Kuruluşları günümüzden 68 yıl öncesine uzanan ve Demokrat Parti döneminde kapatılan Köy Enstitüleri, aradan onlarca yıl geçmiş olmasına rağmen halen şu ya da bu vesileyle tartışma gündemine gelen konulardan biridir. Dönemin devlet partisi konumundaki CHP’nin Kemalist ideolojiyi toplumun kılcal damarlarına dek yayma ve iktidarını güvenceye alma amacı da güderek uygulamaya soktuğu bu kurumlar üzerinde özellikle 50’li ve 60’lı yıllarda ciddi tartışmalar yürütülmüştür. Ne var ki, sağın pespaye iftiralarının ve uydurma iddialarının damgasını bastığı verili atmosfer, bu tartışmaların pek çok açıdan sağlıksız bir şekilde yürütülmesine yol açmıştır. Bunun yanı sıra, sola hâkim olan Kemalist bakış açısı, bu kesimin Köy Enstitülerine gerçekliği fazlasıyla aşan anlamlar yüklemesinin yolunu döşemiştir. Tüm bunları da göz önünde bulundurarak, Köy Enstitüleri konusunu sağlıklı bir temelde tartışabilmek için, öncelikle gerilere uzanmak ve tek parti diktatörlüğünde somutlanan Kemalist rejimin bu tür kurumlara neden ihtiyaç duyduğunu kısaca irdelemek gerekiyor.
Cumhuriyet ve köylülük
Osmanlı’nın mirası üzerinde hayata gözlerini açan Türkiye Cumhuriyeti, nüfusun yüzde seksenini köylülüğün oluşturduğu ve üretimi de ağırlıklı olarak bu kesimin gerçekleştirdiği bir nesnel zeminde kurulmuştu. Osmanlı’da başından sopanın eksik edilmediği köylülük, devlet açısından en başta iki şey ifade ediyordu: vergi kaynağı ve asker deposu. Osmanlı’dan devralınan bu sınıf, işçi sınıfının ve burjuvazinin çok zayıf olduğu TC’nin ilk kuruluş yıllarında da bu işlevini sürdürecekti. Bunun yanı sıra, devlet partisi CHP’yi ideolojik ve politik açıdan destekleyecek sosyal bir taban oluşturmak bakımından sayıca en güçlü kesim de yine köylülüktü. Ancak bu taban oluşturma arzusu, yalnızca ulusal değil uluslararası gelişmelerle de güdüleniyordu.
1930’lar, dünyayı sarsan 1929 krizinin etkilerinin yoğun olarak hissedildiği yıllardı. Tüm dünyada içe kapanmaya yol açan bu kriz, ülkelerin ekonomik politikalarında da belirgin bir değişimi beraberinde getirecekti. Krizin dayattığı kendine yeterli tarımsal üretimi sağlama zorunluluğu, Türkiye’de de temel üretici sınıf konumundaki köylünün rolünü bir kat daha arttıracaktı. Son derece geri bir teknikle gerçekleştirilen tarımsal üretimi, verimli hale getirerek pazar için üretim düzeyine yükseltmek zorunluydu. Ancak TC’nin Osmanlı’dan devraldığı tarihsel yapı nedeniyle kırda hızlı bir kapitalistleşmeyi sağlayabilecek koşullar mevcut değildi. Bunun yanı sıra, çözülen ve kente göç eden kırı masedebilecek bir kapitalist sanayileşme de yoktu. Bu durum egemen bürokrasi içinde bir kesimin, kırın ekonomik yapısı yerli yerinde dururken köylüyü eğitip aydınlatarak bir gelişme sağlanabileceği yönünde fantastik ve ütopik projeler üretme eğilimini besledi. Bunun bir yansıması olarak, 30’lu yıllarda CHP içinde, köylüyü köyde tutma anlayışına dayanan bir “köycü” söylem gelişti.
Köylüyü milletin en saf, en bozulmamış kesimi olarak yücelten, ona temel bir rol atfeden bu söylem aynı zamanda müthiş bir işçi düşmanlığını da barındırıyordu kendi içinde. Proletaryanın merkezi olan şehirler çürümenin, yozlaşmanın, kozmopolitliğin yuvaları olarak görülürken, köy, bozulmamışlığın, sadakatin, çalışkanlığın, saflığın kaynağı olarak kutsanıyordu.
Halkevlerinin merkezi yayın organı olan Ülkü dergisinin editörü Nusret Köymen, köycü söylemin en önemli temsilcilerinden biri olarak, dünyadaki temel çelişkinin köylerle şehirler arasında yaşandığını savunuyordu. Köymen’e göre şehirler her türlü kötülüğün timsaliyken, köy ve köylü en yüce değerlerin temsilcisi ve üretkenliğin simgesiydi. Yine ona göre, köylülerin muhafazakârlığı olası “toplumsal salgınlara” karşı bir sigortaydı.
CHP Genel Sekreteri Recep Peker de benzer görüşleri savunanlar arasındaydı: “Köylü ulusçudur, kendi faydasını, kendi ulusunun menfaatleri ile bir görür. Ve işte bu yüzden çiftçi veya köylü, proletarya damgası altında kendisini çağıran işçinin davetine koşmamıştır.” (akt. Asım Karaömerlioğlu, Orada Bir Köy Var Uzakta, İletişim Y., 2006, s.134)
Köylüyü ihtilalci proletaryaya karşı bir sigorta olarak gören köycülerin ekonomik politikalarını da önemli ölçüde proletaryadan duyulan korku belirliyordu. Üstelik o dönemde bu bakış açısı sadece Türkiye’de değil Nazi Almanya’sı başta olmak üzere pek çok ülkede güç kazanmış durumdaydı. CHP’lilerin önemlice bir kısmının Nazilerden etkilendiği ve onlara sempatiyle baktığı da bir sır değildi.
İktisat tarihçisi Ömer Lütfi Barkan’ın 1935 tarihli gözlemleri, o dönemde belli başlı sanayi ülkelerinin köye ve köylüye bakışlarının benzerliğini saptaması bakımından ilginçtir:
“...bugün belli başlı endüstri memleketleri bile, ulusal hayatın en gür ve temiz kaynağı olan köyleri, köy hayatını bir sosyal dengeşiklik aracı olarak enternasyonal ve ihtilalci temayüller gösteren endüstri proletaryası karşısında kıskançlıkla muhafaza için, köylüyü şehre çeken ve kırları boşaltmak isteyen akımlara karşı her türlü çareye başvuruyorlar. Onlar bu işe biraz da cihanın son durumu yüzünden mecbur olmuşlardır. Bugün her yerde insan ve mal göndermek için açık pazar kapılarının gittikçe kapanması yüzünden şehirde ve köyde işsiz kalan ve başka yere de göçemeyen fazla nüfusu memleket içinde toprağa bağlamak, bir harp vukuunda ihtiyacı olan yiyecek ürünlerini kendisi üretmek gibi siyasal ve sosyal emniyet düşünceleriyle bir toprak siyasası devri açıyorlar.” (akt. Asım Karaömerlioğlu, age, s.53)
Köycüler ekonomide tarımın birinci planda olması gerektiğini savunurken kentsel sanayileşmeye hiç de sıcak bakmıyorlardı. Kentte sanayinin gelişmesi demek kırın da hızla çözülmesi demekti ki, bu köycülerin kabul etmedikleri bir şeydi. Köycüler, sanayinin zorunlu olduğu ölçüde gelişmesini kabul ediyorlardı, ama şehirlerden uzak tutulmak koşuluyla. Fabrikalar mümkün olduğunca köylerde kurulmalı, burada çalışacak işçiler köylülerden seçilmeli ve üretime herhangi bir nedenle ara verildiğinde bu köylüler sorun çıkarmadan yine tarlalarında çalışmaya gitmeliydiler. Böylece kentlere göç etmelerinin önüne geçilen köylülerin gerçek bir proleter olmaları engellenecek ve bunlar rejime tehdit oluşturmaktan uzak tutulabileceklerdi.
Köy Enstitülerinin kuruluşu ve kapanmaları
1930’da Tek Şef eliyle kurdurulan ve aynı yıl kapanmak zorunda kalan Serbest Cumhuriyet Fırkasının Anadolu’da müthiş bir ilgiyle karşılanması, halkın devlet partisi CHP’ye duyduğu öfkenin önemli bir göstergesi olmuştu. Liberal bir çizgi benimseyen Serbest Fırkanın ne niyetlerle kurdurulduğunun farkında olmayan halk kitleleri, bu partiye CHP diktatörlüğüne son verecek bir kurtuluş çaresi olarak sarılmışlardı. CHP’nin kitle desteğinin bir nevi test aracı olan bu parti, nasıl kurdurulduysa aynı eller tarafından öylece kapatılmaya zorlandı ve kapandı. Ancak halkın bu partiye gösterdiği yakın ilgi CHP’yi büyük bir endişeye düşürmeye de yetti. Kısa bir süre sonra CHP, halka gidip onun gönlünü fethetmenin yollarını aramaya başladı. Halkevlerinin kuruluşu bu aşamada gündeme geldi. Amaç, bu kurumlar aracılığıyla Kemalist ideolojinin tüm halka yayılması ve halkın devlet partisine bağlanmasıydı.
1931 yılındaki CHP kurultayında, II. Meşrutiyetin ilanının (1908) ardından İttihat ve Terakki Cemiyetince kurulan ve cumhuriyet döneminde de varlıklarını sürdüren Türk Ocaklarının kapatılması ve yerine Halkevlerinin kurulması kararı alınmıştı Bunu takiben, bu kurumlar 1932 yılında yurt çapında faaliyete başladılar. Bu kurumların kuruluşuyla devletin denetimi dışındaki pek çok kurum ve dernek de (Muallimler Derneği, Türk Kadınlar Cemiyeti vb.) kapatılarak Halkevlerine bağlandı. Halkevlerine herkes üye olabilirken, yalnızca CHP üyeleri ve devlet memurları yönetici olabiliyordu. Halkevi başkanları CHP yönetim kurulları tarafından seçilmekte ve Ankara Halkevi başkanı CHP genel yönetim kurulu tarafından atanmaktaydı.
Halkevlerine bağlı Köy Kolları aracılığıyla kentli aydınlar köylere geziler düzenliyor, halkı sözde bilinçlendirmeye çalışıyorlardı. Halka yıldızlar kadar uzak olan seçkinler için bu geziler birer turistik geziden öteye gitmiyordu kuşkusuz. Bunun yanı sıra, CHP’nin bürokratik-despotik zihniyeti faaliyetlerde her vesileyle açığa çıkıyordu. Sonuçta Halkevleri köylüyü “adam etmede” başarılı olamadı ve CHP’liler daha iyi sonuç verecek yollar aramaya başladılar.
Kentten giden seçkinler tarafından köylüyü fethedemeyeceğini anlayan tek parti diktatörlüğü, bu kez başka bir parlak fikir geliştirecekti: Önce seçilen köylüleri “gerektiği kadar” eğit, sonra bunlar aracığıyla tüm köylüleri dönüştürme faaliyetine başla! Böylelikle köylüler, köye yabancı olmayan unsurlar tarafından daha kolaylıkla eğitilmiş olacaklardı.
1940’lara gelinmesine rağmen Türkiye’de hâlâ nüfusun dörtte üçü köylerde yaşıyor ve ülkede okuma-yazma bilenlerin oranı yüzde yirmiyi geçmiyordu. Köylerin ezici bir çoğunluğunda öğretmen yoktu. Köylere gönderilen kentli öğretmenler buralarda birkaç ay kalıp ilk fırsatta kaçıyorlardı. İşte kurulması planlanan Köy Enstitülerinin buna da çare olacağı düşünülüyordu. Enstitülerde eğitilecek köy öğretmenlerinin köyler dışında öğretmenlik yapmaları fiilen engelleneceğinden, köyü terk etme şansları da ortadan kaldırılmış olacaktı. Öte yandan CHP, Kemalist ideolojiyi nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan köylülere taşıyacak ve onları rejimin çıkarları doğrultusunda dönüştürecek temel unsurlar olarak öğretmenleri görüyordu. Zira öğretmen demek köyde jandarmadan sonra devleti (dolayısıyla onunla özdeşleşen CHP’yi) temsil eden en yüce makam sahibi demekti.
Köylü çocuklarını rejimin “güvenilir” öğretmenleri olarak yetiştirerek, bunlar sayesinde Kemalist devletin sesini birinci elden köylüye ulaştırabilmeyi amaçlayan Köy Enstitülerinin deneme çalışmaları 1937 yılında başladı. Bunun öncesinde, 1936’da “köy eğitmeni” yetiştirmek üzere bir uygulama başlatılmıştı. Bu uygulamada, askerliğini çavuş olarak yapmış köylü gençlere altı aylık bir eğitimin ardından “köy eğitmeni” unvanı verilerek bunlar köy okullarında görevlendirilmeye başlanıyordu. Köy eğitmenlerine, köylüye tarım konusunda öncülük etmeleri beklentisiyle, bulundukları bölgede toprak, tarım araçları, hayvan ve tohum da veriliyordu. Bu uygulamanın yararlı sonuçlar vermesi Köy Enstitülerinin kuruluşunu hızlandırmıştı.
1937’de deneme mahiyetinde üç köy eğitmen okulu açıldı. Bu okullar Eskişehir Çifteler, İzmir Kızılçullu ve Kastamonu Gölköy’de kurulmuştu. Üç yıllık bir deneme süresinin ardından, 17 Nisan 1940’ta çıkartılan bir kanunla bu okullar Köy Enstitülerine dönüştürüldü ve 17 Köy Enstitüsünün daha açılması kararlaştırıldı. Bu dönemde Hasan Âli Yücel milli eğitim bakanı, İsmail Hakkı Tonguç ise ilköğretim genel müdürüydü. Eğitim süreleri beş yıl olarak saptanan Köy Enstitülerine, beş yıllık ilköğrenimi bitiren ya da üç yıllık ilköğrenimi tamamlayıp iki yıl daha bu okullarda hazırlık öğrenimi görecek kız ve erkek köylü çocuklar öğrenci olarak alınacaktı. Her bir okul, belirlenmiş çevre illeri kapsayan bir bölgeden öğrenci alabilecekti.
Enstitüleri inşa etme görevi tümüyle köylüye ve buralarda eğitim görecek öğrencilere angarya olarak yüklenmişti. Civar köylerden eğitilmek üzere toplanan çocuklar, dağlardan sular taşıyarak, yemeklerini kendileri yaparak, yollar ve köprüler kurarak, eğitim binaları, yurtlar, aşevleri, işlikler inşa ettiler. Ve sonunda kendilerinin inşa ettikleri bu okullarda okuma “fırsatı” kazandılar. Kentlerde okuyan çocukların okulları devlet tarafından inşa edilirken, köylüler bir yandan devlete vergi vermek, öte yandan okullarını, yollarını kendileri yapmak zorunda bırakılıyorlardı. Ne de olsa onlar “milletin efendileri”ydiler!
Enstitülerde teorik derslerle pratik derslerin eşit ağırlıklı olarak görüldüğü bir eğitim programı uygulanıyordu. Okutulan derslerin yarısını genel kültür ve meslek dersleri, diğer yarısını ise uygulamalı tarım ve teknik (ev ve el işleri, demircilik, vs.) dersleri oluşturuyordu. Öğrencilere, yılda sadece bir buçuk ay, o da nöbetleşe olarak “tatil” yapma hakkı tanınıyordu.
Köy Enstitülerinden mezun olan öğrenciler, mümkünse kendi köylerine, değilse en yakın köye öğretmen olarak atanacak, kendisine bir ev ve toprak verilecekti. Köylerde eğitim verecek bu öğretmenlerin 20 yıl zorunlu hizmet yükümlülüğü bulunuyordu. Köy öğretmenlerinin ücretleri de kırsal alanların geçim endeksine göre saptanıyor, dolayısıyla köyü terk ederek kasabalarda ve kentlerde yaşamaları bu yolla da fiilen engelleniyordu. 1948’e gelindiğinde, o zamana dek kurulan 21 Köy Enstitüsünden, toplam 20 bin öğrenci mezun olmuştu. Bunlardan 17 bini öğretmen, eğitmen ve teknik eleman, 3 bini ise sağlık memuruydu.
Ayrıca 1942’de Ankara Hasanoğlan Köy Enstitüsüne, başarılı mezunların sınavla alınacakları ve üç yıl eğitim görecekleri bir yüksek köy enstitüsü de eklenmişti. Toplam 204 mezun veren bu enstitü 1947’de CHP iktidarı altında kapatılacak ve yeni milli eğitim bakanı R. Şemsettin Sirer’in önderliğinde gerçekleştirilen bu hamle enstitülerin kaderinin de belirlendiği bir dönüm noktası teşkil edecekti. 1950’de Demokrat Partinin iktidara gelmesinin ardından Köy Enstitülerinin ders programları klasik öğretmen okullarının programlarıyla birleştirildi ve 1954 yılında bu kurumlar tümüyle kapatıldı.
Enstitülere yönelik eleştiriler ve solun tutumu
CHP’nin niyetlerinden tümüyle bağımsız olarak ve hatta CHP’ye rağmen, enstitülerde eğitim gören ve kitaplar aracılığıyla da olsa farklı bir dünyayla tanışan köy çocuklarının tutum ve davranışları, hayata bakış açıları belirgin bir şekilde değişmeye başlıyordu. Evrensel kültürün meyveleriyle tanışma, görülen haksızlıklara karşı çıkmayı, sorgulamayı ve sorgulatmayı da beraberinde getiriyordu. Böylece halk çocukları içinden bir kesim, birtakım Kemalist önyargıları kırmamış olmakla beraber, rejimin hedeflerinin ötesine geçerek emek yanlısı fikirlere de açık hale gelmişlerdi. Bu nedenledir ki, hem Kemalist bürokrasi hem de köyün egemen unsurları, verilen eğitim nedeniyle kurulu düzenlerinin bozulma emareleri göstermesini hiç hoş karşılamadı.
Bu da Köy Enstitülerinin sonunu getirecek olan sürecin başlangıcı oldu. Köy Enstitülerine yönelik bir karalama kampanyası başlatıldı. Enstitülerin “Bolşevik yuvası” olduğu, eğitmenlerinin “Kızılbaş-komünist” olduğu, kız ve erkek öğrencilerin birlikte eğitim görmelerinin bu okulları “fuhuş yatağına” çevirdiği, “dinin elden gittiği” yaygarası koparılıyordu.
Üstelik bu kampanya sadece toprak sahipleri ve köyün egemenleri tarafından yürütülmüyordu. Bizzat tepedeki Kemalist bürokrasi de bu kampanyanın bir parçasıydı. Nitekim daha Demokrat Parti hükümete gelmeden önce CHP bu projeyi tasfiyeye yönelmiş ve projeyi ısrarla savunan Hasan Âli Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç gibi kadrolar, 1946’da, komünistlik suçlamasıyla görevden alınmıştı.
Kampanyanın önde gelen anti-komünist kalemşorlarına göre enstitüler Sovyetler Birliği’nden örnek alınmış, komünizmin, materyalizmin, dinsizliğin yayıldığı şer merkezleriydi:
“En büyük tahrik ve kızıl faaliyetler Köy Enstitülerine öğretmen yetiştirmek üzere yüksek kısım haline getirilen Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde yapılmak istenmiştir… Enstitülerde kurulan kitaplıklarda ise kızıl, dinsiz, ruhsuz zevatın eserleriyle Yurt ve Dünya, Adımlar, Pınar, Gün, Ses gibi komünist dergilerin okunması sağlanmıştır.” (İlhan Darendelioğlu)
“Son günlerde peçesi kaldırılan ve bazı temayüllere göre tekrar ihyası için zemin aranan Köy Enstitüleri davası, memleketimizdeki komünizma hululünün şah damarını çizer.” (Necip Fazıl Kısakürek)
“Çocuklara Nazım Hikmet’in şiirlerini ezberleten, Marksizm hakkında konferanslar verdiren, dergilerinde de Marksizm hakkında makaleler neşreden Köy Enstitülerinin komünist yuvaları olduğunu bilmeyen bir tek şuurlu Türk aydını yoktur...” (Peyami Safa)
Genelde Türk Solu, Kemalist önyargılarının yanı sıra, faşist unsurların Köy Enstitülerine komünizm karşıtlığı temelinde saldırmasından da kaynaklı olarak, bu kurumlara boyundan büyük devrimci anlamlar yükledi. Köy Enstitülerini, genel anlamda aydınlanmacı bir rol oynadığı için savunmakla yetinmek yerine, Kemalizmde keşfedilen “devrimcilik” temelinde değerlendirdi. Bu nedenle, solun ağırlıklı bir bölümü, bu kurumların kapatılmalarını Kemalist rejime yönelik bir karşı-devrimci girişim olarak algıladı. Köy Enstitülerinin amacının Doğudaki “feodal düzeni” yıkarak toplumsal düzeni kökten değiştirmek olduğunu düşünenlerin sayısı da az değildi. Kuşkusuz bu değerlendirmelerin zemini, söz konusu kesimlerin Kemalizmi bir biçimde sol ve devrimci bir ideoloji olarak değerlendirmeleriyle döşenmektedir. Oysa Kemalizm bunlarla ilişkisi olmayan, halkla herhangi bir bağı bulunmayan, son derece seçkinci, totaliter, Bonapartist bir rejimin ideolojisi olarak şekillenmiş ve bu özelliğini günümüze kadar korumuştur. (Kemalizme ilişkin ayrıntılı bir değerlendirme için bkz: Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme)
CHP’li seçkinler, köylülüğün geriliğini tepeden “eğitim ve kültürlendirme” yoluyla sözümona ortadan kaldırmaya çalışır görünürlerken, öte yandan kırdaki geriliğin asıl kaynağı olan toplumsal ve iktisadi yapıya hiçbir şekilde dokunmadılar. Zira, kırın en geri unsurlarıyla (toprak ağaları, derebeyler, aşiret reisleri vb.) uzlaşmak, tek parti diktatörlüğüyle ülkeyi yöneten bürokratik elitin işine geliyordu. CHP’nin izlediği bu temel politika nedeniyledir ki, kırın yapısı uzun yıllar boyunca değişmeden kaldı. Nitekim 1980’lere gelindiğinde bile köylülüğün nüfus içindeki payının hâlâ yüzde 60’larda dolaşması ve bu oranın ancak son yıllarda yüzde 35’in altına inmesi bu politikanın yıllarca nasıl inatla uygulandığının somut bir göstergesidir.
Sol, Türkiye’deki burjuva devrime boyunu aşan anlamlar yüklediği, onun güdük ve tepeden niteliğini görmezden gelme eğiliminde olduğu için, Kemalist bürokrasinin devrimci kapasitesini hep abartmıştır. Bu nedenle onun emekçi sınıflara karşı büyük toprak sahipleriyle kurduğu ittifakın gerçek niteliğini de anlamak istememiş, burjuva devrimin çözümsüz kalan tüm sorunlarının sorumlusu olarak toprak sahiplerini görmüş ve Kemalist bürokrasiyi temize çıkarmak istemiştir. Bunun bir sonucu olarak, Köy Enstitüleri gibi girişimlere de, büyük toprak sahipleriyle ve ağalarla mücadele bağlamında büyük misyonlar biçmiştir.
Enstitüleri bir devrim gibi savunanların önemli bir kısmıysa bizzat bu kurumların mezunlarıdır. Şurası çok açık ki, dünyadan bihaber köylü çocukları için, bu kurumlar sayesinde, öğrenme şanslarının asla olmadığı şeyleri öğrenmek, okumak, tartışmak büyük bir nimet, hatta kendi hayatlarında bir devrim niteliği taşıyordu. Ama, birey olarak bir çocuğa ya da bir gence kendi yaşamında devrim gibi gelen şey, toplumsal yapıda köklü ve sarsıcı bir değişiklik anlamına, yani devrim anlamına gelmiyordu. Yüzlerce yılın kör kuyularından çıkıp dünyaya gözlerini açan Enstitülü gençlerin bu tür yanılsamalara sürüklenmeleri, dediğimiz gibi, anlaşılabilir bir şeydir. Ama aradan onlarca yıl geçmesine rağmen Enstitüler konusundaki Kemalist yanılsamaları yeniden üretmeye devam eden solculara ne demeli?
link: İlkay Meriç, Efsaneleştirilen Köy Enstitüleri ve Gerçekler, Nisan 2008, https://marksist.net/node/1765
Newroz’da Devlet Terörü
Kenya’da Burjuva Liderler Sonunda Uzlaştılar