İnsanlık, tarihi boyunca doğa olaylarının yol açtığı yıkımlarla mücadele etmek zorunda kaldı. Yağmur, fırtına, sel, deprem, volkanik patlamalar vs. Ancak tarihin hiçbir safhasında kapitalizm altındaki kadar kayıp vermedi. Üstelik kapitalizmle birlikte bilim ve teknoloji hızla ilerlemiş ve insanlık doğa karşısında tümüyle aciz olmaktan kurtulmuştu, ne var ki sermayenin kâr hırsı karşısında aciz duruma düşmüştü.
Emperyalizm çağıyla birlikte rekabetin üst seviyeye ulaştığı kapitalist dünyada, doğa da hızlı bir yıpranma sürecinin içine girmiş oldu. Kapitalizmin doğaya verdiği zararların sonuçları aslında 1880’li yıllarda dile getirilmişti. Dünyanın bir ısınma sürecine girdiği, fosil yakıtların atmosferde sera etkisi yaratacağı düşüncesi o yıllarda oluşmuştu. Bugün doğanın dengesini bozan ve doğal afetleri tetikleyen küresel ısınma 139 yıl öncesinden tespit edilmiş, ancak o dönemde daha çok tahminlere dayanan ve bilimselliği ispatlanmayan bu görüşler, yüksek sesle dillendirilememiş, dillendirildiğinde de egemenler tarafından engellenmişti. Yani doğal dengenin bozulması bugünden yarına bir süreç değildi. Dolayısı ile sonuçları da seneler sonra ortaya çıkacaktı.
Dünyadaki doğal felâketler de özellikle son yirmi yılda büyük bir artış göstermiştir. Bizzat burjuva yardım kuruluşlarının yayınladıkları rapora göre, dünyada doğal afetlerin sayısı son 20 yılda 4 kat arttı. Kızılhaç, Birleşmiş Milletler ve Belçika’daki Louvain Üniversitesi’nin araştırmalarının verilerine göre, 1980’lerin başında yılda 120 doğal afet meydana gelirken, 2000’lerde her yıl yaklaşık 500 doğal afet meydana geldi. 2006 yılında hava olaylarının yol açtığı afetlerin sayısı 1980 yılına göre 8 kat artarak 240’a çıktı. Yer hareketleri ile ilgili afetlerin sayısı sabit kalırken, raporda küresel ısınmanın yol açtığı zararların arttığı belirtildi. Rapora göre 1985 ve 1994 yılları arasında, her yıl 174 milyon kişi doğal afetlerden etkilendi. Sonraki 10 yıl içinde ise bu sayı 254 milyon kişiye ulaştı.
Doğanın dengesini bozan kapitalizmdir
1995 yılının sonlarına doğru açıklanan BM iklim değişimi raporu, iklim değişiminin doğal nedenlerden değil, insan etkilerinden (yani kapitalist üretimden) kaynaklandığını itiraf ediyordu. Küresel ısınmanın neden kaynaklandığı ortaya çıkmıştı çıkmasına ama buna karşı alınması gereken önlemler büyük kapitalist tekellerin engellerine takılacaktı. Nisan 1997’de, eski Japon imparatorluk başkenti Kyoto’da düzenlenen konferansa katılan ülkeler, atmosfere karıştıklarında sera etkisi yaratan karbondioksit, metan, kloroflorokarbon, hidroflorokarbon, asitoksit gibi gazların emisyonunu (salım) engelleyecek ya da azaltacak koşulların altına imza attılar. Ancak o zamandan bu yana hiçbir ciddi adım atılmadı.
2010’un hemen başında toplanan Kopenhag İklim Zirvesinden de hiçbir ciddi sonuç çıkmadı. Bu zirvede, küresel sıcaklık artışının 2 santigrat derece ile sınırlanmasını hedefleyen çalışmalar yapılmasını, “gelişmekte olan” diye tanımlanan ülkelere yılda 100 milyar dolar yardımda bulunulmasını ve ülkelerin gaz salımlarına dair kendi yaptıkları gözlemlerin sonuçlarını iki yılda bir Birleşmiş Milletler’e bildirmesini içeren bir mutabakat metni ilan edildi. Ancak bu, sorunu çözmek üzere bir şeyler yapılıyormuş görüntüsü vermek için düzenlenen bir şovdur. Zira zirvenin izin verilebilir artış olarak gördüğü 2 derecelik sıcaklık artışı, örneğin Türkiye’nin Akdeniz bölgesinde yağışların %30 oranında azalmasına neden olacak bir artıştır. İngiltere’de yayınlanan The Guardian gazetesinin yer verdiği bir gizli BM raporuna göre, karbondioksit salımının azaltılmasına yönelik olarak Kopenhag’da ileri sürülen öneriler uygulandığında bile, küresel sıcaklık 3°C artacaktır. Bunun sonucu olarak da dünyada 170 milyon insan deniz taşmasına maruz kalacak ve 550 milyon insan daha açlık sınırında yaşamaya mahkûm olacaktır.[*]
Rusya’da bile aşırı sıcaklar yüzünden orman yangınlarının yaşanması durumun vahametini yeterince ortaya koyuyor. Yine iklim değişikliğine ve çevre kirliliğine bağlı olarak canlı türlerinin yok olması, balıkların kıyıya vurması veya kuşların toplu ölümü bunun bir göstergesidir.
Durum bu kadar açıkken, meydana gelen bu tür vakalar burjuva medya tarafından gizemli olaylara bağlanmaya çalışılıyor. Maya takvimine göre dünyanın 2012’de felâkete uğrayacağı, yaşanan ölümlerin de bunun habercisi olduğu yazılıp çiziliyor. Önümüzdeki aylarda ve yıllarda sel, kasırga, toprak kaymaları, buzul erimelerinin artacağı çok açıktır. Kapitalistler için karbondioksit salımını azaltmak, fosil yakıtlardan vazgeçmek veya daha az kullanmak tatlı kârlardan vazgeçmek anlamına gelmektedir. Tekellerin büyük kârlardan feragat ederek doğayı gözeten bir üretim anlayışını benimsemeleri mümkün olmadığına göre, kapitalizm yaşadıkça doğanın dengesinin bozulması, iklimlerin değişmesi, sellerin oluşması, dünyanın yaşanmaz hale gelmesi kaçınılmazdır.
Son on yıllık doğal afetler bilançosu
Özellikle 2000’den sonra küresel ısınmanın sonucu doğal afetler ardı ardına gelmeye başladı. Kapitalizm henüz jeolojik depremlere yol açabilecek bir yıkıcılığa ulaşmadı, ama jeolojik depremlerin insan hayatında yarattığı yıkımların baş sorumlusu da kapitalizmdir. 2004 yılının Aralık ayında Güney Asya’da yaşanan büyük deprem sonucunda oluşan tsunami nedeniyle Endonezya ve Sri Lanka’da 300 binden fazla insan hayatını kaybetti. 8 Ekimde 2005’de meydana gelen 7,6 büyüklüğündeki deprem Hindistan’da yaklaşık 1500 kişinin yaşamına mal olurken, Pakistan’da 90 bini aşkın insanın yaşamını yitirmesine, bir o kadarının da yaralanmasına ve sakat kalmasına yol açtı.
Yine 2005’in Ağustos ayında ABD’de Katrina kasırgasının sonucunda New Orleans’da 1000’i aşkın insan yaşamını yitirmiş, binlercesi yaralanmış ve evsiz kalmıştı. 2008 yılında Çin’in Siçuan eyaletinde meydana gelen 7,8 büyüklüğündeki depremde 60 bin insan yaşamını yitirmişti. Hız kesmeyen doğal afetler emekçilerin canını almaya devam edecekti. 2008 Mayısında, Myanmar’da, “Nargis” adıyla anılan kasırga, 60 binden fazla insanın ölümüne, 100 binden fazlasının kaybolmasına, 2 milyon kişinin evsiz kalmasına neden oluyordu. 2009 yılında İstanbul’da sel felâketi yaşandı ve 33 emekçi yaşamını yitirdi. 2010 yılında da yoksul kitlelerin çilesi bitmedi. 12 Ocakta meydana gelen 7 büyüklüğündeki depremde Haiti yerle bir oldu. 200 bin insan hayatını kaybetti, 190 binden fazlası yaralandı, 1,5 milyon kişi evsiz kaldı. Ardından Pakistan’da sel yüzünden 1600 kişi yaşamını yitirdi, 8 milyon insan evsiz kaldı.
Bunlara son birkaç ayda yaşananları ekleyecek olursak, Avusturya tarihinin en büyük sel felâketiyle karşı karşıya. 100 kişi yaşamını yitirirken binlerce insan evsiz kalmış durumda. Brezilya’da aşırı yağış sonucu yaşanan sel ve heyelan 1000’e yakın insanın canını alırken 14 bin insanı evsiz bıraktı. Asya’da da benzer tablolar sıkça yaşanıyor.
Doğal afetler ve kapitalizmin ikiyüzlülüğü
Sadece doğanın dengesinin bozulmasının değil, meydana gelen afetlerde milyonlarca insanın ölmesi, sakatlanması, evsiz kalmasının sorumlusu da kapitalizmdir. Yaşanan afetlerde burjuvaların genelde burnu bile kanamazken milyonlarca emekçinin ölmesi neyle açıklanabilir? 2004 yılında tsunaminin geleceği önceden belli olduğu halde gerekli önlemler alınmamış, Endonezya ve Sri Lanka uyarılmamıştı. Sonuçta 300 bin kişi yaşamını yitirmişti. ABD’de de Katrina kasırgasının şiddeti ve etki alanı günlerce öncesinden belli iken hiçbir önlem alınmamış ve halk sadece uyarılmakla yetinilmişti. Zenginler arabaları ve uçaklarına binip kaçarken, büyük bir bölümünü siyahların oluşturduğu yoksullar kaderleriyle baş başa kalmışlardı. Bu yetmiyormuş gibi yaşanan felâket sonucu açlıkla boğuşan halkın marketlere akın edip ihtiyaçlarını karşılamasını burjuvazi “yağma” olarak göstermiş, M-16 silahlarıyla donatılan ve ateş açma yetkisi bulunan 300 kişilik “güvenlik” ekibi konuşlandırmıştı.
2005 yılında Pakistan-Hindistan sınırında meydana gelen depremde binlerce insan evsiz kalmıştı. Evsiz kalanların acil çadırlara yerleştirilmesi gerektiğinde yeterince çadır bulunamamıştı. Oysa Pakistan çadır üretiminde dünyada ilk sıralarda yer alan bir ülkeydi ve her nasılsa bu ülkede yeterince çadır bulunamıyordu! Üstelik yapılan yardımlar ve gönderilen çadırlar halka ulaştırılmıyor, ordu tarafından depolara tıkılıyordu.
Yine Myanmar’da, yaşanacak kasırgadan cuntanın haberi olduğu halde halk haberdar edilmemiş, on binlerce insan ölmüş, evsiz barksız kalmıştı. İnsanlar açlık ve salgın hastalılığın pençesinde kıvranırken cuntanın tek derdi o günlerde yapılacak referandumda halkın “evet” demesiydi. Emperyalistler ise timsah gözyaşları eşliğinde kendi ajanlarını Myanmar’a sokarak, işbirliği halinde olabilecekleri bir yönetimi başa getirmek üzere cuntayı devirmeyi hedeflemişlerdi. Aynı süreç Haiti depreminde de işledi, halkın büyük marketlere akın edip yiyeceklere el koymasını yağma olarak değerlendiren ABD, güvenliği sağlama bahanesiyle Haiti’ye çıkarma yapmıştı.
Tüm bu felâketlerde, halkın ölmesi, evlerin yerle bir olması hiç önemli değildi. Kapitalizmin tek düşündüğü kâr olduğuna göre, her durumdan faydalanılması gerekirdi. İnsanlık için yıkım demek olan olaylar, asalak burjuvalar için yeni yatırım alanları, iş sahaları demektir. Yıkılanın yeniden yapılması, yeniden satılması ve yeni kârlar elde edilmesidir. İklimlerin değişmesi, kıtlıklar, gelecekte insanlığın bir damla suya muhtaç kalması emekçiler için felâket iken, kapitalistler için yüksek kârlı yatırım alanlarına açılan kapılardır. Bugün itibariyle tekeller, dünya üzerindeki kullanılabilir su kaynaklarının %20’sini ellerine geçirmiş durumdadırlar. “Üç büyükler” olarak anılan bu tekellerin (Fransız Suez ve Vivendi ile Alman-İngiliz ortaklığındaki RWE-Thames Water) 2002 yılındaki toplam ciroları 160 milyar doları, büyüme hızları ise %10’ları bulmuştu. Su endüstrisinin toplam hacmi ise yılda 1 trilyon dolara yaklaşarak, ilaç sektörünü geçmiş ve petrol sektörünün %40’ına ulaşmıştır. Üstelik hali hazırda su hizmetlerinin sadece %5’i özelleştirilmiş durumdadır. (Kerem Dağlı, Kapitalizm Altında Sular Durulmuyor, MT, no:30)
Yerleşim yerlerinin sağlam alanlar üzerinde kurulduğu, planlı konutların inşa edildiği, gerekli önlemlerin alındığı bir yerde, depremlerin, sellerin, kasırgaların ciddi bir can ve mal kaybına yol açamayacağı açıktır. Güvenli yerleşim yerlerinde ikamet eden zenginlerin, yaşanan doğal afetlerde kıllarına bile zarar gelmemesinin sebebi budur. Ölen yüz binlerce emekçi ise, çürük, altyapısı olmayan yerleşim yerlerinde adeta ölüme terk edilmiştir. İnsanlık doğa güçlerini kontrol altına alma konusunda çok büyük adımlar atmıştır, ancak kapitalizmin işleyişi yüzünden doğa olayları hiç de doğal olmayan afet ve felâketlere dönüşmektedir. Kapitalistler doğaya zarar vermemek, insanların güvenle yaşayacağı şehirler kurmak için kârlarından vazgeçmeyeceklerine göre kapitalizmin yerle bir edilmesi şarttır. O zaman kendi ellerimizle kurduğumuz bu dünyada özgürce ve doğayla barışık şekilde yaşamak mümkün olacaktır. Bunun için de işçi sınıfının enternasyonal devrimci mücadelesini yükseltmeliyiz.
link: Hakan Sönmez, Doğanın Dengesini Bozan Kapitalizmdir, 1 Şubat 2011, https://marksist.net/node/2586
Türkiye’de ve Avrupa’da Öğrenci Eylemleri
Eğreti Çalışma ve Artan Sömürü