Emperyalist savaşlar, yoksulluk, açlık, işsizlik, doğa talanı, salgın hastalıklar, çocuk ölümleri ve bunların sonucu BM verilerine göre 300 milyon göçmen. Eğer huzurlu bir yaşamları varsa hangi ülkeden, milletten veya dinden olursa olsun insanlar evlerini, ailelerini, geçmişlerini bırakıp bir yabancı olacakları ülkelere canı gönülden göçmezler. Ülkelerinde doymadıkları, savaştan ve katliamlardan korunamadıkları, iş bulamadıkları, çocuklarına bir gelecek sağlayamadıkları için göçerler. Tıpkı Van’ı bir göçmen kentine dönüştüren insanlar gibi…
Van’daki kimsesizler mezarlığının göçmen/mülteci mezarlığına dönüşmesi, ne kadar kaotik bir zamandan geçtiğimizi ortaya koyuyor. İran sınırında bulunan Van, Bangladeş, Pakistan, Afganistan, İran gibi ülkelerden gelen mülteci ve göçmenlerin kaderinin çizildiği kent olmuştur. Özellikle kapitalizmin krizinin iyice derinleştiği 2018’den sonra sınırdan geçen mültecilerin sayısı katlanarak artmıştır. Ne yazık ki mezarlar da. Siyasi karışıklıklar ve baskılar, işsizlik, açlık, savaş gibi nedenlerle yüksek dağları aşarak Türkiye’ye gelmeye ve ucuz işgücü olmaya ya da Van gölünde boğularak, karlar arasında donarak, konteynırlarda nefessiz kalarak, ahırlarda aç-susuz bırakılarak, trafik kazasında parçalanarak ölmeye ve mezar taşlarına yazılan bir rakamla, isimsiz, kimliksiz gömülmeye devam ediyor göçmenler. O mezarların olduğu mahallelerde yaşayan kimi insanlar, ölenlerin insan olduğunu unutmadıklarını söyleyerek bu acılara isyan ediyorlar. Cenazeler için namaza duruyor, mezarların bakımını yapıyor, dua ediyorlar. Öte yandan geçtiğimiz sene Van Gölünde batan göçmen botundan sağ kurtulan bir insan kaçakçısı, egemenlerin baskısı altında nasıl geçim araçlarından mahrum edildiklerini ve yaşayabilmek için insan ticareti yapmak zorunda bırakıldıklarını anlatmıştı. Van ve Van’ın mülteci mezarlığı kapitalizmin ve acımasızlığının manzarasıdır.
Tarih boyunca insanlar daha iyi bir yaşam arzusuyla yaşadıkları toprakları terk etmiş, başka ülkeleri kendilerine yurt yapmışlar. Çalışacak insana ihtiyaç olduğu zamanlarda bu göç dalgaları göç edilen toplumlar için sorun olmamış. Hatta Türkiyeli işçilerin 2. Dünya Savaşı sonrası Almanya’ya göçünde yaşandığı gibi, her türlü işte çalıştırılmak üzere çiçeklerle karşılanmışlar. Fakat bugün işsizliğin, yoksulluğun, hastalıkların bu denli arttığı dünyamızda göçmen işçiler yeni bir hayat kurmak için gittikleri topraklarda istenmiyor, dostlukla karşılanmıyorlar. Çünkü gittikleri topraklardaki emekçiler kapitalizmin yarattığı çok ağır sorunlarla boğuşuyorlar. Göçmenlerin, mültecilerin varlığının bu sorunları katmerleştirdiği algısı güçleniyor. Onlar tıpkı Van’daki mezarlara yazılan rakamlar gibi sadece “Suriyeliler”, “Afganlar”, “göçmenler” olarak kodlanıyor, onları mülteci ya da göçmen yapan hikâyeler, insan olarak yaşadıkları travmalar yeterince insan tarafından duyulmuyor, görülmüyor. Ne yazık ki göçe neden olan olgu sorgulanmıyor ve bu da tepkinin yanlış kanallara akmasına neden oluyor.
Türkiye göç hareketliliğinde önemli ülkelerden biri. Coğrafi konumu itibariyle Afrika, Asya ve Ortadoğu’dan Avrupa’ya geçmek isteyen göçmenlerin geçiş güzergâhında. 5 milyon civarı Suriyeli mültecinin yanı sıra şimdi de Afganlar gündemde. İran’a geçen göçmenler oradan Türkiye’ye geliyor. İran’da hâlihazırda 900 bin Afgan göçmen var ve İran’ın ekonomisinin ne kadar kötü olduğu düşünülürse Afganların orada kalmayıp Türkiye’ye geçmek istemeleri çok normal.
Afgan emekçilerin Türkiye’ye göçü aslında yeni değil. ABD emperyalizminin kendi çıkarları uğruna yaşamı cehenneme çevirdiği Afganistan’dan uzun yıllardır göç alıyor Türkiye. Afgan işçiler inşaat, tekstil, nakliye, araba yıkama, taşımacılık, bahçıvanlık, çobanlık ve kâğıt toplayıcılığı gibi işlerde ucuz işgücü olarak çalışıyorlar. Fakat son yıllarda Türkiye’ye gelen Suriyeli mülteci sayısının nüfusun %6’sını aşması ve bu durumun yarattığı toplumsal sorunlar devam ediyor. İktidar Suriyeli göçmenleri ve hatta şimdilerde Afganları kendi iktidar planları dâhilinde kullanmak istiyor. Milyonlarca insanın topluma nasıl entegre olacağına dair herhangi bir plan ortaya koymazken, büyüyen sorunları toplumun sırtına yıkıyor. Haliyle tüm bu sorunlar işsizlik ve yoksulluk sorunuyla birleşiyor. Muhalefet partileri ise Afganların gelişinde gördüğümüz üzere, sadece milliyetçiliği kışkırtarak prim toplamaya çalışıyorlar.
Afgan yoksul emekçilerin, göç yollarında ve gittikleri ülkelerde yaşadıkları, heyecan verici bir macera değil, hayatta kalma savaşı! Emperyalist Amerika’nın işine geldiği için var edip beslediği, işi bittiğinde düşmanlaştırdığı ve nihayetinde ülkeden çekilerek önünü açtığı cihatçı Taliban, yirmi yıldır savaştığı Afganistan hükümeti karşısında zaferini ilan ederek yönetimi ele geçirdi. Ülke 42 yıldır fiili olarak savaşın içinde. Emperyalist güçler ve bölge güçleri yüzünden Afganistan sorunu çözülmek bir yana derinleşiyor, barış ve demokrasi vaadiyle oraya bombalar yağdıranlar sadece ölüm ve yıkıma neden oluyor. Yani ortada bir güç savaşı var, emperyalistlerin kapışması var, arada kalan, ezilen yoksul, çileli bir halk var. Yüz binlerce insanın öldüğü ülkede ailesinden insanları, akrabalarını, komşularını, sevdiklerini savaşa kurban vermemiş tek bir kimse yok. Bir yanda Taliban zulmü diğer yanda yıllardır bitmeyen savaşın yarattığı yıkım nedeniyle korkunç boyutlara ulaşan işsizlik ve açlık var. İşte insanlar bu koşullardan dolayı yollara düşüyorlar. Asıl suçlular göç yollarına düşenler değil, onları bu duruma sürükleyenlerdir. Onların bu durumundan yararlanarak, iyilik ediyormuş görünerek siyasi destek devşirme, Avrupa’dan para koparma çabası içine girenlerdir. Mültecileri kullanarak Türkiyeli işçilere düşük ücretleri, kötü çalışma koşullarını, yüksek kiraları dayatanlardır. Cihatçı örgütleri kullanarak pek çok bölgede savaşı körükleyenlerdir.
İktidarın tepesindekiler, emperyalistlerin karşısında ezilenlerin yanında pozlarıyla “Suriyeli göçmenlerin kurtarıcısı” rolünü oynarken, AKP Genel Başkan Danışmanı Yasin Aktay’ın “Çok önemli bazı yerlerden Suriyelileri bir çekin, Suriyeliler bir gitsin ülke ekonomisi çöker” demesi, Urfalı sanayicilerin, Gaziantepli işverenlerin Suriyeli işçi çalıştırarak haksız rekabet yarattığını söylemesi ya da Türkiyeli çobanların 5000 liradan aşağı çalışmadığı ama Afganların 1500 liraya her işi yaptığı haberlerinin yayılması, Türkiyeli egemenlerin göçmen işçilere bakışını yansıtmaktadır. Burjuva muhalefet partileri ise çaresiz göçmen emekçilere nefret kusarken onların yerlerinden yurtlarından göç etmesine neden olan sebeplerin arasında Türkiyeli egemenlerin politikaları olduğundan bahsetmiyorlar. Göçmen işçilerin insanlık dışı koşullarda çalışmalarını ve yaşamalarını ağızlarına bile almıyorlar. Siyasi iktidarın onca yolsuzluğu ortaya çıkmışken bunların üzerine gitmek ve halkın algısını ortaya çıkan pisliklere yöneltmek varken adeta iktidarın pisliklerini örtecek şekilde okları mültecilere yönlendiriyorlar.
İktidar sözcülerinin “göçmenler ülke ekonomisini kurtarıyor” diyerek çaresiz ve yoksul emekçilerin ucuz ve sorunsuz işgücü, adeta dilsiz makine olarak görüldüğünü itiraf etmesi vicdansızlığın somut göstergesidir. Muhalefet partilerinin milliyetçiliği körükleyerek “hepsini evlerine göndereceğiz” demesi, savaştan kaçan insanları hâlâ savaşın sürdüğü topraklara, açlığın, ölümün ve vahşetin koynuna atma niyetlerini beyanları vicdansızlığın öteki yüzüdür. Siyasi iktidarın mültecileri kendi çıkarları uğruna kullanmak istemesi, sıradan emekçilerin yanı sıra cihatçıları ülkeye doldurmaktan kaçınmayacak olması göçmen nefretini körüklemenin gerekçesi olamaz. İktidarın Suriye, Libya, Afganistan politikalarına destek verenler bunun bir sonucu olan göçmenlere nefret kusarak işin içinden sıyrılamazlar.
Kapitalistler emekçi sınıflara karşı topyekûn bir savaş halindedir. Emekçi sınıfların örgütlülüğü dağıldığında topyekûn hücuma geçer, mevziler kazanırlar. Dünyada ve Türkiye’de son yıllarda yaşanan mülteci sorununda da bu durum aynen görülüyor. Batılı emperyalistler, sebep oldukları savaşlar, açlık, doğa talanı sonucu yurtlarından göçmek zorunda kalan emekçiler kendi topraklarına gelmesin diye Türkiye’ye para teklif ediyorlar. Türkiyeli egemenler, mültecileri burada tutmak karşılığında Avrupalı emperyalistlerden hem para alıyor hem de bu mültecileri yeri geldiğinde siyasi koz olarak kullanıyor. Aynı zamanda kendilerinin de büyük bir pişkinlikle itiraf ettiği gibi ucuz işgücü olarak kullanarak Türkiye ekonomisine yani sermayenin canına can katmaları sağlanıyor.
Bolu Belediye Başkanı mültecilerin su ve elektriği daha yüksek fiyatla kullanacağını duyurdu. Elbette bu asla insani ve vicdani bir yaklaşım değildir. Fakat siyasi iktidar mültecilerin tüm yükünü toplumun üzerine yıkmıştır. Ekrem İmamoğlu İstanbul’da 1 milyon 600 bin mülteci olduğunu açıkladı. Bu sayıda insanın, şebekeden çekilen elektrikten, sudan ulaşıma, istihdamdan sağlığa, barınmadan yeşil alana kadar hayatın her alanında, kamusal alanda yük getireceği sır değildir. Ama devlet bu konuda hiçbir çalışma yapmamakta, mesela ev kiralarına zam yapan ev sahiplerine, düşük ücretle, sigortasız mülteci çalıştıran, Türkiyeli işçileri işten atmakla tehdit eden patronlara müdahale etmemektedir. Mültecilerin topluma entegre olması, dil öğrenmesi, kültürel farklılıkların aşılması için hiçbir şey yapmamaktadır. Bu ortamda işçi ve emekçiler mültecileri, ücretlerin düşmesinin, işsizliğin, kiraların, şiddetin ve suçun artmasının nedeni olarak görüyorlar. İşçi sınıfının sendikal ve siyasal örgütlerinin dönüştürücü, birleştirici etkisi de olmayınca yoksul işçi ve emekçiler birbirlerine düşman kesiliyorlar.
Dünya emekçi sınıflarının başındaki tüm belâların olduğu gibi mülteci sorununun da sorumlusu kapitalist sömürü düzenidir. İçine düştükleri çaresizlikle göçmen/mülteci işçiler hedefe konularak çok yönlü kriz içindeki kapitalizmin ömrü uzatılmak istenmektedir. Milliyetçilik körüklenerek, emekçiler birbirine düşürülerek gerçekler saklanmaya çalışılmaktadır. Afgan, Suriyeli, Türk, Kürt, Türkmen, Arap ya da dünyanın başka bir coğrafyasından mülteci ya da yerli tüm işçiler kapitalist sistemin boyunduruğu altında, bu zulüm düzenini ayakta tutmaya zorlanıyor. Bunun devam etmesi için işçilerin gerçek düşman olan kapitalist sömürü düzenine değil kendileriyle aynı zulmü yaşayan başka milletlerden emekçilere öfkesini yöneltmesi sağlanıyor. Diğer taraftan kapitalizmden, dolayısıyla dizginsiz emek sömürüsü, haksız emperyalist savaşlar, kin, nefret, düşmanlık, yoksulluk, salgın hastalıklar ve daha bin bir türlü melanetten kurtulmanın yolu ise emekçilerin dil, din, ulus ayrımı yapmaksızın omuz omuza verip, tüm acılarımızın sorumlusu olan kapitalist sömürü düzenine karşı mücadele etmesidir. Mülteci işçiler düşmanımız değil el ele verip gücümüzü birleştirmemiz gereken sınıf kardeşlerimizdir.
link: M. İ., Van’ın Mülteci Mezarlığı ve Kapitalizmin Manzarası, 19 Ağustos 2021, https://marksist.net/node/7434
Seçimlerin Ardından: Peru’yu Neler Bekliyor?
İran’da Büyüyen Öfke Rejimi Hedef Alıyor