Burjuva devlet ve onun farklı biçimleri konusundaki analizlerin Marksist teori içinde merkezi bir öneme sahip olduğu açıktır. Bu alanda yer alan sorunlardan hareketle Marksist çevreler tarafından yıllar içinde çeşitli tartışmalar yürütülmüş, farklı yaklaşımlar sergilenmiştir. Burjuva düzenin olağanüstü yönetim biçimleri konusunda ortaya çıkan çözümleme farklılıkları, işçi sınıfının mücadelesi açısından günümüzde de büyük bir önem taşıyan Bonapartizm ve faşizm gibi sorunlar üzerine yeniden eğilme ihtiyacı doğuruyor. Burjuva devletin Bonapartist biçimlenmesi, yalnızca geçmiş dönemlere ait bir tarihsel olgu değildir. Bonapartizm, yakın tarihimizin uzantısı olan önemli bir gerçeklik ve tartışma konusudur. Aynı şekilde faşizm de, sermaye düzeninin bir zamanlar dünyayı kana bulayan ve işçi sınıfına, emekçi kitlelere nice acılar çektiren zalim saldırısı olarak yaşanmış ve artık tarih kitaplarının sayfaları arasına gömülmüş değildir. Faşizm, burjuva devletin emperyalizm çağında devrim tehdidiyle yüz yüze geldiğinde büründüğü karşı-devrimci biçimdir.
Sermayenin egemenliği devam ettiği sürece faşizm tehdidi de varlığını sürdürecektir. Faşizm burjuvazi açısından zorunlu hale gelip, buna gücü de yettiğinde, yine işçi sınıfının ve yoksul kitlelerin, devrimci kuşakların karşısına tüm melânetiyle dikilecektir. Hiç uzağa gitmeye gerek yok. Türkiye’de 12 Eylül rejiminin işçi hareketinde ve devrimci mücadelede açmış olduğu yaralar hâlâ kapanmadı. Faşizmin işçi sınıfının örgütlü güçleri açısından yarattığı tahribatın izleri hâlâ silinmedi. Türkiye işçi sınıfı ve devrimci mücadele, yenilgi psikolojisinden sıyrılıp kendine olan güvenini daha doğru ve daha güçlü temellerde yeniden kazanabileceği bir atılım ihtiyacı içinde kıvranmaya devam ediyor.
Böylesi dönemlerde geçmiş ve yakın tarihin dersleri üzerine yeniden ve daha titizlikle eğilmek, mücadele azmini Marksist teorinin gücüyle çelikleştirmek zorunlu hale gelmektedir. Daha kuruluşuna bir tür Bonapartizmin damgasını bastığı, uzun bir dönem boyunca neredeyse askeri darbelerin “olağan”, parlamenter işleyişin ise “olağanüstü” sayıldığı bir ülkede yaşayan ve mücadele yürüten devrimci unsurlar açısından bu zorunluluğun önemi bir kat fazla olsa gerek. Buradan hareketle, bu çalışmada genel anlamda Bonapartizm ve faşizm sorununu olduğu gibi, olağanüstü yönetim biçimlerinin Türkiye’deki somutlanışını ve bu çerçevede dikkat çeken diğer tartışma noktalarını da Marksizmin ışığında ele alıp tahlil etmeye çalıştım.
Burjuva devrimler tarihinde en önemli örnek olarak belirginleşen Fransa, politik literatüre pek çok kavram armağan etmiştir. Marksistler arasında çeşitli tartışmalara konu olan Bonapartizm kavramı da bunlardan biridir. Siyasal literatürde ifade ettiği anlamıyla Bonapartizmi, kısaca, burjuva devletin olağanüstü biçimlerinden biri olarak tanımlayabiliriz. Ne var ki Bonapartizm kavramı gerçek ifadesini, ancak ve ancak, tarihsel gelişme çizgisi içinde büründüğü somutluklar temelinde bulacaktır.
Marx, Fransa’da amca ve yeğen Bonaparte’ların hükümet darbeleri eşliğinde kurulan olağanüstü devlet biçiminin özelliklerini incelediği 18 Brumaire adlı eşsiz eserinde, siyasal bir kavram olarak Bonapartizmi zengin bir içerikle yeniden oluşturur. Marx’ın Bonapartizm incelemesi, yalnızca Fransa’da yaşanan Bonapartizm gerçeğini değil, burjuvazinin tüm olağanüstü yönetim biçimlerini aydınlatacak bir derinliğe sahiptir. Kapitalist tarihin değişik kesitlerinde, değişik koşullar altında biçimlenen olağanüstü siyasal rejimler birbirlerine tam olarak benzemeseler bile, genelde burjuva düzenin idamesi bakımından taşıdıkları çok önemli ortak özellikler vardır.
Burjuva düzenin olağanüstü siyasal biçimlenmeleri konusunda sağlıklı bir tartışma yürütebilmek için, Marx’ın Bonapartizm çözümlemesinden hareket etmenin vazgeçilmez bir zorunluluk olduğu açıktır. Bu çalışmanın Birinci Bölümü bu hareket noktasına ayrılmış bulunuyor. Marx’ın değerlendirmeleri bir yönüyle o dönemin somut koşullarını yansıtıyor olsa da, dikkatli biçimde incelendiğinde görülecektir ki, aslında kapitalizmin daha sonra ortaya çıkan olağanüstü yönetim biçimlerinin kavranabilmesi bakımından da inanılmaz zenginlikte ipuçları sunmaktadır. Bu ipuçlarından hareketle günümüze doğru düşünsel bir yolculuğa çıkmaksızın, emperyalizm aşamasına ulaştığında kapitalizmin içinden çıkardığı yeni bir olağanüstü biçimi, faşizmi lâyıkıyla kavramak mümkün değildir. O nedenle Bonapartizm sorununu incelediğim bölümde, bazı önemli çıkarsamaları spesifik olarak Bonapartist rejimle sınırlamaksızın, faşizm de dahil olağanüstü rejimlerin kimi ortak özelliklerini kapsayıcı yönleriyle vermeye çalıştım.
Kapitalist toplumun ilerleyişi içinde Bonapartizm kavramıyla anlatılmak istenen gerçeklik bazı yeni özellikler de sergileyecektir. Bu nedenle Bonapartizm olgusunu, tarihsel akışı içinde bürüneceği yeni kimlikleriyle kavramaya çalışmak gerekecektir. Üçüncü Bölümde değindiğim üzere, Türkiye örneğine de ışık tutacak olan tepeden burjuva devrimler ve bu temelde vücut bulan Bismarkçı Bonapartizm olgusu bunun somut örneklerinden biridir. Ancak Bonapartizm sorununun incelenmesi bu tarihsel dönemeç noktasında da sona erdirilemez. Zira ilerleyen yıllar içinde Bonapartist devlet biçimlenmesi, bu kez de emperyalizm dönemine özgü karakteristikleriyle karşımıza çıkacaktır.
Fakat, artık burjuva devletin olağanüstü biçimlenmelerini ifade edecek siyasal kavram çeşitlenmiş, Bonapartizmin yanı sıra bir de faşizm gerçeği tarih sahnesinde yerini almıştır. Ve bundan sonra hem burjuva devletin faşist biçimlenmesinin Marksist tahlilinin yapılması, hem de bu iki olağanüstü devlet biçiminin benzerlik ve ayrılık noktaları temelinde ele alınıp kavranması zorunlu hale gelmiştir. İkinci Bölümde gerek faşizm ve gerekse Bonapartizm sorununu bu zorunluluk noktasından hareketle ve emperyalizm döneminde işçi sınıfının devrimci mücadelesini tehdit eden olağanüstü siyasal rejimlerin özelliklerinin aydınlatılması bakımından ele aldım.
Adını, İtalya’da Mussolini önderliğinde biçimlenen karşı-devrimci hareketten alan ve peşinden gelen Almanya örneğiyle birlikte literatüre klasik faşizm olarak yerleşen tarihsel olgu hakkında ciltler dolusu incelemeler yapılmış bulunuyor. Fakat bunların büyük bir bölümü, faşizmi Mussolini veya Hitler gibi kişilerin hastalıklı ruhsal yapısıyla açıklamaya çalışan ve böylece sorunu kapitalizmin temellerinden uzaklaştırıp münferit tarihsel hadiselere indirgemeye çalışan burjuva yorumlardır. Oysa faşizm, ne Hitler gibi faşist liderlerin ne de onların demagojilerle peşlerinden sürükledikleri küçük-burjuva kitlelerin psikolojik tahlilleri temelinde kavranabilir. Zira Hitler gibi manyakları tarih sahnesinin önüne itekleyen ya da küçük-burjuva ve lümpen kitleleri işçi sınıfına karşı düşmanca psikolojiye büründürüp harekete geçiren gerçek etken, kapitalist sistemin içine düştüğü olağanüstü kriz koşullarıdır.
İşte faşizm de genelde bu tür olağanüstü kriz koşullarında oluşan devrimci durumlarda işçi sınıfının örgütlerine ve devrimci mücadelesine saldıran burjuva düzenin karşı-devrimci çözüm çabasıdır. Bu temel noktadan hareketle faşizmin yalnızca İtalya ve Almanya gibi klasik örneklerle sınırlı bir boyuta sahip olmadığını görmek gerekiyor.
İkinci Dünya Savaşından sonra gündeme gelen faşizm örneklerinde, iki emperyalist savaş arasında yaşanan derecede derin bir sistem bunalımı görülmese de, yine de sermayenin faşist saldırısı o ülkelerde burjuva düzeni derinden sarsan bunalımlarla ilgilidir. Faşizmin Şili, Türkiye gibi örnekleri söz konusu olduğunda, orta gelişkinlik düzeyindeki bu tip ülkelerin, emperyalist sistemin zayıf halkalarını oluşturduğu gerçeğini unutmamak gerekir. Faşizmin, küçük-burjuva kitlelerin öfke ve umutsuzluğunu faşist bir partide örgütleyip, bir anlamda aşağıdan yukarıya bir karşı-devrimi gerçekleştirerek, sivil faşist bir partiyle iktidara oturan “tek tip” bir ilerleme çizgisine sahip olmadığı açıktır.
İkinci Dünya Savaşından günümüze, faşizm çeşitli ülkelerde, örneğin Yunanistan’da, Şili’de, Türkiye’de, askeri diktatörlükler biçiminde yaşanmıştır. Bu örnekler karşısında doğru tutum alabilmek ve faşist bir iktidarın karşımıza pekâlâ bir askeri diktatörlük biçiminde de çıkabileceğini kavrayabilmek için, bu konuda yıllar boyu Marksizm adına ileri sürülmüş yanlış görüşlerle hesaplaşmak gerekiyor. Faşizm sorununu ele aldığım bölümde, bu ve benzeri tartışmalı konularda da genel bir yaklaşım sergilemeye çalıştım.
1920’lerde kapitalist sistemin sürüklendiği derin ekonomik ve toplumsal krizlerin ortasında toplanan Lenin dönemi Komintern kongrelerinde, faşizm konusunda önemli değerlendirmeler yapıldı. Devrimci işçi sınıfının ve onun devrimci öncüsünün, sermayenin azgın faşist saldırısına karşı doğru bir mücadele anlayışı ve doğru taktiklerle donatılması için büyük bir çaba sarf edildi. Fakat ne yazık ki, Lenin’in ölümünden sonra Sovyetler Birliği’nde Stalinist bürokrasinin egemenlik kurmasıyla birlikte, gerek Marksizme gerek dünya komünist hareketinin devrimci köklerine ağır darbeler indirildi. Bu nedenle pek çok önemli sorunda olduğu gibi, faşizm sorununda da Lenin dönemi Komintern önderliği tarafından benimsenen mücadele geleneğinin üzerine Stalinist egemenliğin karabasanı çöktü. Bu egemenlik altında biçimlendirilen resmi komünist hareket ile Lenin dönemi devrimci Komintern geleneği arasında bir süreklilik değil, tam tersine bu ikincisinin inkârına dayanan kesin bir kopuş söz konusudur.
Stalinizmin Marksizmle, sosyalizmle ilgisi bulunmayan varlığı ve uygulamaları, Marksizme burjuva cepheden yöneltilen açık saldırılara uzun yıllar boyunca çeşitli fırsatlar sundu. Ayrıca, Marksist teoriye Marksizm yağına bulanmış sözde eleştiriler yöneltmeye pek meraklı olan akademisyenler de Stalinist tahrifatları kendilerine bahane yaptılar. Böylece Marksizmin elbirliğiyle soldurulmaya çalışıldığı uzun bir tarihsel dönem boyunca, işçi mücadelesinin teorik cephesi ya resmi komünist hareketin tahrifatlarıyla “beslendi” ya da onun düzeysizliği nedeniyle doğan boşluk burjuva yazarların “parlak” görünen incelemeleriyle, sözde Marksist akademisyenlerin “katkı”larıyla dolduruldu.
Faşizm sorununun veya daha genel biçimiyle devlet sorununun incelenmesi adına yaratılmış olan bu nitelikteki külliyat, bu durumun çok somut örneğidir. Karşımızdaki bu gerçekliğin anlamı, devrimci işçi hareketinin çeşitli kollardan enjekte edilmeye çalışılan Marksizm dışı yaklaşım ve değerlendirmelerle bulandırılmasıdır. Bonapartizm veya faşizm gibi sorunların incelenmesinde ün yapmış “Marksist” akademisyenlerin bu tür bulandırmalarının her biri burada ayrı ayrı ele alınıp sergilenemeyeceği için, bunların çarpıcı bir örneği olması bakımından yalnızca Poulantzas’ın bu konudaki tezleri ele alınacaktır.
Türkiye’de yaşanmış somut örnekler de dahil, burjuva devletin olağanüstü biçimlerine ilişkin tartışmaların selâmetle yürütülmesi için sorunların esastan, yani Marksist köklerimizden hareketle aydınlatılmasının zorunlu olduğunu düşünüyorum. Bonapartizm ve faşizm sorunu çerçevesinde elbette çok daha geniş incelemeler yapılabilir, çok daha fazla sayıda somut örnekler sergilenebilir. Yine de eleştiriye açık tüm hususları saklı tutmak koşuluyla belirtmeliyim ki, çalışmamı çerçeveleyen ve sınırlarını belirleyen temel amacım yukarda belirttiğim zorunluluğun gereğini yerine getirebilmekten ibarettir.
İşçi sınıfının devrimci güçleri için, burjuva devletin olağanüstü yönetim biçimleri konusunda doğru ve aydınlatıcı bir değerlendirme ihtiyacı akademik bir meraktan kaynaklanmaz. Bu ihtiyaç, düşmanı daha iyi tanıyıp, ona karşı daha doğru, daha güçlü bir mücadele yürütme zorunluluğunun ifadesidir. Faşizm örneğinde olduğu üzere, sermaye düzeninin azgın saldırılarına karşı mücadelede elde edilebilecek sonuç, hegemonyayı hangi sınıfın kuracağına bağlıdır. Egemen sınıf düzenine karşı mücadelenin tüm veçhelerinde geçerli üst yasada olduğu gibi, faşizme karşı mücadelede de bayrakların asla karıştırılmaması gerekir. Daha geniş cepheler oluşturma adına, işçi sınıfını burjuvaziyle işbirliğine yönelten ve böylece demokrasi mücadelesinin önderliğini altın bir tepsi içinde burjuvaziye sunan tüm anlayışlar (Stalinist halk cephesi örnekleri ve benzeri sulandırılmış ittifaklar) tarih boyunca işçi sınıfına nice acı yenilgiler tattırmışlardır. Bu tarihsel gerçeklik asla unutulmamalı.
Komintern’in Lenin döneminde toplanan Üçüncü ve Dördüncü Dünya Kongrelerinde faşizm sorunu çerçevesinde yapılan değerlendirmeler ve alınan kararlar, devrimci işçi hareketi açısından bugün de önemli bir hareket noktasıdır. Ne var ki o dönemle günümüz arasına giren Stalinist egemenlik “çağı” nedeniyle, geleneğimizin bu Marksist kökü kurumaya terkedilmiştir. Bu kökleri canlandırmak ve geleceğe taşımak zorundayız. Lenin’in ölümünden sonra Komintern’in devrimci geleneğini diri tutmaya çalışan Bolşevik önderlerin siyasal varlığı, kendileriyle birlikte tarihin karanlık uçurumlarına savrulmaya çalışılmıştır. Troçki’nin faşizm konusunda günümüze de ışık tutacak olan çözümlemeleri ve inşa etmeye çalıştığı mücadele hattı, Stalinist bürokrasinin azgın saldırılarına hedef olmuştur. Bugün bu gerçekler üzerinde düşünmeden, neyin doğru neyin eğri olduğu üzerine devrimci içtenlik ve dürüstlükle muhasebe yürütmeden, hiçbir konuda işçi sınıfının devrimci mücadelesine lâyık olabilecek bir yol tutabilmek mümkün değildir.
Aynı ağırlık derecesinde bir sorun olmasa da, yine de devrimci tutumun güçlendirilmesi bakımından netleşmeyi gerektiren bir diğer konu da Troçkizmin zaaflarıdır. Troçki ile Troçkizmin ayırt edilmesi gerekir. Troçki kuşkusuz büyük bir devrimcidir ve devrimci Marksist geleneğimizin bir parçasıdır. Troçkizm ise, Troçki’nin ölümünden sonra onlarca parçaya ayrılmış, devrimci otorite boşluğu nedeniyle Marksizm dışı etkenlere açık hale gelmiş ve zaman içinde pek çok parçası itibarıyla yozlaşmıştır. Bu nedenle bugün işçi sınıfının mücadelesini ilgilendiren hangi önemli soruna el atsak, Lenin’in takipçisi olmaya çalışmış gerçek Troçki ve onun fikirleri ile aramıza, Troçkizmin papalarının yıllar içinde yarattığı çeşitli çarpıtmalar girmektedir.
Troçki’nin eleştireceğimiz hatalı tutumları, yanlış değerlendirmeleri olabilir. Fakat bu tür bir eleştiriden zaten hiçbir devrimci Marksist muaf değildir ki. Bunun da ötesinde asıl sorun, Marksizmi Leninizm, Troçkizm gibi ayrı parçalara bölmenin yanlışlığıdır. Dünya işçi sınıfının devrimci önderlik krizi, paramparça izm’ler yaratmakla değil, ancak ve ancak Marksizmi güçlendirmekle bir çözüm yoluna sokulabilir. İşçi sınıfının devrimci mücadelesine şu ya da bu ölçüde önemli katkılarda bulunmuş tüm devrimci önderler, Marksizmi zenginleştiren ortak bir kaynak olarak sahiplenilebilmelidir. Sorun şu ya da bu kişiyi yüceltmek ya da yerin dibine batırmak değil, işçi sınıfının tarihinde iz bırakmış kişilerin mücadelesini ve fikirlerini Marksist temellerde değerlendirip bir sonuca varabilmektir.
Önce tersten bir örnek olarak Stalin’i hatırlayabiliriz. Burada da sorun bir “kişi” sorunu değildir. Hesaplaşılması gereken, dünya işçi sınıfının devrimci mücadelesine büyük zarar vermiş olan ve Marx’ların, Lenin’lerin döşediği devrimci temelleri dinamitlemiş bulunan bir toplumsal fenomen ve günümüze uzanan bir siyasal akım olarak Stalinizm sorunudur. Bir de devrimci mücadelenin yolunu aydınlatan olumlu örnekleri hatırlayabiliriz. Marx, Engels, Lenin, Rosa, Troçki gibi devrimci önderler, her birinden özgün bir siyasal akım yaratmak için değil, devrimci Marksizmin ortak geleneğini yeniden canlandırmak üzere doğru yönleriyle aynı devrimci potaya akıtmamız gereken köklerimizdir. Hele ki, işçi sınıfının devrimci önderlik krizinin aşılabilmesinin insanlığın geleceğini belirleyecek yaşamsal bir sorun olarak karşımıza dikildiği günümüz dünyasında, Marksist devrimci geleneğimizin tüm zenginliğiyle yeniden inşa edilmesi ve güçlendirilmesi çabası her şeyin üstünde olmalıdır.
Faşizm ya da emperyalist savaşlar gibi, dünya işçi sınıfının yaşam ve mücadele koşullarını doğrudan ilgilendiren can yakıcı sorunlar karşısında doğru tutum alabilmek için, Marksist geleneğimiz ile onu açıkça çiğneyen Stalinist gelenek arasına kalın bir sınır çizgisi çekmek gerekiyor. Diğer yandan Troçkizm örneğinde olduğu üzere, devrimci proletaryanın Marksist geleneğinin güçlenmesini engelleyen çarpıtmalara karşı kararlı bir mücadele yürütmek de asla savsaklanamaz.
Devrimci işçi hareketinin boşluklarından sızarak onu paralize etmeye çalışan burjuva etkisine çarpıcı bir örnek, günümüzde faşizm tehlikesi konusunda yürüyen tartışmalardır. Geride bıraktığımız yüzyıl içinde yaşanan faşizm belâsının, kapitalizmin çılgınlığını daha önce ele vermiş olması nedeniyle bir daha gündeme getirilemeyeceğini düşünmek kadar yanlış, tehlikeli ve mücadeleye zarar verici bir tutum olamaz. Alman Nazizmine can veren, iki emperyalist paylaşım savaşı arasında Avrupa’yı vuran inanılmaz boyutlardaki ekonomik ve toplumsal bunalımdı. Bu tür bunalımlar kapitalizmin olağan döngüsel bunalımlarının ötesine geçen, derin ve sistemi sarıp temellerine dek sarsan bunalımlardır. Kapitalist düzen var oldukça, emperyalist savaşlar da, işçi sınıfının devrimci mücadelesi de ve dolayısıyla faşizm de var olmaya devam edecektir.
Günümüzde emperyalist güçler arasında tırmanan gerilimlere, nüfuz alanlarını kana bulayan yeniden paylaşım savaşlarına bakıp da, hâlâ bir daha üçüncü bir emperyalist paylaşım savaşının çıkmayacağını iddia edenler hangi sıfatları hak ediyorlarsa, faşizm konusunda da durum aynıdır. Avrupa’daki tuzu kuru aydınlar ve onların dümen suyundan giden sözde sosyalistler, dünyayı rahat döşeklerinden seyredip yangın kendi evlerine ulaşmadığı sürece, “bir daha olmaz” nakaratını terennüm ederek kendilerini kandırabilirler. Ama onlar böylece oyalanırlarken, emperyalist güçlerin kaynayan bir cadı kazanına döndürdüğü günümüz dünyasında tehlikenin adım adım kendi evlerine de yaklaşmayacağı söylenebilir mi?
Bazı Avrupa ülkelerinde faşist partiler belirli düzeylerde yükseliş kaydediyor olsalar da, faşizmin bu ülkelerde henüz güncel bir tehdit boyutuna ulaşmadığı doğrudur. Ama yarın neler olacağı belli mi olur? Ekonomik krizlerin, yeniden paylaşım savaşlarının sarsıntılarıyla dönen, yabancı düşmanlığının, ırkçılığın tırmandırıldığı günümüz dünyasında, başı fena halde sıkıştığında kapitalist sistemin içinden yine faşizm belâsını çıkartabileceği gerçeği asla küçümsenemez. Ayrıca unutulmamalı ki, dünya Avrupa’dan ibaret değil. Türkiye olsun, çeşitli Latin Amerika ülkeleri olsun, emperyalist sistemin bu zayıf halkalarında yaşanan faşizm gerçeğinin devrimci işçi hareketinde yarattığı büyük tahribatın etkileri canlı bir tarih olarak karşımızda duruyor. Üstelik faşizm bugün, egemen emperyalist güçlerin yeni markası “medeniyetler çatışması” adı altında, işçi ve emekçi insanları Müslüman-Hıristiyan ekseninde bölüp birbirine kırdırtma planlarıyla kendine yeni yollar açmaya hazırlanıyor.
23 Ağustos 2004
link: Elif Çağlı, Önsöz, 23 Ağustos 2004, https://marksist.net/node/488