AKP hükümetinin ÖSS’de kullanılan katsayılara[1] ve YÖK’e ilişkin hazırladığı yasa tasarıları, YÖK’ün başındaki 12 Eylül uzantısı totaliter-devletçileri ayağa kaldırdı. Bazı YÖK üyelerinin Kara Kuvvetleri Komutanını ziyaret etmeleri ve ardından gelen Genelkurmay açıklamaları, türban, imam-hatip ve laiklik tartışmalarının alevini iyiden iyiye körükledi. Son olarak YÖK’ün ve rektörlerin organize ettiği ve “Ordu Göreve” pankartı ve dövizleriyle darbe çığırtkanlığının yapıldığı “cumhuriyeti kollama” yürüyüşü ve 80. yıl kutlamaları, burjuvazinin sözde “laik” kanadının gövde gösterisine dönüştürüldü.
AKP hükümeti, YÖK’ün anti-demokratik ve gerici içeriğini koruyarak birtakım göstermelik düzenlemelere girişmiş ve ortaya çıka çıka YEK (Yükseköğretim Eşgüdüm Kurulu) çıkmıştı. Bu girişim sonucunda, tüccar YÖK profesörlerini koltuklarından olma, Orduyu ise yüksek öğrenime “eskisi kadar” burnunu sokma hakkından yoksun kalma kaygısı sardı. Fakat bu kaygı, yapay bir laiklik tartışması yaratılarak gizlenmeye çalışılıyor. Oysa üniversitelerde sermayenin doğrudan söz sahibi yapılması ve onun çıkarları doğrultusunda eğitim verilmesi, eğitimde tüm baskıcı, gerici ve anti-demokratik içerik ve uygulamaların sürdürülmesi konusunda AKP hükümeti ile MGK güdümündeki diğer kanat arasında temel bir görüş ayrılığı yoktur. AKP hükümeti demokrasiyi, diğerleri ise laikliği, türban sorununa ve kılık-kıyafet yönetmeliğinin değiştirilip değiştirilmemesine indirgemektedirler.
TC ve Laiklik
Bu vesileyle gündeme gelen laiklik tartışmalarında çok sık biçimde sapla samanın birbirine karıştırıldığına tanık oluyoruz. Bu nedenle, Türkiye’nin bu bitmek bilmez laiklik sorunu hakkında bazı temel hususların ortaya konması gerekiyor.
Laiklik en genel tanımıyla din ve devlet işlerinin birbirine karıştırılmadan yürütülmesidir. Oysa TC hiçbir zaman laik bir devlet olmamıştır ve şu anda da değildir. Okullarda zorunlu din dersi uygulamaları; tüm eğitim müfredatının iktidardaki hükümetlerin muhafazakârlık derecesine bağlı olarak dini bir bakış açısıyla belirlenmesi; imam-hatip okullarının bizzat devlet eğitim sisteminin bir parçası olması; sadece Sünni Müslümanların hizmetinde olan Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla devletin bireylerin dini inançlarını ve yaşantılarını tepeden belirlemesi ve burjuvazinin çıkarları doğrultusunda yönlendirmesi; Cuma namazlarında, gündemini ve içeriğini siyasi iktidarın ve MGK’nın belirlediği Diyanet fetvalarıyla kitlelerin beyin yıkama işlemlerinden geçirilmeleri... Bütün bunlar, laikliği, kadınları kafalarındaki örtüyle devlet dairelerine ve kendi kutsal alanlarına (Meclis, Cumhurbaşkanlığı Köşkü, Orduya ait alanlar gibi) sokmamaya indirgeyen TC’nin, kuruluşundan bu yana dinden elini hiç çekmediğinin göstergeleridir.
Tepeden inmeci ve kitlelere güvensizlik temeline dayanan Kemalist devrim, cemaatlerin finanse etmesi ve yürütmesi gereken din eğitimini Tevhid-i Tedrisat Kanunuyla resmi eğitimin parçası haline getirmiştir. İmam-hatip okulları ile ilgili gerçek şudur ki, bu okullar ne devletin imam-hatip ihtiyacını karşılamak üzere açılmışlardır ne de aileler çocuklarını imam-hatip yapmak üzere bu okullara göndermektedirler. Neresinden bakılırsa bakılsın bunların meslek okulları olmadıkları çok açıktır.
“Komünist Parti gerekliyse onu da ben kurarım” diyen totaliter-devletçi Kemalist zihniyet, “din eğitimi lazımsa onu da ben yaparım” diyerek, dini tümüyle kendi kontrolüne almak istemiştir. Ne var ki laikliği korumak adına dini eğitimin resmi devlet eğitimi statüsüne yükseltilmesinin kendisi laikliğe aykırı bir girişimdir.
Olması gereken şey, ilköğretimin herkes için zorunlu olması, bunun yanı sıra, isteyen öğrencilerin, tümüyle cemaatlerin finanse ettikleri din eğitimini alma özgürlüğüne sahip olmalarıdır. Ancak bu eğitim hiçbir şekilde genel mesleki ya da yüksek eğitimin muadili sayılamaz. Bugün yaşanan karışıklığın temel nedeni de, bilimsel (olması gereken) eğitimle dini eğitimin aynı statüye sahip olmalarıdır. Bu yüzden de, lise dengi bir meslek okulu sayılan imam-hatip liselerinden mezun olan öğrenciler, denk olan diğer okullardaki öğrenciler gibi eğitimlerine diledikleri alanda devam etme hakkına sahip olmak istiyorlar. Yanlış olan onların bu istemi değil, onları bu kandırmacaya sürükleyen sistemin kendisidir.
Nereden nereye…
Milli Eğitim Bakanlığı 1924 yılında 29’a yakın imam-hatip okulu açmıştı. 1930’ların başına kadar varlıklarını devam ettiren bu okullar, rağbet görmemeleri nedeniyle gitgide azalmış ve 1931-32’de tümüyle kapanmışlardı. Ta ki 1950’lerde Demokrat Parti iktidarı döneminde yeniden açılıncaya dek. Bu tarihten sonra sayıları hızla arttırılan bu okullar, 70’li yıllardan itibaren patlamalı bir şekilde çoğaltıldılar. Toplumun sosyalist fikirlere sempatisinin arttığı, solun büyük bir güç kazandığı bu yıllarda, İslamcı harekete militan yetiştirme işlevi de gören bu okullar, ABD destekli hükümetler tarafından bizzat “komünizmi önleme” amacına hizmet etmek üzere yaygınlaştırıldılar. Bu dönemde, İslamcı hareketlerin ve sermaye gruplarının desteklenmesi, ABD’nin Sovyetler Birliği’ne karşı bir Yeşil Kuşak oluşturma planının doğrudan bir parçasıydı.
12 Eylül darbesinin ardından, imam-hatip okullarına yürü ya kulum denmişti. “Laik” cuntanın “laik” başı Kenan Evren attığı nutukları Kuran’dan ayetlerle süslüyordu. 12 Eylül döneminde 1402’lik olup üniversitelerden uzaklaştırılan bilimadamlarının yerleri üç türden adamla doldurulmuştu: Birinciler, düzenin yalakası olup ne etliye ne sütlüye bulaşan “memur”lardı. İkinciler, solun eksikliğinin yarattığı boşluğu dolduruyormuş gibi görünen has devletçi zihniyetteki Kemalistlerdi. Üçüncü grup ise, özellikle taşra üniversitelerinin tüm yönetim kademelerini işgal eden İslamcı ve faşist öğretim üyeleriydi. Solun kıyıma uğramaya devam ettiği bu dönemde, İslamcı ve faşist öğrenciler, bu son grubun da koruma-kollama-besleme faaliyetleri sayesinde, sola karşı sarılınan bir can simidi işlevi görecekti.
Özal dönemi (başbakanından bakanlarına varıncaya kadar tarikatçılığın ayyuka çıktığı bir dönem), İslamcı sermayenin güç kazandığı ve çehre değiştirdiği bir dönem oldu. Bu dönemde aldıkları teşviklerle iyice büyüyen şirketlerin bir kısmı, büyük holdingler haline geldiler. Kendi finans şirketleri, gazeteleri, TV ve radyo kanalları olan bu holdingler, inşaattan gıdaya, tekstilden kimya sektörüne, metalden mobilyaya kadar pek çok alanda faaliyet göstermeye başladılar. Dinin sembollerle ifade edilen bir modaya dönüştürülmesi, son derece pahalı tesettür giysilerinin ve ipek türbanların dinsel inançtan öte bir gösteriş aracı haline gelmesi tam da bu dönemde gerçekleşti.
80’lerin sonlarından itibaren üniversitelerde imam-hatip mezunlarının sayıları giderek arttı. Bu dönemin bir diğer yeniliğiyse, artık bir sektör haline gelen üniversite ve kolej sınavlarına hazırlık dershanelerinin en gözde olanlarını bizzat İslamcı sermaye gruplarına ait olanların oluşturmasıydı. Sınavlardaki başarı oranlarının yüksek olması,[2] bu kurumları her kesimden öğrenci için bir cazibe merkezi haline getiriyordu. Buralarda eğitim gören öğrencilerin yatkın olanları özel olarak dini eğitime tâbi tutuluyor ve üniversiteler de dahil olmak üzere her alanda faaliyet yürütecek aktivistler olarak yetiştiriliyordu.
Bütün bunlar herkesin gözü önünde gerçekleşirken, “laik” devletin buna katkılarını da ihmal etmemek gerekir. Fethullah Gülen’e ait dershane ve okulların Orta Asya cumhuriyetlerine varıncaya kadar yaygınlaştırılmasında TC’nin ve hatta ABD’nin yoğun katkıları vardır.[3] Bu okullar başbakanlarca, bakanlarca açılmış ve Genelkurmay’dan tam icazet almışlardır. Yurt dışındaki okullarda görevlendirilen personelin önemli bir bölümünün bizzat MİT ve CIA ajanlarından oluşmasıysa, bu işin devletin hangi derinliklerinde planlandığına dair yeterince bilgi vermektedir.
28 Şubat sürecinin getirdikleri
28 Şubat’a gelindiğinde, “İslamcı sermaye” kesimi, ordu da dahil olmak üzere Türkiye’nin diğer burjuva kesimlerini rahatsız edecek boyutlarda büyümüştü. Yani pastaya ortak çıkmıştı. Devlet ihalelerinden büyük paylar kapmaya başlayan “İslamcı sermaye”, yılların tekelci burjuvazisinin tekerine çomak sokuyordu. Ve 28 Şubat darbesiyle buna “tepeden” müdahale edildi. Cumhuriyet elden gidiyor teraneleriyle yapay bir şeriat öcüsü yaratıldı. Kürt ulusal hareketini bastırmak için bizzat devlet tarafından oluşturulup beslenen Hizbullah’ın birden gözü dönmüş canilerden oluşan, insanları acımasızca katleden şeriatçı bir terör örgütü olduğu keşfedildi.[4] “Yeşil sermaye” denen sermaye grupları çarşaf çarşaf listelerde teşhir edildi, bu şirketlere verilen ihaleler mercek altına alındı, halk içinde büyük bir kampanya yaratılarak bu şirketlerin ürünlerinin alınmaması sağlanmaya çalışıldı. Amaç TC’nin köküne kibrit suyu dökmek isteyen şeriatçı tehdidi yok etmek gibi sunulsa da, asıl sorun sermayenin kendi içindeki kapışmaydı.
28 Şubat sürecinin en önemli unsurlarından biri de imam-hatip liselerine vurulmak istenen darbeydi. İmam-hatip liselerinin ÖSS-ÖYS’deki başarı oranları, 28 Şubat öncesinde oldukça artmış ve özellikle büyük illerdeki bazı okullar talep nedeniyle birkaç şube açmak zorunda kalmışlardı. Cazibenin nedeni elbette ÖSS-ÖYS’ye dönük eğitimin kalitesinin yüksek olduğu düşüncesiydi.
MGK güdümündeki hükümetler bu konuda iki büyük değişikliğe gittiler, daha doğrusu gitmek zorunda bırakıldılar. Birincisi, sekiz yılık kesintisiz eğitimle imam-hatip okullarının (ve orta-lise eğitimi veren diğer okulların) orta kısımlarının tasfiye edilmesiydi ve bu uygulamaya sokuldu. İkinci değişiklik ise, yine esas olarak imam-hatip liselerini hedef alan, ama yasal çelişki yaratmamak için tüm meslek liselerini bu kapsama dahil eden bir düzenlemeydi. Üniversiteye giriş sınavlarında ÖSS’de kullanılan katsayılarla oynanarak, normal lise mezunlarına büyük avantajlar sağlanıyor, meslek lisesi mezunlarınaysa kendi branşlarındaki yüksek okulları ya da teknik eğitim fakültelerini seçmek dışında bir alternatif bırakılmıyordu.[5]
Buradaki asıl hedef, kuşkusuz, imam-hatip liselerine olan ilgiyi ve dolayısıyla bu liselerin öğrenci sayısını azaltmak, üniversiteye girişlerini mümkün olduğunca engellemekti. Nitekim katsayı engelinin konulmasının ardından talep gözle görülür şekilde azaldı. 8 yıllık kesintisiz eğitime geçilmeden önce, toplam 601 imam-hatip lisesinde 19 bin öğretmen görev yapıyor ve 512 bin öğrenci eğitim görüyordu. 193 bini lise, 319 bini ortaokulda okuyan imam-hatip öğrencilerinin sayısı, ortaokulların 8 yıllık kesintisiz eğitim nedeniyle kapanması sonucu kısa sürede aşağılara indi. 2002-2003 öğretim yılında öğrenci sayısı 65 bine, okul sayısı ise 450’ye düştü.
Ne var ki, AKP hükümetinin ÖSS’deki katsayı sistemini 28 Şubat öncesi durumuna getirme girişimleri ortaya çıktıktan sonra, imam-hatip liselerinin bu yılki kayıtlarında hissedilir bir artış yaşandı. Aslında tek başına bu bile, bu okullara giden ya da gönderilen öğrencilerin ezici bir çoğunluğunun sorununun “mesleki” eğitim olmadığını gösteriyor.
Ne yapmalı?
Aslında türban, meslek liseleri ve imam-hatip okulları sorunu birbirinden ayrı ele alınıp çözümlenebilecek konulardır. Bunun başarılabilmesi içinse öncelikle devletin din eğitimi de dahil olmak üzere dini alandan elini tümüyle çekmesi, yani laik olması gerekiyor. Diyanet İşleri Başkanlığının kapatılması, camilerin imamına varıncaya dek tümüyle cemaatlerin finanse ettiği ibadet yerlerine dönüştürülmesi, eğitimdeki zorunlu din dersi uygulamasının kaldırılması ve nüfus cüzdanlarından din hanesinin kaldırılması bu yolda ilk akla gelen adımlardır.
İmam-hatip liselerine ilişkin olarak yapılması gereken şey, bu liselerin kapatılması ve tüm araç-gereç ve imkânlarının normal ya da mesleki lise eğitimine devredilmesidir. Mevcut tartışmada yer alan bazı sözde laiklik taraftarları, bu liselerin sayılarının gerçek imam-hatip ihtiyacına uygun olarak azaltılmasını ve böylelikle bu liselerin gerçekten “meslek” lisesi niteliğine kavuşturulmasını savunmuştur. Oysa bu sav hâlâ devletin dinden elini çekmemesi, yani laik olmaması gerektiği düşüncesine dayanmaktadır. Bu kafaya göre, Diyanet yerli yerinde duracak, camiler bu Diyanet’e bağlı kalacak ve bu camilerin imamları vs. devlet tarafından maaşla çalıştırılacaktır. Oysa tam da karşı çıkılması gereken, devletin dinden elini ayağını çekmemesi, onu beslemesidir. Yapılması gereken, İmam-hatip liselerinin eğitim sisteminin bir parçası olmaktan tümüyle çıkarılması ve isteyenler için din eğitiminin, eğiticilerine ve donanımına varıncaya dek tümüyle cemaatler tarafından finanse edilmesidir.
Diğer meslek lisesi öğrencilerine yapılan ÖSS haksızlığıysa bir an önce ortadan kaldırılmalı ve meslek lisesi mezunu öğrencileri ÖSS’de normal lise öğrencileriyle eşit katsayılara sahip olmalıdır. Meslek lisesi mezunu öğrenciler, kendi alanlarında bir yüksek öğretim kurumunu tercih ettikleri takdirde, extra bir puan katsayısı ya da tercih önceliği hakkına sahip olmalıdırlar. Tamamına yakını emekçi çocuklarından oluşan bu öğrencilerin, verilen eğitimin yetersizliğinden kaynaklanan dezavantajları bu tür uygulamalarla bir nebze de olsa giderilmelidir.
Başörtüsü sorunu ise bunlardan ayrı olarak ele alınması gereken bir konudur. Başörtüsü takmak ya da takmamak, kişinin kendisini ilgilendiren bir konudur. Hiç kimse başörtüsü takmaya, tesettüre girmeye, şu darlık ya da bollukta, uzunluk ya da kısalıkta giyinmeye zorlanamayacağı gibi, inanan bir insanın inançları doğrultusunda giyinmesine, yaşamasına da karışılmamalıdır. Aynı serbestlik, hiçbir yasal kısıtlama konulmaksızın tüm iş yaşamına da uygulanmalıdır. Kamu kuruluşları da dahil olmak üzere, hiçbir işyeri, işkolu ya da alan ayrımı yapmaksızın, herkes başörtüsü takma özgürlüğüne sahip olmalıdır. Buna, her dereceden okuldaki tüm öğretmenler, öğrenciler ve çalışanlar da dahildir.
Aslında bu konuda bizi ilgilendiren tek kıstas vardır: Kişinin, inançlarını bahane ederek, yapmakla yükümlü olduğu işte ayrıcalık talep etmemesi, hizmet vermekle yükümlü olduğu kişilere ayrımcılık yapmaması. Yani bir kadın doktor ya da hemşire, erkek hastalara (ya da tersi) bakmayı reddedememeli, kadın öğretmen kız-erkek öğrenci ayrımı güdememeli, öğrencilere din propagandası yapamamalıdır vb. Eğer böyle biri, dininin bunlara izin vermediğini düşünüyorsa o alanda çalışmamayı tercih etmelidir.
* * *
Tüm bu tartışmalarla, gerçek gündemlerinden, sınıf mücadelesinden koparılmak istenen, burjuva ideolojisiyle bombardımana tâbi tutulan, cumhuriyetimiz elden gidiyor çığlıklarıyla galeyana getirilmek istenen emekçi sınıflar, şunu çok iyi bilmelidirler ki, bu cumhuriyet onların değil, onları birer köle haline getiren sömürücü, soyguncu, hortumcu burjuvaların cumhuriyetidir. Bu cumhuriyet “laik”iyle, “şeriatçı”sıyla gericilikte ve emekçi düşmanlığında birbirleriyle yarışan sömürgen burjuvazinindir. Onun demokrasisi de laikliği de ancak bu kadar olur.
Dinin kişisel bir sorun olarak görüldüğü gerçekten laik bir cumhuriyet ise, ancak ve ancak işçi ve emekçilerin her türlü kölelikten kurtuldukları ve kendi iktidarlarını kurdukları sovyetler cumhuriyetinde mümkün olacaktır.
[1] 28 Şubat darbesiyle, ÖSS’de meslek lisesi mezunlarına ve normal lise mezunlarına farklı katsayı uygulanmasını yürürlüğe koyan bir sistem getirilmişti. AKP hükümeti bu sistemi değiştirerek, puan katsayısını tüm liseler için eşit hale getirmeyi hedefliyor. AKP hükümeti bu değişikliğe hiç kuşku yok ki imam-hatip liselilerin istedikleri branşlarda eğitim görmelerinin yolunu açmak için gitmek istiyor. Nasıl MGK esas hedefi imam-hatip okulları olmasına rağmen tüm meslek liselerini içine alan bir düzenlemeye gittiyse, AKP hükümeti de aynı yolu izliyor.
[2] Bunun belli başlı nedenleri arasında şunlar sayılabilir: Liselerde ve ilkokullardaki en iyi öğrencilerin tesbit edilmesi ve buralara burslu olarak çekilmeye çalışılmaları; yoksul ama zeki öğrencileri yatılı sistemle ücretsiz ya da düşük ücretlerle eğitmeleri; yoğun ve sistem ölçütlerine göre iyi düzenlenmiş bir eğitim programı; öğrencilerin sınavlarda derece yapmasına ve dolayısıyla reklama dönük olağanüstü bir çaba.
[3] Verilen rakamlara göre Türkiye’de Gülen’e bağlı olduğu bilinen 103 okul, 460 dershane, 500 yurt, Orta Asya cumhuriyetlerinde ise 126 lise ve 6 üniversite bulunmaktadır. Özbekistan’daki okullarda, ABD, “İngilizce öğretmeni” adı altında 100’e yakın CIA ajanı görevlendirmiştir. Türk öğretmenlerin durumunun da bundan aşağı kalmadığı çok açıktır.
[4] Hizbullah, bombalamadan adam kaçırmaya, tehditten silahlı taramaya kadar her türlü devlet destekli terör eyleminde, Kürdistan’da yüzlerce kişinin kaçırılıp işkenceyle yok edilmesinde, Kürt aydınların ve siyasetçilerin ortadan kaldırılmasında, konrt-gerillayla birlikte devletin maşası olarak kullanılmıştır. Öcalan’ın yakalanmasından sonra Kürt hareketinin farklı bir mecraya girmesiyle birlikte, bu paravan örgüte duyulan ihtiyaç sona ermiş ve bu kez bir iç temizlikle kuklalar yok edilmeye başlanmıştır.
[5] Gerek verilen derslerin meslek ağırlıklı olması, gerekse genel eğitim düzeyinin son derece düşük olması nedeniyle, buralardan mezun olan öğrencilerin ezici bir çoğunluğunun üniversiteye girmesi zaten olanaksızlaştırılmıştır. Bunların önlerine bir de ÖSS katsayısı engeli koyulması, üniversiteye girebilecek küçük bir azınlığın girişini de imkânsız kılmaktadır. Meslek lisesi mezunlarına iki yıllık meslek yüksek okullarına sınavsız girme hakkı tanınmasıysa tam bir aldatmaca ve oyalamaca taktiğidir. Meslek lisesi binalarında göstermelik olarak açılan yüksek okullar, iş bulamayan ya da ne olursa olsun “yüksek öğrenim” görmek isteyen öğrencileri iki yıl daha idare etmek dışında hiçbir işe yaramamaktadır.
link: Zeynep Güneş, İmam-Hatip Liseleri, Laiklik ve TC, 16 Kasım 2003, https://marksist.net/node/189
1986 Netaş Grevi
Ciudad Juarez: Zenginler, Çürümüşler ve Katiller