Beyazıt’ta şehit düşen
silkinip kalktı kabrinden,
ve elinde bir güneş gibi taşıyıp yarasını
yıktı Şahmeran’ın mağarasını.
Daha gün o gün değil, derlenip dürülmesin bayraklar.
Dinleyin, duyduğunuz çakalların ulumasıdır.
Safları sıklaştırın çocuklar,
bu kavga faşizme karşı, bu kavga hürriyet kavgasıdır.
(Nazım Hizmet)
1978 yılı, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında yürüyen sınıf savaşının oldukça keskinleştiği, çelişkilerin derinleştiği, devrim ya da karşı-devrim ikileminin kendisini her boyutta hissettirdiği bir yıldı. Burjuvazinin finansörlüğünde, devletin her türlü yardımı ve desteği ile örgütlenen MHP’ye bağlı faşist güçler, yükselen sınıf hareketinin önünü kesmek için grev ve direnişlere, öncü işçilere, işçi önderlerine saldırıyor, aydınlara suikast düzenliyordu.
Faşist hareketin hedefinde, yükselişe geçen devrimci gençlik hareketi de vardı. 16 Mart 1978 tarihinde Beyazıt Meydanı’nda devrimci gençlerin katledilmesi, burjuvazinin sınıf hareketini ezmek için giriştiği kitlesel katliamların başlangıcı oldu. Aynı yıl, devlet destekli faşist güçler Çorum ve Maraş’ta Alevilere, solcuları karşı katliamlara giriştiler, yine aynı yıl 7 TİP’li öğrenci faşist Haluk Kırcı tarafından katledildi. Kısacası 1978 yılı faşist terörün zirve yaptığı bir yıl olmuştu. Ne var ki faşist saldırılar ve katliamlar sınıf hareketini durdurmaya yetmemişti.
Biraz daha gerilere uzanarak, bu yükselişi önceleyen süreci kısaca hatırlatalım. 1960’lı yıllar Türkiye’de hem kapitalizmin sıçramalı bir şekilde büyüdüğü hem de işçi sınıfının canlandığı yıllardı. 1963’te Kavel direnişiyle birlikte yükselişe geçen sınıfı hareketi, birçok grev, direniş, fabrika işgali ve eylemlerle olgunlaşarak gelişti. 15-16 Haziran ise sınıf hareketinde bir dönüm noktası oldu. 15-16 Haziran burjuvazinin yüreğine korku salmıştı. Bu yıllar aynı zamanda devrimci öğrenci hareketinin de militanlaştığı yıllardı. 15-16 Haziran’da İstanbul’u terk etmek zoruna kalan burjuvazi, tehlikenin boyutunu anlıyor ve yükselen sınıf hareketinin önünü kesmek için orduyu göreve çağırıyordu. Burjuvazinin sınıf hareketini engellemek için kullandığı güç elbette tek başına ordu değildi. Burjuvazinin sürekli hizmetinde olan, esas olarak da 1960’lı yıllardan itibaren örgütlenen, devletle organik bağları bulunan, CIA tarafından da desteklenen MHP’nin temsil ettiği faşist hareket de aynı amaca hizmet eden bir araçtı. Yükselen sınıf hareketine karşı faşist hareket devletin olanakları ve burjuvazinin finansörlüğüyle örgütleniyordu.
Burjuvazi, 12 Mart 1971’de gerçekleşen askeri darbenin ardından gençlik hareketinin liderlerini asarak, Kızıldere’de hunharca katlederek yükselen sınıf hareketine ve devrimci gençliğe gözdağı veriyordu. Ancak bütün bunlara rağmen sınıf hareketi yeniden yükselişe geçiyordu. İşçi sınıfının grev ve direnişleri, eylemleri, fabrika işgalleri artıyor, üstelik bunlar sadece ekonomik taleplerle değil siyasal taleplerle de gerçekleşiyordu. 1976 yılından itibaren 1 Mayıs kutlanmaya başlanıyor, işçi sınıfı militan eylemlerle 1976 yılında DGM’lerin yeniden açılmasına izin vermiyordu. 1977 yılında 1 Mayıs’ın Taksim’de kitlesel bir şekilde kutlanması, grevlerin bir sene gibi uzun bir süre devam etmesi, devrimci gençliğin üniversite işgalleri, sınıf hareketinin geldiği noktayı ortaya koyuyordu. İşte faşist terörün tırmanışa geçtiği, katliamlara giriştiği yıllar da bu yıllar olmuştu. Bu yıllar aynı zamanda faşist MHP’nin devlet aygıtı içinde kadrolaşmaya giriştiği yıllardı. MHP hükümet içinde yer alması ve sermayenin has adamı olan Demirel’in MHP’nin hamilliğini yapması faşist terörün hareket alanını genişletiyordu.
Ancak bütün bunlar sınıf hareketini durduramayınca burjuvazi kontrgerilla ve faşist MHP eliyle, daha derin bir stratejiyi devreye sokuyordu. Faşist terörü tırmandırarak sınıf hareketini ve devrimci hareketi sindirme stratejisinin bir parçası olarak planlanan kitlesel katliamların açılışı ise 16 Mart katliamıyla yapılıyordu:
“Öğrenci gençlik hareketini teslim almak hedefiyle okullara yönelen faşistler, İstanbul Üniversitesinde «Merasim Birliği» adı verilen polis birliğinin doğrudan desteğiyle öğrencilere saldırıyorlardı. Öğrencilerin girişini engelleyerek, üst araması yapıyorlar, okula toplu halde girip çıkan öğrencilerin üzerine, polisin temin ettiği ya da edilmesine göz yumduğu silahlarla saldırıyorlardı. Tüm bu saldırılar karşısında sessiz kalmayan devrimci öğrenciler, saldırılara saldırıyla yanıt vererek faşistleri püskürtmeye çalışıyorlardı. İstanbul Üniversitesindeki faşist ablukayı ortadan kaldırmak üzere harekete geçen devrimci öğrenciler 16 Martta Süleymaniye’de toplanarak Merkez Binaya doğru yürüyüşe geçtiler.
“Diğer fakültelerde okuyan devrimci öğrenciler de Eczacılık Fakültesinin önüne kadar arkadaşlarına eşlik ettiler. Devletin polis üzerinden sunduğu desteğe ve üniversite yönetiminin işlerini kolaylaştıran uygulamalarına rağmen burada daha fazla tutunamayacaklarını anlayan faşistler, bir saldırı hazırlığına girişmişlerdi. Faşistler önceki günlerden farklı olarak derslerden erken çıkmak gibi dikkat çeken davranışlarda bulunmuyorlardı. Öğle tatili başladığında Süleymaniye’ye gitmek üzere okuldan çıkışa doğru yönelen devrimci öğrenciler, polisin Süleymaniye’ye açılan çıkışı kullanmalarına izin vermemesi üzerine meydana açılan kapıya doğru yöneldiler. Bu kapıdan çıkmakta olan öğrencilerin üzerine «Beyazıt Meydanı komünistlere mezar olacak» sloganlarıyla kurşun yağmaya başladı ve çok güçlü bir bomba öğrencilerin üzerine atıldı. Bu saldırıda Hukuk ve İktisat Fakültelerinde okuyan 7 devrimci öğrenci yaşamını yitirirken 50’den fazlası yaralandı.
“Beyazıt Meydanı kan gölüne döndü. Katliamdan hemen sonra 2000 civarında öğrenci İşletme Fakültesinin önünde toplanarak Merkez Binayı ele geçirmek üzere harekete geçti. Bina işgal edildi, buradaki polisler kovulup tüm kapıların denetimi sağlandı ve gelen öğrenciler içeri alındı. Toplanma gece boyunca da devam etti. Gece yarısından sonra binaların iyice dolmasıyla bahçede toplanan öğrenciler yaktıkları ateşlerle ısınmaya çalıştılar. Bir gün sonra yapılması planlanan yürüyüş için, gece boyunca pankartlar hazırlandı, katliamda ölen öğrencilerin resimleri çizildi. Amfilerde yapılan forumlarda, faşistlerin ülkenin her yanında gerçekleştirdikleri katliamlar anlatıldı ve faşizme karşı mücadelenin vazgeçilmezliği üzerine konuşmalar yapıldı. Ertesi gün tüm gençlik örgütlerinin yanı sıra, sendikalar, barolar, meslek odaları ve derneklerinin katıldığı büyük bir cenaze töreni düzenlendi. Cenaze töreninin ardından kitle, ellerinde pankartlar ve saldırıda yaşamlarını yitiren devrimci öğrencilerin resimlerini taşıyarak, marşlar ve sloganlar eşliğinde Sirkeci’ye doğru yürüdü. Burada yapılan konuşmalardan sonra dağılındı ve Merkez Binadaki işgal de bitirildi. 20 Martta DİSK’in ülke çapında düzenlediği «faşizme ihtar eylemi» bütün sol grupların katılımıyla gerçekleştirilerek 16 Mart katliamı lanetlendi. İşçiler, kamu emekçileri, eğitim emekçileri, sağlık emekçileri, teknik elemanlar ve öğrenciler iş bırakarak, derslerini boykot ederek, grevler düzenleyerek yaşamı bütünüyle felç eden eylemler yaptılar.” (Cem Keskin, 16 Mart Beyazıt Katliamı, www.marksist.com)
Katliamın nasıl gerçekleştiği, polisin nasıl destek sağladığı, katliam talimatını kimin verdiği her şey ayan beyan ortaydı. Katliamın emrini bizzat MHP genel başkanı Türkeş vermişti. Ancak her şey faşist güçler ve devlet tarafından organize edildiği için Türkeş aleyhine herhangi bir dava açılmadığı gibi katliamı gerçekleştirenler ödüllendirildi. Üstelik Türkeş 16 Mart katliamından üç gün sonra İzmir’de yaptığı konuşmayla “büyük yürüyüşü” başlattığını ilan ediyordu. Bu açıklamanın ardından pek çok ilde faşist güçler saldırıya geçerken, Çorum ve Maraş katliamları da bu süreçte yaşandı.
İşçi sınıfı ve devrimci gençlik o günlerde faşist saldırılara, yaptıkları eylemlerle, gösterdikleri tepkilerle karşı koymaya çalıştı. Ne var ki bütün bu mücadeleler faşist saldırıları durdurmaya yetmedi. Ve nihayetinde 12 Eylül 1980’de ordu faşist bir darbeyle iktidara el koydu. Burjuvazi, 1960-1980 yılları arasında yükselen sınıf mücadelesini, kitlelere, özellikle de yeni yetişen genç kuşağa “kardeş kavgası” olarak anlattı. Oysa bu, iki sınıfın kıran kırana mücadele ettiği bir sınıf savaşıydı. Süreç kendini devrim ve karşı-devrim ikilemiyle ortaya koymuştu. İşçi sınıfı kendisini iktidar hedefine yönlendirecek Bolşevik bir önderlikten yoksun olduğu için yeterince güçlü ve örgütlü olamadığından, devrimci süreç bir karşı-devrimle, faşizmin iktidarıyla son buldu.
16 Mart katliamının failleri 37 yıldır yargılanıp cezalandırılmadılar. Bu katliama ilişkin dava, yıllarca uzatılarak nihayetinde 2008 yılında “zaman aşımı”ndan düşürüldü. Ancak devrimci işçi sınıfı için ne 16 Mart katliamının ne de burjuvazinin diğer katliamlarının hesabını sormanın zaman aşımı olmayacaktır.
link: Hakan Sönmez, 16 Mart Katliamını Unutmadık, Unutmayacağız, 3 Mart 2015, https://marksist.net/node/4039
Kapitalizm Halepçe’lerle Besleniyor
Rehabilitasyon Merkezinde Şiddet ve Tecavüz