleri yok etmeyi, toprağı, denizleri kirletmeyi, doğayı talan etmeyi pervasızca sürdürüyorlar. Çekilen acıları hiç umursamadan küresel ısınmayı fırsata çevirmenin hesaplarını yapıyorlar. Petrol, madencilik, gemicilik, balıkçılık şirketleri kutuplardaki buzlar erise de yağmayı başlatsak diye sabırsızlanıyorlar. Öyle ki, bazı iddialara göre Rusya, Kanada, Norveç, ABD gibi ülkeler kutuplara üsler kurarak buzulları parçalıyor, erimeyi hızlandırmak için girişimlerde bulunuyorlar!
Çünkü kapitalist egemenler başka türlü yapamazlar. Özellikle azgın hegemonya yarışının ivmelendiği, kendine özgü tempo ve biçimlerle yürüyen üçüncü emperyalist paylaşım savaşının yayıldığı günümüzde egemenlerin doğayı talan etmekten vazgeçeceklerini beklemek gülünçtür. Onların tek derdi kârlarının büyümesidir. Gezegenin kurtarılmasına kaynak ayırmak, üretimi buna uygun bir şekilde yenilemek, bu güdüye aykırıdır. Tüm bunlar kapitalizmin doğasının bir sonucudur.
Bu nedenle bugün insanlığın önünde yıkıcı bir güç haline gelen kapitalizmi ortadan kaldırma hayati görevi durmaktadır. İnsanlığın ve doğanın ivedi ihtiyacı, kâra dayalı anarşik kapitalist üretim sisteminin yıkılması, üretim araçlarının toplumun ortak mülkiyeti haline getirilmesi, üretimde insanların gerçek ihtiyaçlarının esas alınması, doğayla uyumlu bir üretim tarzının örgütlenmesi, üretimin dünya ölçeğinde planlanmasıdır. Küremizin bir yeryüzü cehennemine dönüşme tehlikesinin bertaraf edilmesi, yeryüzü cenneti kılınması ancak bu yolla mümkün olacaktır.
link: Ezgi Şanlı, Küresel Kapitalizm, Küresel Felâket, 9 Kasım 2018, https://marksist.net/node/6526
“Kâra Bağlı Uyarı Sistemi”
Hegemonya Krizi, Almanya ve “Hasta Adam” Türkiye