İşçi Sınıfının Kapsamı
Pek çok sorunda olduğu gibi sınıf sorununda da, bu olgunun temel unsurlarının gerçek yaşamdaki bağlantıları, karşılıklı varoluşları içinde aydınlatılması ve kavranmasına ağırlık vermeyip, burjuva sosyolojisinin ders notlarına benzer tanımlamalar arayanlar, Marksizmin kurucularının eserlerinde böyle şeyler bulamazlar. Marx’ın, Kapital’in üçüncü cildinde yer alan Sınıflar bölümünü tamamlayamadan öldüğü bir gerçektir. Fakat tüm bölümleriyle Kapital, kapitalist toplumda sınıfların hangi nesnel ölçütlere göre birbirinden ayrıldığı ve işçi sınıfından ne anlaşılması gerektiği konusunda yeterince açıklayıcı veri sunmaktadır. Üstelik, salt kapitalist toplum yapısını anlayabilmek bakımından değil, genel olarak sınıflı toplumlarda sömüren ve sömürülen sınıfları ayırt edebilmek için, farklı üretim ilişkilerinin tahliline çarpıcı ve zengin bir biçimde değinilmiştir.
Kişilerin verili üretim tarzı içindeki konumunu ve dolayısıyla toplumsal ürünün paylaşılmasındaki durumunu belirleyen temel unsur, üretim araçlarıyla kurulan ilişkidir. Bu yaklaşım, nesnel kategoriler olarak sınıfların tanımlanmasını mümkün kılar. Bu temel husus, üretim ilişkilerinin hukuksal ifadesi olan mülkiyet ilişkilerinde yansımasını bulur. Bu açıdan, kapitalist toplumda üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip bulunan kapitalist sınıfın karşısında, bu mülkiyetten yoksun işçi sınıfı yer alır. Öte yandan, çeşitli insan gruplarının sınıfsal pozisyonlarını belirleyebilmek için, kapitalist üretim sürecini teknik bir iş süreci olarak değil, toplumsal bir işbölümü sistemi olarak ele almak gerekir. Çünkü, teknolojik değişime bağlı olarak sınıfın iç yapılanmasında, bileşiminde değişiklikler gerçekleşse de, kapitalist mülkiyet ilişkileri egemen olduğu sürece, burjuvazi ve proletarya, sınıf çıkarları uzlaşmayan iki temel sınıf olarak varlıklarını sürdüreceklerdir.
Kapitalizm çağında ücretli işçiyi tanımlamakta kullanılan proletarya kavramının tarihsel kökü çok eskilere uzanmaktadır. Bu kavram, antik Roma’da orduya katılabilecek düzeyde mülkü olmadığı için, topluma tek katkısı çocuk doğurarak nüfusu arttırmaktan ibaret olan proletarii kelimesinden gelmektedir. Marx da, modern çağın proletaryasını tanımlarken, kapitalist birikimin genel yasasından hareket etmiş ve sermayenin kendisini genişletmesi için sermaye ile durmadan kaynaşmak zorunda kalan, sermayeden kopup ayrılması mümkün olmayan işgücü kitlesine dikkat çekmiştir. Bu kitlenin sermayeye köleliği, kendi işgücünü sattığı bireysel kapitalistlerin başka başka olmaları sayesinde gözden gizlenmektedir ve onun yeniden üretimi, bizzat sermayenin yeniden üretiminin kökü ve esasıdır. İşte bu bağlamda, sermaye birikiminin proletaryanın çoğalması anlamına geldiğini vurgulayan Marx, “Bizim «proletarya» ekonomik bakımdan, sermayeyi üreten ve artıran, ve Pecqueur’un taktığı adla «Mösyö Kapital»in genişleme ihtiyacı için fazlalık haline gelir gelmez sokağa atılan ücretli-işçiden başkası değildir” demektedir.[3]
Komünist Manifesto’daki ifadesiyle modern işçi sınıfı, iş buldukları sürece yaşayan ve emekleri sermayeyi arttırdığı sürece iş bulan bir emekçiler sınıfıdır. Öte yandan Engels, Manifesto’nun 1888 İngilizce baskısına, proletarya sözcüğünün genel olarak ücretli işçi anlamına geldiğini netleştiren bir not koymuştur. “Burjuvazi ile, modern kapitalistler sınıfı, toplumsal üretim araçlarının sahipleri ve ücretli emek kullananlar kastediliyor. Proletarya ile ise, kendilerine ait hiçbir üretim aracına sahip olmadıklarından, yaşamak için işgüçlerini satmak durumunda kalan modern ücretli emekçiler sınıfı.”[4] Marx ve Engels’in sınıf olgusu hakkındaki değerlendirmelerinden hareketle toparlayıcı bir tanıma varan Lenin ise, genel olarak sınıfların hangi kriterlere göre ayırt edileceklerine dikkat çeker.
“Sınıflar, birbirlerinden, tarihsel olarak belirlenmiş bir toplumsal üretim sisteminde tuttukları yere, üretim araçlarıyla olan (çoğu durumda yasalarla saptanan ve formüle edilen) ilişkilerine, emeğin toplumsal örgütlenişindeki rollerine ve bunun sonucu olarak, toplumsal zenginlikten aldıkları payın boyutlarına ve bunu elde etme tarzına göre ayrılan büyük insan gruplarıdırlar.”[5]
Sınıf mücadelesinde burjuvazinin işçi sınıfı karşısında ideolojik üstünlük sağlamasına hizmet eden burjuva sosyolojisi ise, sınıf ve benzeri olgularda bilimsellik adına yaptığı “katkılarla” dikkatleri asıl olandan uzaklaştırmaktadır. İleri kapitalist ülkelerde akademik eğitim kurumları, Marksist çözümlemeleri de sözde dışlamayan fakat aslında onu “zenginleştirerek” öldüren beyinler üretmektedir. Bunun en çarpıcı örneğini, kapitalizmde işçi sınıfı gerçeğini üretim ilişkileri temelinden uzaklaştırarak, meslekî ayrımlar, gelir düzeyleri, şu ya da bu yaşam tarzına arzu duymak, üretim sürecinde gözetim ve denetim benzeri işlevler üstlenmek gibi noktalara kaydıran yaklaşımlar oluşturuyor. Eğer sorun bu türden ayrımlar açısından ele alınırsa, işçi sınıfının kapsamının ne olduğu konusunda hiç de gerçeklikle bağdaşmayan ve sonucu netleştireceğine alabildiğine bulanıklaştıran yollara sapılmış olunur. Zira, bu türden yolları döşeyen Max Weber ve onun izinden giden Anthony Giddens gibi burjuva sosyologlarının ortaya attıkları tezler, birbirinden farklı sınıfsal konumlara sahip olanları “maaşlılar”, “hizmet sınıfı”, “orta sınıf” gibi kategorilerin içine doluşturan sosyoloji öğretileridir. Bu türden öğretiler, işçi sınıfının kapsamı konusunda Marksizmin getirmiş olduğu nesnel ölçütleri gözden düşürmeye yöneliktir.
Gerçekte, kapitalist gelişmeyle birlikte üretim aracı sahipliğinden kopan emekçiler, yaşamlarını sürdürebilmek için kendi işgüçlerini satmak zorunda kalarak işçi sınıfını oluştururlar. Bu durum kapitalist toplumun nesnel ve temel bir gerçeğidir. Kişi bunun bilincinde olsa da olmasa da sonuç değişmez ve söz konusu bu nesnel ölçüt, işçi sınıfının genel kapsamını belirler.
Oysaki, soruna diyelim meslekî ayrımlar açısından yaklaşıldığında, örneğin genel olarak mühendislerin hangi sınıf içinde yer aldığını yanıtlayabilmek ya da gerçekten doğru bir yanıt verebilmek olanaklı değildir. Çünkü mesele bu biçimde ortaya konulursa, her şeyden önce soru tamamen yanlış bir biçimde sorulmuş olur. Genel olarak mühendislik ya da bir başka meslek grubu, sınıfsal ayrım konusunda bir fikir veremez. Zira, üretim aracı sahibi olup yanında işçi çalıştıran ve onların yarattığı artı-değere el koyan burjuva mühendisler olduğu gibi, sahip olduğu üretim aracı düzeyi artı-değer sömürüsüne fırsat vermediği için kendi yağıyla kavrulan küçük-burjuva diyebileceğimiz mühendisler de vardır. Fakat asıl önemlisi, meslek grubu açısından örneğin vasıfsız işçilere oranla bir hayli ayrıcalıklı görünen mühendislerin, işgücünden başka satacak mallarının bulunmaması durumunda, işçiden başka bir şey olmadıkları gerçeğidir. İşte Marksizm, elimize sınıf ayrımları konusunda sonuca ulaşabileceğimiz nesnel ölçütler verirken, burjuva sosyolojisi ise işçi sınıfının kapsamını keyfince daraltmaktadır.
Mühendis örneğinden hareketle, burjuva sosyolojisinin ileri sürdüğü diğer ölçütleri düşündüğümüzde de benzer bir sonuçla yüz yüze geliriz. Örneğin, soruna gelir düzeyindeki farklılıklar açısından yaklaşsak, ortalama işçiye oranla yalnızca mühendis ve benzeri eğitilmiş işgücünün daha yüksek bir gelir elde etmediğini, genel olarak işçi sınıfı içinde gelir düzeyi bakımından önemli farklılıkların bulunduğunu görürüz. Kaldı ki, bilimsel ve teknik ilerleme sonucunda, üretim sürecinde giderek kafa emeği daha çok yer alsa da, bu aynı kapitalist gelişme vasıflı emeğin ücretini ortalamaya doğru düşürme eğilimindedir. Bu nedenle, örneğin kıdemli bir kol işçisinin, fabrikalarda işe başlayan genç mühendislerden daha fazla ücret elde etmesi pekâlâ mümkündür. Demek ki, aydınlatıcı Marksist kriterler göz ardı edildiğinde, tek başına gelir düzeyi farklılığı da sınıfsal konumun belirlenmesinde bir işe yaramamaktadır.
Eğer gelir düzeyi sorununa işçi sınıfının kendi içindeki farklılıklar bakımından değil de, esas olarak burjuvaziyle ayrımını belirlemek açısından yaklaşırsak, bu noktada vurgulanması gereken en önemli husus, bölüşüm ilişkilerinin aslında üretim ilişkilerinin bir sonucu olduğudur. Marx’ın belirttiği gibi, bölüşüm, ürünlerin bölüşümü olmazdan önce, “1) Üretim araçlarının bölüşümü, ve 2) aynı ilişkinin bir sonucu olarak, toplum üyelerinin farklı üretim çeşitlerini bölüşmesidir. (Bireylerin belirli bir üretim ilişkileri çerçevesine oturtulması.)”[6]
Böylece bireyler, belirli üretim ilişkileri çerçevesinde farklı sınıflara bölünür ve genel bölüşümden paylarına düşecek olan gelir dilimleri buna göre belirlenir. Gelir düzeyleri arasındaki farklılıklar, bir başka deyişle ürünlerin bölüşümü, bizzat üretim sürecinde içerilmiş olan ve üretimin yapısını belirleyen bu bölüşümün sadece bir sonucudur.
Bazı sözde Marksistler ise, Marx’ın, Engels’in ya da onların izinden giden Lenin’in sınıf tanımı konusundaki açılımlarını eksik bularak konuyu “derinleştirmektedirler”. Kafa emekçilerini işçi sınıfının kapsamı dışına atan ve kol işçilerine oranla burjuva ideolojisinden etkilenmeye daha açık oldukları gerekçesiyle, bunları bir “orta sınıf” kategorisi içine tıkıştıran Poulantzas ve benzerlerinin bu türden “katkı”ları, genel bir gevezelikten öteye gitmemektedir. Kabaca bir sorgulama bile, salt işçi olmakla kimsenin burjuva ideolojisinin hegemonyasından ve ondan etkilenmeye açık bulunmaktan yakasını kurtaramadığını ortaya koyacaktır.
Sınıf bilincine sahip olunmadığı sürece, sıradan bir kol işçisinin eğitim görmüş bir işçiye, bir beyaz yakalıya oranla burjuva ideolojisinden etkilenmeye daha az açık olacağını iddia etmek, gerçeklerle alay etmek demektir. Hatta kapitalizmin gelişme seyri, beyaz yakalı işçilerin bir bölümüne, bu düzende işçi olmak dışında başka bir şanslarının bulunmadığını kavrattığı ölçüde, eğitim düzeyi yüksek işçiler burjuva ideolojisinin etkisinden kurtulmaya daha açık hale de gelebilmektedirler.
Sonuç olarak, üretim aracı sahibi olmayan ve bu nedenle de yaşamını sürdürebilmek için işgücünü kapitaliste satmak dışında bir seçeneği bulunmayan (yani ücret gelirleri sınıf atlamalarına olanak vermeyen) ücretlilerin tümü, meslek, gelir düzeyi, üretimdeki gözetim ve denetim işlevlerini sürdürüyor oluşu gibi ayrımlara bakmaksızın genel olarak işçi sınıfının kapsamı içindedir. Önce bu netlikle sınıf kapsamı ortaya konduktan sonradır ki, söz konusu ayrım noktalarının işçi sınıfı içinde ne gibi bölünmelere neden olduğu, örneğin bazı kesimlerin küçük-burjuva yaşam tarzını sürdürmeye daha yatkın bulunduğu vb. gibi hususlar ayrıca incelenebilir. Fakat bu ayrıntılar genel tabloyu pek de etkilemez.
Kendiliğinden Sınıf ve Kendisi İçin Sınıf
Marx, işçilerin ancak örgütlendiklerinde ve bir sınıf olarak kendi varlıklarının bilincine vardıklarında devrimci bir rol oynayabileceklerini, bunun dışında tek tek işçilerin hiçbir şey olduklarını söyleyerek, sınıfın nesnel varlığıyla öznel durumunu birbirinden ayırt etmiştir. Kendiliğinden sınıf ve kendisi için sınıf tanımlamalarıyla hatırlanan bu ayrıma Marx şu sözlerle değinir:
“Ekonomik koşullar ülkenin halk yığınlarını ilkin işçi haline getirir. Sermayenin dayanışması, bu yığın için ortak bir durum, ortak çıkarlar yaratmıştır. Bu yığın, böylece, daha şimdiden sermaye karşısında bir sınıftır, ama henüz kendisi için değil. Ancak birkaç evresini belirtmiş bulunduğumuz bu savaşım içinde, bu yığın birleşir, ve kendisini kendisi için bir sınıf olarak oluşturur. Savunduğu çıkarlar, sınıf çıkarları olur. Ama sınıfın sınıfa karşı savaşımı, politik bir savaşımdır.”[7]
Demek ki, işçiler henüz ortak bir sınıfın üyeleri olduklarının bilincine varmış olmasalar da, nesnel açıdan, yani kapitalist üretim ilişkileri temelinde, burjuvazi karşısında ayrı bir sınıf oluşturmaktadırlar. Kendiliğinden sınıf konumu, işçi sınıfının bilinç ve örgütlenme düzeyinden bağımsız olarak ve bu düzey henüz ne denli geri olursa olsun, nesnel bir olgu olan sınıf varlığını ifade etmektedir. Ancak, sınıf bilincinden yoksun ve örgütsüz işçiler, sermayenin güdümündeki bir ücretli emek sürüsü gibidir. Dolayısıyla tek tek işçilerin burjuvazi ile çelişki içinde bulunan bir sınıfa mensup oluşları gerçeği kendi başına siyasi bir önem taşımaz.
Sınıf mücadelesinde şu ya da bu düzeyde taraf olacak bir proletaryadan söz edebilmemiz için, işçiler arasında mutlaka şu ya da bu düzeyde bir bilincin ve örgütlülüğün doğması zorunludur. Bu nedenle, Marksizmin dünyayı değiştirme bağlamında asıl üzerinde yoğunlaştığı sorun sınıfın öznel konumuna ilişkindir. Bu husus Marx ve Engels tarafından Alman İdeolojisi’nde açıkça dile getirilmiştir. “Tek tek bireyler, ancak başka bir sınıfa karşı ortak mücadele yürütmek zorunda oldukça bir sınıf meydana getirirler; bunun dışında rekabet içinde birbirlerine düşmandırlar.”[8]
Görüldüğü gibi Marksizm, yaşamda var olan sınıf gerçekliğini derinden kavramaktadır. Bu gerçekliğin farklı yönlerini diyalektik ilişki ve çelişkileri içinde açıklamaktadır. Oysa, Marksizme sözümona eleştiriler yöneltip onu gözden düşürmeye çalışanların ileri sürdükleri argümanlar, genellikle Marksizmin işçi sınıfına ilişkin çözümlemeleriyle uzaktan yakından ilgisi olmayan ve kerameti kendinden menkul saptamalardır. Örneğin Gorz, “Marx, yaşamı boyunca, proleterlerin, yalnız sınıf olarak değil, her birinin kişisel olarak da, her şey olabilme ve her şeyi yapabilme eğilimine değindi durdu” demektedir.[9] Yukarıda Marx ve Engels’ten aktarmış olduğumuz açıklamadan sonra, Gorz’un bu satırları, akılları sıra Marksizmin yetersizliğini sergilemeye niyetlenenlerin düşünce fukaralıklarını ve sahtekârlıklarını çok açık biçimde ele vermektedir.
Devrimci proletaryadan duydukları rahatsızlık nedeniyle, bu gerçeklikten en azından kendi dar dünyalarında kurtulmaya çalışan Gorz gibiler, aslında kendileri idealizmin batağına saplanmış durumdayken, Marx’ı yanılgılar içindeki bir idealist olarak yansıtmaya çalışmaktadırlar. Gorz’un, “aslında devrimci proletarya diye bir şey yok, Marx onu böyle düşündüğü için böyle bir şeyin var olduğu sanıldı” biçimindeki sayıklaması buna örnektir. Bu sayıklamalarının dikkate alınabilmesi için onları “felsefi” bir ambalaj içinde ortaya koyan bay Gorz, “ufak” bir sihirbazlıkla Marx’ı Hegel ile özdeşleştirmektedir. Ona göre, nasıl ki Hegel’de “mutlak akıl” “kutsal ruh”un bir yansıması olarak kavranmışsa, Marx’ta da proletaryanın benzer bir yansıma olduğunu söylemek mümkündür!
Oysaki Marksizmin diyalektik yöntemi, Hegelci yöntemden sadece farklı değil, onun tam karşıtıdır da. İdealist Hegel için, düşünme süreci gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarıyken, gerçek dünya ise düşüncenin yansımasıdır. Hegel’in deyişiyle “idea”nın yani “fikir”in dışsal biçimidir. Böyle bir yaklaşım, gerçekliğin tepetaklak edilmesinden başka bir anlama gelemez. Bu nedenle Marx, “Benim için ise tersine, fikir maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir” der.[10]
Marx ve Engels, materyalist tarih anlayışının özünü vurgularlarken, toplumsal varlık ile toplumsal bilinç arasındaki gerçek ilişkiye dikkat çekmişlerdir. Fikirlerin, tasarımların ve bilincin üretimi, insanların maddi faaliyetine ve maddi alışverişine bağlıdır ve gerçek hayatın dilidir. Bir başka deyişle, bilinç hiçbir zaman bilinçli varlıktan başka bir şey olamaz. Ve insanların varlığı, onların gerçek yaşam süreçleridir. Ahlâk, din, ideoloji, bilinç vb. gerçek yaşamın düşünsel yansımalarıdır. Bunların maddi yaşam olmaksızın kendi başına bir tarihleri ya da varlıkları yoktur. Tam tersine, “maddi üretimlerini ve maddi ilişkilerini geliştirerek, kendilerine özgü olan bu gerçek ile birlikte hem düşüncelerini, hem de düşüncelerinin ürünlerini değişikliğe uğratan insanların kendileridir. Yaşamı belirleyen bilinç değildir, ama bilinci belirleyen yaşamdır.”[11]
Çapsız çarpıtmalarıyla Marksizmle hesaplaşmaya kalkışan entelektüellerin bir eksiklik ya da yanlışlık olarak saptadığı hususların hemen hepsi, bizzat Marx’ın ve Engels’in eserlerinde kapsamlı ve doğru biçimleriyle yer almakta ve yıllara meydan okumaktadır. İnsan toplumunun yaşamında genelde sınıflar olgusunun ne anlama geldiği ve özel olarak proletaryanın yeri, kapsamı, tarihsel rolü gibi konularda Marx’ın çalışmaları incelenecek olursa, Gorz gibilerin gerçekler dünyasındaki Karl Marx’tan değil de, kendi hayal âlemlerinde yarattıkları bir mösyö Karl’dan söz ettikleri anlaşılacaktır. Karl Marx’ın sınıf gerçeğini kavrayışı, yaşamın içerdiği çok yönlülüğü yansıtan bir derinliğe sahiptir. Proletaryanın devrimci misyonu ve dolayısıyla devrimci proletarya konusundaki çözümlemeler, Marksizmin kurucularının zihinlerinden fırlayan birer fantezi değildi. Bu düşünceler, gerçek kapitalist yaşamda nesnel olarak var olan temel sınıfların ve bunlar arasında kaçınılmazlıkla patlak veren sınıf çatışmalarının sonuçlarının doğru tarzda kavranmasından ibarettir.
Gerçek yaşamda nesnel olarak var olan bir karşıtlık, birdenbire ve kendiliğinden çözümlenmez. Bir olgunlaşma sürecinden geçer. Sınıflar söz konusu olduğunda bu süreç, çeşitli biçimlere bürünen ve alçalışlar yükselişler arz eden bir sınıf mücadelesi sürecidir. Bu nedenle, sınıf mücadelesi karşıt sınıfların nesnel varlığının ürünüyse de, aynı zamanda sınıfın üyelerinin kapitalist düzen içinde kendi varoluşlarının bilincine varmaları koşuluna bağlıdır. Dolayısıyla, işçi sınıfının kendiliğinden sınıf ve kendisi için sınıf pozisyonları, kapitalist düzende işçi sınıfı gerçeğinin olgunlaşma sürecinin farklı uğraklarıdır.
İşte, bizzat maddi yaşamdan kaynaklanan devrimci proletarya fikrinin, dünyayı fiilen değiştirecek bir gerçekliğe dönüşmesi, burjuvazi ile proletarya arasındaki sınıf karşıtlığının ve bunun ifadesi olan sınıf mücadelesinin olgunlaşmasına bağlıdır. Marx ve Engels, tarihte devirli olarak meydana gelen devrimci sarsıntının, mevcut her şeyin temellerini devirmeye yetecek güçte olup olmayacağını belirleyen şeyin, çeşitli kuşakların hazır olarak buldukları yaşam koşulları olduğunu belirtirler. Ve onlar, tarihsel ilerleyişin yalnızca nesnel anlamda egemen sınıfla karşıtlık içindeki bir yığını yaratmakla kalmadığını, ama aynı zamanda mevcut düzene karşı, devrimci bir yığın yarattığını açıklarlar. Devrimci fikirler ancak bu temelde maddi bir güce dönüşebilir.
“Tam bir altüst oluşun maddi unsurları, bir yandan mevcut üretici güçler, ve öte yandan da, devrimi, sadece geçmiş toplumun özel koşullarına karşı değil, ama daha önceki «yaşamın üretimi»nin kendisine karşı, bu üretimin temeli olan «tüm eylemler toplamına» karşı yapan devrimci bir yığının oluşmasıdır; eğer bu koşullar mevcut değilse, pratik gelişme için, bu altüst oluş Fikir’inin daha önce binlerce kez ifade edilmiş olması, komünizm tarihinin tanıtladığı gibi, hiçbir önem taşımaz.”[12]
Nesnel ve öznel sınıf konumu arasında kuşkusuz ki diyalektik bir ilişki vardır. Kapitalist gelişmenin giderek daha çok sayıda işçiyi sermayenin sömürüsü altında bir araya getirmesiyle birlikte, işçiler arasında ilk birleşme çabaları da filizlenmeye başlamıştır. Yani sınıf çatışmalarının temelinde, sömürenin ve sömürülenin nesnel sınıf çıkarları arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın bilincine varılması süreci yatar.
Kapitalizmin ilerleyişi içinde, ücretlerin korunması temelinde biçimlenen ortak çıkar, işçilerde bir dayanışma duygusunu geliştirmiş ve ekonomik mücadele kapsamındaki dayanışma sandıklarının, giderek sendikal birliklerin kurulmasıyla birlikte işçilerin sınıf bilinci kazanması süreci başlamıştır. Yalnızca ekonomik mücadele gerekliliğine denk düşen ilksel bir sınıf bilinci düzeyinden, patronlara karşı siyasal mücadele yürütme zorunluluğunun kavranmasına sıçrayan süreçler yaşanmıştır. Bu türden tarihsel kesitler, proletaryanın öznel sınıf pozisyonunda, yani kendisi için sınıf oluşunda çok önemli ilerlemelere yol açmıştır. Öte yandan, fiilen işçilerin mücadeleleriyle ilerleyen elverişli tarihsel konjonktürlerde, siyasal açıdan en üst dereceyi oluşturan devrimci siyasal bilincin sınıf hareketine taşınması ve sınıf içinde devrimci bir örgütlenmenin gerçekleştirilmesi gereği yaşama geçirilebilmiştir.
O halde, ekonomik mücadele sınıfın daha büyük bir kitlesini sermaye ile çatışma içine sürükler ve bu türden çatışmalı süreçler işçi sınıfının bir kısmını öne fırlatırken, bu durum, öncü işçiler arasında siyasi mücadele yönünde bir istek doğurur. Ve bu nesnellik, sınıfa devrimci bilincin taşınabilmesi, öncü unsurların örgütlenebilmesi için eşsiz bir fırsat sunar; böylece de devrimci önderlerin görevlerini lâyıkıyla yerine getirmeleri ölçüsünde, işçilerin siyasi mücadelesini ilerletici bir öznellik oluşabilir. Kısacası, nesnel ve öznel arasındaki karşılıklı etkileşimi hesaba katmaksızın, sınıf mücadelesine ilişkin sorunları doğru biçimde çözümlemek mümkün değildir.
Geniş yığınların esasen kendi deneyimleri temelinde öğrendikleri bilinen bir gerçektir. İşçi sınıfının kitlesinin çeşitli türden deneyleri biriktirebileceği yol fiilî sınıf mücadelesidir. Bu nedenle, sınıfın bilinci, fiilî mücadeleye katılan devrimci bir öncü örgütün yol göstericiliği ve müdahaleleri eşliğinde bizzat mücadeleler içinde gelişir. Demek ki, böyle bir müdahale olmaksızın proletaryanın bilinci en iyi ihtimalle sendikal mücadele bilincini aşamaz. Burada iki uç vardır. Birincisi, kitlenin mevcut bilincini yetersiz ve ekonomist, reformist bularak burun kıvırmak ve onun içinde yer almamak. O takdirde işçi sınıfının mücadelesi hep aynı seviyede ve ilksel düzeyde kalmaya mahkûm olurdu. Çünkü kitleler, fiilî eylemler temelinde denemedikleri ve güvenmedikleri bir örgütlülüğe, o örgüt isterse söz düzeyinde çok da doğru şeyler söylesin, güvenmezler.
Diğer uç, kitle mücadelesine katılım adına kuyrukçuluk yapmak ve sınıf hareketine sendikal düzeyi aşan daha ileri bir bilinci taşımamaktır. Eğer müdahale, sınıf hareketinin mevcut düzeyine uyarlanmak, ona tâbi olmak, onun kuyruğundan gitmek biçiminde algılanır ve uygulanırsa, işçi sınıfı yalnızca sendikal hareketin insafına ve salınımlarına terk edilmiş olur. Kısacası, sınıf bilincinin ve kendisi için sınıf konumunun düzeyi, işçilerin patronlara karşı yürütmüş oldukları ekonomik mücadele temelinde kendiliğinden yükselebilecek basit bir karaktere sahip değildir.
Kimi yazarlar nesnel ve öznel arasındaki ilişkiyi tam doğru kavramamakta ve kendisi için sınıf konumunu, bir kez ulaşıldı mı bir daha geriye gitmenin mümkün olmadığı bir mutlak tarihsel basamak biçiminde yorumlamaktadırlar. Oysaki, işçi sınıfı hareketinin büyük yükselişlerini takip eden derin inişler ve dibe vuruşlar döneminde, daha önce ulaşılmış devrimci örgütlülük düzeyini yitirmek bir yana, kendisi için sınıf konumunda da genel bir gerileme yaşanabilir. İşçi hareketinin tarih öncesine geri dönmek, mutlak bir bilinç yitimi pek söz konusu olmasa bile, önceki dönemlerde kitlesel olarak ulaşılan ekonomik bilinç basamaklarından gerilere sürüklenmek pekâlâ mümkündür. Örneğin, işçi sınıfının farklı işyerleri ve işkolları arasındaki sendikal birlik ve dayanışma düzeyinin alabildiğine gerilemesi, ekonomik mücadelenin neredeyse tek tek işyerlerinde işçilerle patronlar arasındaki bir kavga gibi algılanması, sendikaların sınıfın genel mücadele örgütü olduğu bilincinin zayıflaması gibi.
Öte yandan, öznel sınıf konumunun önemini durağan ve abartılı bir tarzda yorumlayarak, işçi sınıfının tarihsel rolünün reddini, işçi hareketindeki mevcut gerileme koşullarının ardına gizlemeye çalışan eğilimler ve çevreler de vardır. Bu türden çevreler, sınıfın kapitalist toplumdaki nesnel konumunu açıkça yadsıyamasalar bile, içinden geçilen tarihsel kesitte sınıfın öznel konumundaki gerilemeyi mutlaklaştırmakta ve böylece üzerlerindeki Marksizm yağından kurtulmaya çabalamaktadırlar. Bunlara göre, hemen şimdi gücünü kanıtlayan bir proletarya hareketi yoksa, proletaryanın devrimci gizil gücünün yine mutlaka fiilî bir güce dönüşeceğine inanmak ve bu uğurda çabalamak beyhude bir uğraştır. Bu mantaliteyle, kapitalizme karşı işçi sınıfının yerine ikame edebilecekleri alternatif hareketler (çevrecilik, kadın hareketi vb.) arayışına giren, Marksizmin sahte dostlarının sonu, genelde artık bir bütün olarak Marksizme sırt çevirmek olmaktadır. Gerek çeşitli Avrupa ülkelerinde gerekse de diğer ülkelerde, daha önceleri Marksist geçinenler arasında sıklıkla yaşandığı üzere, reformizme ve sağa kayış furyasına kapılan ve başlangıçta yalnızca işçi sınıfının öznel açıdan gerileyişini sorgular görünürken, ilerleyen yıllar içinde işçi sınıfı perspektifini hepten yitiren çevreler buna örnektir.
Sınıfın Devrimci Potansiyeli Üzerine
İnsanlığın bugünü ve geleceği açısından büyük bir tehdit oluşturan kapitalist sömürü düzenine son verebilme potansiyelini taşıyan yegâne devrimci sınıfın proletarya olduğu, Marksizm tarafından ortaya konulmuş bilimsel bir gerçektir. Bununla birlikte Marksizm, bu potansiyelin kendiliğinden gerçek güce dönüşmeyeceğini de kapsamlı bir biçimde açıklamıştır. Tıpkı, insanlığın kapitalizm belâsından kurtulup sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumsal düzen içinde yaşayabilme olanağının nesnel olarak var olması gerçeğindeki gibi, bu düzeni sona erdirebilecek nesnel güç de işçi sınıfının bağrında yatmaktadır. Ama ne kapitalizm tarih sahnesinden kendiliğinden çekip gidecektir, ne de işçi sınıfının potansiyel devrimci gücü kendiliğinden bir biçimde kapitalist düzene noktayı koyacaktır.
Devrimci sınıf, ancak dünyayı değiştirme doğrultusunda siyasal bilinçle donanıp örgütlendiğinde, tarihsel misyonunu yerine getirebilir. Proletarya taşıdığı potansiyel bakımından, insanlık tarihi içinde özel bir devrimci niteliğe sahip olan, evrensel bir sınıftır. Marx proletaryanın bu özel konumunu şu sözlerle dile getirir:
“Köklü zincirleri olan, sivil toplumun içinde bir sınıf olduğu halde sivil toplumun bir sınıfı olmayan, bütün sınıfların çözülüşünü simgeleyen, acıları evrensel olduğu için evrensel bir nitelik taşıyan, kendisine yapılan haksızlık özel olmayıp genel bir haksızlık olduğu için yalnız kendisinin kurtuluşunu değil tüm toplumun kurtuluşunu amaçlayan bir sınıf... Geleneksel bir statü değil sadece insanca bir statü isteyen, siyasal düzenin kimi sonuçlarına değil bütün sonuçlarına karşı olan ve kendisini bütün alanlardan kurtarmadıkça kurtulmasına olanak bulunmayan, kısacası insanlığın toptan yitirilmesi demek olan ve ancak insanlığın toptan kurtulması hâlinde kendisini kurtarabilecek olan bir sınıf... İşte bu özel sınıf proletaryadır.”[13]
İşçi sınıfı, kendinden önce gelen sömürülen sınıflardan farklı olarak, kendi çıkarlarını tüm insanlığın çıkarları olarak evrenselleştirme niteliğine sahip bulunan tek sınıftır; potansiyel olarak devrimci bir sınıftır. İşçi sınıfının tarihsel açıdan devrimci bir misyona sahip olduğunu söylemek, öznel bir tercihi ya da bir temenniyi dile getirmek değildir. Tersine bu saptama, bizzat sınıflı toplumların tarihsel seyri içinde bir nesnelliği ifade etmektedir. Şöyle ki, kapitalist topluma can veren özel mülkiyet sistemi devam ettiği sürece, proletarya sömürülen bir sınıf olmaktan kurtulamayacaktır. Diğer taraftan, onun kendisini sömürüden kurtarmak üzere girişeceği tarihsel eylem de üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vermesini gerektirecektir.
Kapitalizm bir yandan üretici güçleri muazzam ölçüde toplumsallaştırırken, öte yandan özel mülkiyete dayanan üretim ilişkilerini de katlanılmaz hale getirmekte ve bu ilerleyişi içinde, zaten daha doğumu itibarıyla üretim araçlarından kopmuş ve mülksüzleşmiş bulunan bir sınıfı, proletaryayı büyütmektedir. İşte bu bakımdan, işçi sınıfı iktidara geldiğinde, kendisi özel mülkiyet sahibi bireylerden oluşan bir sınıf haline gelmeyecek, tersine, mülksüzleştirenleri mülksüzleştirerek, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete tümden son verecektir. Proletarya, sınıflı toplumların sömürü sistemine noktayı koyabilecek ve tüm sınıfların varlığını ortadan kaldırabilecek bu tarihsel potansiyele sahiptir. O nedenle işçi sınıfının devrimci misyonu, birtakım düşünürlerin işçi sınıfına biçtikleri rolden değil, bizzat kapitalist gelişmenin hazırladığı ve giderek daha da zorunlu hale getirdiği tarihsel ilerleyişten kaynaklanmaktadır.
Proletaryanın devrimci misyonu başka bir sınıf tarafından devralınamaz mı? Hayır. Çünkü, örneğin küçük-burjuvazinin kapitalist gelişme karşısındaki nesnel konumu, onu yitirmekte olduğu küçük mülkiyetini korumak için çırpınmaya iter. Bu ara sınıf, hem kapitalist gelişmeye karşı çıktığı, hem de proleterleşmeye karşı direndiği için tarihsel konumu itibarıyla gerici bir sınıftır. Oysa işçiler açısından bakıldığında, kapitalizmin gelişmesi, işçilerin kendi aralarındaki rekabetten kaynaklanan parçalanmayı ortadan kaldırır ve işçilerin örgütlenme olanaklarını arttırarak, onların devrimci birliğinin yolunu döşer. O nedenle bu tarihsel süreçte proletaryanın yüzü geleceğe dönükken, küçük-burjuvazi daima geçmiş dönemlerin özlemini çeker.
“Burjuvazinin çöküşü ve proletaryanın zaferi, aynı derecede kaçınılmazdır. ... Bugün, burjuvazi ile karşı karşıya bulunan bütün sınıflar arasında yalnızca proletarya, gerçekten devrimci bir sınıftır. Öteki sınıflar modern sanayi karşısında tükenmekte ve sonunda yok olup gitmektedirler; proletarya ise, tam tersine, modern sanayiin özel ve esas ürünüdür. ... Aşağı orta sınıflar, küçük imalâtçılar, dükkâncılar, zanaatçılar, köylüler, hepsi orta sınıfın parçaları olarak varlıklarının ortadan kalkmasını önlemek için, burjuvaziye karşı savaşırlar ... bunlar gericidirler, çünkü, tarihin tekerleğini geri çevirmek istemektedirler.”[14]
Kısacası, proletaryanın devrimci mücadele potansiyelinin nesnel bir temeli vardır ve bu da onun kapitalist üretim süreci içindeki konumundan kaynaklanır. Bir başka deyişle, kapitalizm var oldukça kendi mezar kazıcısını üretmekten, kapitalist sömürü düzenine son verebilecek bir sınıfı var etmekten kaçınamayacaktır. O halde, işçi sınıfının örgütlü gücünün hissedilmediği konjonktürlere teslim olup, proletaryadan umut kesmenin, ona veda etmenin bilimsel bir temeli bulunmamaktadır.
Sistematik baskı politikalarıyla düzen sınırlarına hapsedilmiş ya da bu sınırlar içinde en iyi ihtimalle reform umutlarıyla yatıştırılmış kitleler, devrimci bir alternatif olmadığı sürece, bir burjuva partisinden umut keserken bir başka burjuva partisinin kuyruğuna takılmaktan öte ne yapabilirler? Sonra da bu kitlelere bakıp, “görüyorsunuz bunlar bu kısır döngüden çıkamıyorlar; işçi sınıfının devrim falan isteyeceği yok; durduk yere neden devrim düşleri görüyorsunuz vb.” biçiminde sayıklamak, büyük bir sahtekârlık değildir de nedir? Sınıf hareketindeki geçici gerilemelere teslim olmayıp, sabırlı, planlı ve uzun soluklu bir mücadele anlayışıyla yola devam edenler, bu çabaların asla boşa gitmediğini ve gitmeyeceğini, kapitalizm var oldukça işçi sınıfının mücadelesinin yine yükselişe geçeceğini bilirler. Sınıfa devrimci bilinç taşıma vurgusuna karşı çıkanlar, kendiliğindenliğin sihrine tapanlar, yaşamın boşluk tanımadığını, birilerinin sınıfa her an başka türden bir bilinç taşıdığını göz ardı etmek isteyenlerdir. Nihai hedefe bağlı propaganda, ajitasyon ve örgütlenme olmaksızın, devrim kendiliğinden bir gün yeryüzüne iniverecek “mesih” değildir.
Diğer yandan, içinden geçmekte olduğumuz türden siyasi gerileme dönemleri, aslında sınıf hareketinden kopuk olan, fakat devrimci edalı soyut bir lâfazanlık aktivitesini “devrimci” siyaset olarak sunanların sayısını da yükseltir. İlk bakışta reformizmin zıddı gibi görünen bu eğilim, gerçekte işçi sınıfının devrimci eyleminin pratik eleştirisinden azade kalan aydın oportünizminin farklı bir tezahürüdür. Siyasal gerilemenin oluşturduğu gerçekliği kabule yanaşmayan ve her şeye yeniden başlamayı göze alamayan entelektüel solculuk, kaçış eğilimini, kendi aşırı sloganlarının yarattığı sözel fırtına ile örtmeye çabalar. Bu nedenle, gerileme dönemlerinde aşırı sol lâf üretenlerin, canlanma dönemlerinde kitleselleşme adına tekrar reformist dalgaya ayak uydurdukları sıkça görülen bir durumdur.
İşçi sınıfının devrimci potansiyeli konusunda genel bir değerlendirme yaparken, temel kalkış noktasını, sınıfın kendi içindeki bölünmelere odaklanmış bir bakış açısı oluşturmamalı. Örneğin vasıf ve gelir düzeyleri bakımından işçiler arasında farklıklar olsa da, kapitalist düzende işçi sınıfının bir bütün olarak burjuvaziyle çıkarları çatışmaktadır. Önce sorunun bu temel ve objektif yönü kavrandıktan sonra, içinde bulunulan somut tarihsel-toplumsal koşullara göre, siyasal mücadeleyi ilgilendiren farklılıklar üzerinde ayrıca durulabilir. Tarihsel-toplumsal diyoruz, çünkü örneğin günümüzde, kapitalizmin ilk gelişme dönemlerindekine benzer biçimde bir işçi aristokrasisi gerçeği yer almamaktadır.
Bugün işçi sınıfının sendikal hareketi, o dönemlerde olduğu şekilde, diyelim yalnızca vasıflı işçilerin üye olabileceği ve tam anlamıyla bir meslek şovenizmini yansıtan, tamamen ayrıcalıklı işçilerin sendikaları temelinde bölünmüş değildir. Bizzat kapitalist gelişmenin kendisi, gerek vasıflı işçiyi eskiye oranla sıradanlaştırarak, gerekse genelde vasıflı işçinin ücretini ortalamaya doğru çekerek, geçmiş dönemin işçi aristokrasisini ortadan kaldırmıştır. Ama, kapitalizmin farklı gelişme konjonktürlerinde işlerinin cinsi değişmek üzere, bazı vasıflı işçilerin günümüzde de ortalama işçi ücretlerinin üzerinde bir gelir elde edebilmeleri mümkündür.
Bu nedenle, işçi sınıfının yüksek ücret alan kesimi bir “işçi aristokrasisi” olarak adlandırılsa bile, böyle bir nitelendirme bunların işçi sınıfından koptukları anlamına gelmez. Çünkü nihayetinde bu durum, sınıfın kendi içindeki bölünmelere ilişkin bir sorundur. Bu tür işçilerin sınıfın geneli içinde tuttukları yer çok büyük olmadığı gibi, yarattığı siyasal sonuçlar da düz bir mantıkla çözümlenemez. Tarihsel deneyim, farklı tarihsel kesitlerde o dönemin ölçülerine göre iyi ücret alan vasıflı işçi gruplarının, sınıf mücadelesinde öncü işlevler üstlenebildiklerini ortaya koymaktadır.
Genel olarak işçi aristokrasisi ve bürokrasisi, işçi hareketine oportünizmin, reformizmin taşıyıcısı olarak bilinir. Bu türden saptamalar, hem günümüzün somut koşulları çerçevesinde irdelenerek ele alınmalı, hem de içerdiği farklı yönler dikkatlice hesaba katılmalıdır. Örneğin, kapitalizmin ilerleyişi içinde ortaya çıkan tarihsel değişimi hesaba katmayıp, emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfını bir bütün olarak “aristokrat” olarak damgalayıp bir kenara atmak son derece yanlış bir siyasal tutumdur. Ya da, genelde tüm kapitalist ülkeler için geçerli olmak üzere, burjuva iktidar aygıtlarıyla içiçe geçmiş üst sendikal bürokrasi ile alt kademelerde yer alan işyeri sendika temsilcilerini aynı bürokrasi çuvalının içine tıkıştırmak asla doğru değildir.
İşçi hareketi içinde egemen olan ve çeşitli ayrıcalıklarla donatılmış sendikal bürokrasi, fiilen işinin başında olup diğer işçilere nazaran daha yüksek ücret alan işçilerin oluşturduğu katmandan farklıdır. Sendikal bürokrasi köken olarak işçi sınıfının içinden çıkmış olsa bile, onun sınıf hareketi içinde asıl sorun oluşturan yönü, gerek gelir düzeyi ve yaşam tarzı ve gerekse sosyal ilişkileri bakımından sınıftan kopup uzaklaşan bir realite oluşturmasıdır. İşçi hareketi içinde, burjuva politikasının taşıyıcısı olarak işlev gören bu kesimin yarattığı sorunlar, işçi sınıfının ücret farklılıklarından kaynaklanan iç sürtüşmeleri düzeyine asla indirgenemez. Çünkü işçi hareketinin başına musallat olan bu kesim, sınıf içi bir sorun olmanın ötesinde, çok ciddi bir siyasal sorundur.
[3] Marx, Kapital, C.1, Sol Yay., Temmuz 1975, s.652
[4] Marx ve Engels, “Komünist Manifesto”, Seçme Yapıtlar, C.1, Sol Yay., Aralık 1976, s.132
[5] Lenin, Collected Works, Vol. 29, s.421 (“Büyük Bir Başlangıç”, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü içinde, Sol Yay., Kasım 1992, s.150)
[6] Marx, Grundrisse, Birikim Yay., Ekim 1979, s.161.
[7] Marx, Felsefenin Sefaleti, Sol Yay., Ocak 1979, s.184
[8] Marx ve Engels, Seçme Yapıtlar, C.1, s.77
[9] A. Gorz, Elveda Proletarya, s.22
[10] Marx, “Almanca İkinci Baskıya Sonsöz”, Kapital, C.1, s.26
[11] Marx ve Engels, “Alman İdeolojisi”, Seçme Yapıtlar, C.1, s.26
[12] Marx ve Engels, age, s.49
[13] 1844 Elyazmaları’ndan aktaran: Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi, Ocak 1979, s.113
[14] “Komünist Manifesto”dan aktaran: Marx, Kapital, C.1, s.805
link: Elif Çağlı, Bir Bütün Olarak İşçi Sınıfı, 1 Ekim 1999, https://marksist.net/node/499