İçinden geçtiğimiz dönem, emperyalist-kapitalist sistemin yeni bir ekonomik kriz evresine girdiğini gösteren verilerle doludur. Öyle ki, burjuva iktisatçıları bile, kapitalist sistemin 1929’daki büyük bunalımdan beri görülen en derin resesyona girdiğini söylüyorlar. Ekonomik kriz derinleştikçe, bu durum kaçınılmaz olarak sınıf mücadelelerini ve siyasal istikrarsızlığı körüklüyor. Bir yandan egemen sınıfların daha da gericileşmesine yol açarken, diğer taraftan da yoksul emekçi ve işçi kesimlerinin gittikçe artan oranda toplumsal muhalefete katılmasına yol açıyor.
Bugünlerde Latin Amerika’da yaşanan süreç, bu açıdan tam da yukarıda bahsettiğimiz türden sonuçların yaşandığı örneklerle doludur.
Ekonomik canlanma ve yükseliş dönemlerinde bile bu ülkeler yoksulluk, borç ve sefalet batağından kurtulamamışlardır. Ekonomik büyüme, işçi ve emekçilerin yaşam standartlarına yansımamakta, sosyal güvenlik harcamaları kısılmakta, işçilerin çalışma koşullarında, saatlerinde ve ücretlerde sürekli gerileme yaşanmaktadır.
Kapitalistler ne kadar görmezden gelmeye çalışsa da, Latin Amerika’da kitleler gerçekten kâbus koşullarında bulunuyorlar. Sonuçta da toplumsal kutuplaşma ve eşitsizlik artıyor, sınıf mücadeleleri kızışıyor. Peru’da, Bolivya’da, Arjantin’de, Ekvator’da, Venezuela’da, Kolombiya’da, Meksika’da, Brezilya’da yaşananlar bu durumun sonucudurlar.
Krizin suçlusu kapitalizmdir!
Küresel ekonomik kriz, tüm sektörlere ve ülkelere neredeyse eş zamanlı olarak yayılmaktadır. Arjantin’deki ve diğer Latin Amerika ülkelerindeki krizin gerçek kaynağı da hiç kuşkusuz dünya kapitalizminin içine girdiği bu ekonomik krizdir. Zira kapitalist sistem tek tek ülkeler bazında veya ulusal ekonomiler temelinde değil, bir bütün olarak algılanmalıdır.
Burjuva iktisatçıların ve ideologların iddialarının aksine; gerek Latin Amerika ülkelerinde gerekse de Güneydoğu Asya’da yaşanan ve oradan da Türkiye ve Polonya’ya, Rusya’ya sıçrayan ekonomik krizin tek sorumlusu bu ülkeler değildir. Bu ülkelerde yaşanan mali krizler, dünya kapitalizminin aşırı üretimden kaynaklanan ekonomik kriziyle tam aynı şey olmamakla birlikte, ondan bağımsız da değildir. Hatırlanacak olursa 90’lı yıllardan bu yana tüm dünyayı bir salgın hastalık gibi saran bu finansal krizler, aslında daha büyük bir dalganın öncü sarsıntılarıydılar.
Sorun emperyalist-kapitalist sistemin kendisidir. Ekonomik yükselişler ve çöküşler onun kendi içsel dinamiklerini oluşturan evrelerdir. 1948-68 arasındaki dönem, kapitalizm için çok istisnai bir evreydi. Dünya kapitalizminin bu “altın çağı”, 1970’lerden itibaren sona ermiştir.[1]
80’li yılların başına kadar süren ekonomik durgunluk döneminin arkasından, 1987-88 yıllarına değin süren bir toparlanma yaşandıysa da, takip eden yıllarda başlayan ekonomik krizler çok daha şiddetli ve eşzamanlı olarak geldi. Özellikle Almanya ve Japonya şiddetli bir ekonomik durgunluk dönemi geçirdiler. Bu süreç 1990 sonrasında SSCB’nin çöküşüyle de birleşince, emperyalist sistem açısından yeni bir düzenleme kaçınılmaz hale geldi.
Bu düzenleme, 90’lı yıllardan itibaren tüm Latin Amerika ülkelerinde IMF tavsiyesi olarak uygulanmaya başlayan “Yapısal Uyum Programı”dır. Bu program, bir yandan bu ülkelerin dünya pazarına daha fazla entegrasyonu ve diğer taraftan da sermayenin merkezileşme ve tekelleşme eğiliminin sonucu olarak, uluslararası mali sermayenin ülkeye girişinin önündeki ekonomik ve siyasi engellerin aşılması anlamına gelir.
Bu dönemde, her ne kadar büyük bölümü hâlâ emperyalist ülkelerin kendi aralarında gerçekleşse de, gelişmekte olan ülkelere sermaye ihracı hızlandı. Bu durum, bilhassa ücretlerin daha düşük olduğu, işçi sınıfının fazla örgütlü olmadığı ve devlet teşviklerinin yüksek olduğu Latin Amerika ve benzeri ülkelere yapılan dış yatırımları da körükledi. Çünkü, emperyalist ülkelerde aşırı biriken sermaye el yakıyordu. Tüm sektörlerde kâr oranlarının düşmesi, kaçışın ana sebebiydi.
OECD verilerine göre, 1982-90 yılları arasında, gelişmekte olan ülkelere toplam 927 milyar dolar sermaye ihracı gerçekleşti. Kuşkusuz bunun önemli bir bölümü “borç” olarak verilmişti. Aynı yıllar arasında 1 trilyon 345 milyar dolarlık geri ödeme yapıldı. Oysa bu yüksek ödemeye rağmen, bu ülkelerin borçları %61 oranında artmıştı. 1992’de 1 trilyon 300 milyar dolara ulaşmış olan borç tutarı, 2000 yılı sonunda 2 trilyon 100 milyar doları bulmuştu ve borç karşılığı ödenen faiz tutarı ise 343 milyar dolardı.
Bu borçlanmalar dünya çapındaki resesyonla da birleşince, borç almış olan ülkelerde büyük mali krizlere yol açtı. Ekonomiler durma noktasına geldi. IMF ve Dünya Bankası devreye girerek; iç tüketimin kısılması, bütçe açıklarının kapatılması, ücretlerin düşürülmesi, sendikal hareketin ve toplumsal muhalefetin kırılması, ihracatın ne pahasına olursa olsun arttırılması, ekonominin liberalleştirilerek uluslararası sermayeye daha fazla açılmasını içeren politikalar önerdiler.
Dünya Bankası’nın 1999’da kovulan baş iktisatçısı J. Stiglitz, The Observer gazetesi muhabiri G. Palast’la yaptığı röportajda, Dünya Bankası’nın özellikle yoksul ve az gelişmiş ülkelere yönelik politikalarını şöyle ifade ediyordu; “birinci adım olarak özelleştirme (ki bunun en önemli sebebi yerli muhalefet odaklarını ve sermaye gruplarını susturmaktı), ikinci adım sermaye piyasasının liberalizasyonu (yani kuralsızlaştırılması, sermaye akışının önündeki ulusal engellerin kaldırılması, sıcak para akışının sağlanması) ve sonucunda da faiz oranlarının yükselmesi, üçüncü adım olarak da piyasaya dayanan fiyatlandırma (gıda, su, tüpgaz vs. gibi temel tüketim maddelerine zam yapılması), ki bunun sonucu da pek çok ülkede adına ‘IMF isyanları’ denilen gösterilere neden olmuştur. Örneğin 2001 yılının Şubat ayında Bolivya’da su fiyatları yüzünden ve tüpgaz fiyatlarının artışı yüzünden Ekvador’da patlak veren isyanlar gibi... Ve son adım da IMF ile DÜNYA BANKASI’nın ‘yoksulluğu azaltma stratejisi’ dedikleri, gerçekte serbest ticaretin geliştirilmesi projesidir. Tabii serbestlik DTÖ kurallarına göre belirlenir, amaç yeni pazarlar açmak ve ele geçirmektir.”[2]
1982’de Arjantin’de yaşanan mali krizden bu yana toplam 70 ülkede, IMF patentli 556 “Yapısal Uyum Programı” uygulandı. Amaç ekonomik istikrarın sağlanması ve verilen borçların tahsiliydi. Bu da serbest piyasa ekonomisinin önündeki engellerin kaldırılması yoluyla yapılacaktı.
Programın içeriği her yerde aynıydı; kamu ve sosyal harcamaların kısılması, ücretlerin düşürülmesi, tarım ve sanayide sübvansiyonların kaldırılarak iç fiyatların uluslararası düzeye getirilmesi, iç pazarın dış rekabete açılması, sermaye dolaşımının önündeki siyasal ve hukuksal engellerin kaldırılması, tüm ekonomik kaynakların borç ödemeleri için döviz kazanmaya yönlendirilmesi, emperyalist ülkelere yeni ticaret ve yatırım olanaklarının sunulması.
Peki sonuçta ne oldu? Latin Amerika’da mutlak yoksulluk sınırı altında yaşayanların sayısı 1980’lerin başında 130 milyondan, 1990’ların başında 180 milyona yükseldi, nüfusun en üst %20’sinin zenginliği en yoksul %20’nin 20 katına çıktı. IMF’nin “Yapısal Uyum Programı” nedeniyle 1980’li yıllar boyunca ülke halklarının geliri ortalama %60 geriledi. Programın rahatça uygulanabilmesi için defalarca olağanüstü hal ilân edildi, binlerce sendikacı ve sosyalist tutuklandı, sürgüne gönderildi veya devlet eliyle katledildi.
Kaynayan kazan: Latin Amerika
Meksika 1982’de IMF’nin Yapısal Uyum Programını uygulamaya başlamıştı. Özelleştirme, liberalizasyon gibi politikaların ardından 1988’de Salinas hükümeti kamu harcamalarını kıstı ve 20 milyar dolardan fazla tasarruf sağladı. Tasarrufun anlamı, on binlerce kamu işçisinin işten atılması, işçi sınıfına yönelik sosyal güvenlik harcamalarında kesintiler ve reel olarak ücretlerin düşürülmesiydi. Ekonomik kriz sosyal krizle sonuçlandı. İşsizlik resmi rakamlara göre %20’ye, gerçekte ise %40’a ulaşıyordu, üstelik işsizlerin yarısı yoksulluk sınırının altında yaşıyordu.
Aynı şekilde, Brezilya’da da halk 90’ların başından itibaren uygulamaya konmuş olan kemer sıkma politikaları altında inliyordu. 29 Eylül 1992’de 44 milyar dolar borç karşılığında IMF’nin yeniden yapılanma programı kabul edildi. Faiz oranları arttırıldı ve iç borçlanmaya gidildi. Sermaye akışı hızlandı. 300 kadar “milli” sermaye grubu muazzam kârlar elde etti.
1990’da başlatılan “Collor planı” ile IMF, bütçe açığının kapatılması amacıyla 360 bin kamu çalışanının işten atılmasını istemişti. Muhalefetin artması sonucu ancak 14 bin kişi işten çıkartılabildi. Fakat aynı yıl ülke çapında 200 bin kişi işten atıldı. Cari harcamaların %65’i borç ödemesine ayrıldığı halde IMF daha fazlasını istiyordu.
Ardından yapılan hükümet değişikliğine (sosyal demokrat bir hükümet işbaşına geldi) ve kamu harcamalarında %43’e varan kesintilere rağmen –ki bu emeklilik sistemi başta olmak üzere, sosyal programların tamamından vazgeçilmesi anlamını taşıyordu– yine de ekonomi bir türlü düzelmedi. Emek göçü hızlandı, nerede iş bulursa orada çalışan göçebe işçiler yığını oluştu (tıpkı 1930’ların Amerika’sında olduğu gibi), kırsal kesimden şehirlere göç hızlandı. Şehirlerde yeni “kent yoksulları” ortaya çıktı. Bunlar işçi sınıfının en alt kesimini oluşturan ve varoşlardaki teneke mahallelerde yaşamaya mahkûm edilen yoksul insanlardı.
Kuşkusuz Meksika’daki ve Brezilya’daki krizler istisna değildi. Sanki gizli bir el tarafından planlanmışçasına, Brezilya ile aynı yıllarda Peru’da da adına “Fuji Şoku” denilen bir mali kriz dalgası ülkeyi bir silindir gibi ezerek geçti. 8 Ağustos 1990’da başlayan şok sonucu, benzin fiyatları %2968 oranında ve ekmek fiyatları %1150 oranında arttı. Başkan A. Fujimori, hiper-enflasyonu yenmek amacıyla çalışmalara başladığında ise enflasyon %2172 idi.
Yaşanan “şok”un toplumsal sonuçları yıkıcıydı; Peru’nun kuzeyindeki bir tarım işçisinin aylığı 7,5 dolarken, başkent Lima’da tüketici fiyatları ABD’nin en büyük metropollerinden olan New York’tan daha yüksekti. Ücretlerdeki reel düşüş 1990 Ağustos ayı itibariyle %60, 1991’de ise %85 civarındaydı. Kamu çalışanlarının gelirleri 1980’e göre %92 düşmüştü.[3]
Ekonomik krizin derinleşmesi uyuşturucu ticaretini canlandırdı. Peru, %60 oranıyla kokain üretiminde birinci sıraya yükseldi. Merkez Bankası, döviz ihtiyacının çoğunu bu kanaldan gelen dolarlardan sağlıyordu. Oysa bu esnada Fujimori, “başarılı” ekonomi politikalarından ötürü uluslararası finans çevrelerince takdir ediliyordu.
Peru’nun yanı başındaki Bolivya’da da durum farklı değildi. Bolivya da ana ihracat maddesi olarak kokaini kullanıyordu. 1985 Eylülünde, Victoria Paz hükümeti IMF programını uygulamaya başladı. Kamu harcamaları kısıldı ve 50 bin kamu işçisi işten atıldı. Ücret artışları donduruldu, gümrük tarifeleri indirildi. Madenler kapatılarak 23 bin işçi işten çıkartıldı.
Hükümet bu ekonomik paketi açıkladıktan sonra işçiler 13 gün boyunca genel greve gittiler. Olağanüstü hal ilân edildi, sendikacılar tutuklandı ve sürüldü. İş güvencesi kaldırıldı ve toplam 74 bin işçi daha işten çıkartıldı. %24.000 civarında seyreden enflasyon kısmen düşürüldü.
Latin Amerika’nın en büyük üçüncü ekonomisi sayılan Arjantin’de de durum aynıydı. Meksika’nın borç krizine düştüğü 1994 yılında, Arjantin de moratoryum ilân etmişti. Böylece bütün kaynaklar dış borçların ödenmesi önceliğine göre ayarlanıyordu. Büyüme yavaşladı, istihdam azaldı, GSMH geriledi.
Krizin faturası 1990’da büyük bir toplumsal muhalefet dalgasını arkasına alarak iktidara gelmiş olan Peronistlere çıkartıldı. Böylece ‘99 seçimleri Peronistler için tam bir bozgun oldu. Fakat iktidara gelen De la Rua’nın IMF anlaşması çerçevesinde uyguladığı politikalar nedeniyle artan yoksulluk ve işsizlik sonucu, aynı yıl mutlak yoksulluk sınırının altında yaşayan insan sayısı 14 milyona, açlık sınırında yaşayanların sayısı 3 milyona ve işsizlerin sayısı da 2 milyona ulaşıyordu.[4]
Tüm bu “kemer sıkma” politikalarına rağmen, ekonomik göstergeler yükselmeyince ve dış borçlar zamanında ödenemeyince uluslararası kredi kuruluşları Arjantin’in notunu indirdi. Bunun üzerine 132 milyar dolarlık dış borcun ödenmesine ilişkin yeni planlar yapıldı. Fakat plan sonucu, aynı kuruluşlar ülkenin risk puanını astronomik seviyelere çıkarınca borsada önlenemez bir düşüş başladı. Birkaç gün içinde bankalardan 1,3 milyar dolarlık mevduat çekilmişti. Merkez bankası, yokuş aşağı inerken frenleri patlamış bir arabaya benzeyen ekonomiyi kurtarmak için bankalardan para çekilmesine dair kısıtlamalar getirdi. Amaç ücretleri düşürmek ve uluslararası mali sermayeyi ülkeye çekmekti.
Fakat Arjantin ne yaparsa yapsın IMF bir türlü tatmin olmuyordu. 5 Aralık 2001’de ülkeye borç ve kredi verilmesini durdurduğunu açıkladı. Parasız kalan hükümet, Arjantin’in Kemal Derviş’i sayılan Maliye Bakanı Cavallo’nun talimatıyla emeklilik fonlarındaki paraya el koyduğunu, bunun yerine herkese hazine bonosu vereceğini duyurdu. Cavallo herkesi patlak frenli arabaya bindirmek istiyordu ve biletler de hazine bonoları olacaktı. İşsizlik %18,3’e çıktı ve ülkenin en büyük sendikaları CGC ve CGT genel grev çağrısı yaptılar.
Sonrası ise hepimizin bildiği “Arjantin Olayları”dır. Devlet Başkanı De la Rua, yakıcı ekonomik krizin sonucu ayaklanan öfkeli halkın protestoları nedeniyle istifa etti. Üç gün süren gösterilerin sonunda geride 27 ölü ve 150’den fazla yaralı kaldı.
Kuşkusuz burada da patlamanın sebebi, IMF’nin önerdiği “Yapısal Uyum Programı”nın toplum üzerinde yarattığı derin tahribattır. Arjantin halen devam eden derin bir politik ve sosyo-ekonomik krizin içindedir. 2001 Aralık ayından bu yana ekonomi %15 küçülmüş ve işsizlik %24’lere dayanmıştır. Peso yılbaşından bu yana %300 değer kaybetti. 14 ay içinde altıncı Maliye Bakanı R. Lavagna işbaşı yaptı. İktidardaki Duhalde hükümeti de borçları halen ödemiş değildir. Ne IMF ne de burjuvazi bir çözüm bulmuş değil.
Öte yandan Arjantin’in yaşadıkları, Brezilya için de olasıdır. Brezilya para birimi Real 2001 ortalarından bu yana büyük ölçüde değer yitirdi; faiz oranları arttırıldı. Merkez Bankasının önünde yıllık 74 milyar dolarlık ve toplam 305 milyar dolarlık bir borç ödemesi duruyor. Hatta özel sektörünkiler de eklenirse borç tutarı tam 640 milyar dolara, GSMH’nin %120’sine ulaşıyor. Seçimlerden galip çıkan İşçi Partisinin (PT) başkanı Lula’yı bekleyen durum budur.
Devrimci durum sürecek mi?
Yukarıda anlattığımız ekonomik çöküntü tablosu, tüm kıtaya yayılan “sosyal patlamalar”la tamamlanmaktadır. Latin Amerika, büyük yığınlar halindeki işçi, kent yoksulu, köylü ve yerli kitlelerinin mücadeleleriyle sarsılıyor. Bu sarsıntı başta ABD emperyalizmi olmak üzere, her bir Latin Amerika ülkesindeki egemen sınıfları fazlasıyla korkutmaktadır. Dünya ekonomisinin durumunun da pek hoş olmadığını göz önüne alırsak, ekonomik krizin siyasal bir krize yol açması ve kıtayı sarması, kapitalistlerin en son isteyecekleri şeydir. Bu yüzden, özellikle Arjantin’deki, Kolombiya’daki ve Venezuela’daki gelişmeler karşısında egemen sınıflar hızla önlemler almaya çalışmaktadır.
Sarsılan hegemonyasını korumak derdiyle gittikçe saldırganlaşan ABD emperyalizmi, kendisi için son derece önem arz eden bir bölgede, ciddi petrol rezervlerine sahip üç ülke (Kolombiya, Venezuela, Ekvador) üzerindeki nüfuzunu kaybetmemek için, kendisine karşı çıkan tüm toplumsal hareketleri (gerillacı, halkçı, köylü, sosyalist vb.) ezmeye çalışıyor.
ABD emperyalizmi, Kolombiya’da aşırı sağcı bir devlet başkanı liderliğinde ve bizzat ordunun kontrolündeki paramiliter güçlerin de yardımıyla tam bir devlet terörü estirmektedir. Sadece 1998 yılında, İnsan Hakları Gözlemcileri tarafından tespit edilen “fail-i meçhul” cinayetlerin sayısı 3800’dür.
1954’te Guatemala’da, 1964’te Brezilya’da ve 1980’lerde El Salvador ve Nikaragua’da olduğu gibi, ABD emperyalizminin bölgede devlet terörünü desteklemek yönünde uzun bir geçmişi vardır. Kolombiya’da da FARC (Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri) ve ELN’ye (Ulusal Özgürlük Ordusu) karşı, bizzat CIA ajanları tarafından eğitilen bir kontr-gerilla gurubu kurulmuştur.
Kolombiya’daki devrimci hareketin önderliğini yürüten FARC ve ELN, sınıfsal olarak köylüler ve kent yoksullarına dayanmaktadır. FARC ve ELN önderlerinin siyasi görüşlerinin merkezinde, toprak reformu etrafında şekillenen sosyo-ekonomik reformlar vardır. ABD destekli orduyla 35 yıldır mücadele eden ve özellikle Amazon bölgesinde etkili olan FARC ve ELN, toprak reformu ve köylü haklarını savunma konusunda bir takım başarılar elde ettikçe ve askeri-paramiliter tahribat sonucu yerlerinden olan köylülerin sayısı da arttıkça hareket gitgide büyümüştür. Bugün Kolombiya’nın üçte biri FARC ve ELN gerillalarının kontrolü altındadır.
Aşırı sağcı ve gerici hükümet, gerilla hareketini bahane ederek ülkedeki her türlü ilerici, muhalif hareketi ve sendikal örgütlülüğü ezmeye çalışmaktadır. Fakat, Kolombiyalı işçi ve köylüler bu saldırıya 16 Eylülde gerçekleştirdikleri kitlesel bir genel grevle karşılık verdiler. Hükümetin grevi yasadışı ilân etmesine ve grev süresince 20 öğrencinin kaybedilmesine, 5 köylünün öldürülmesine, bazı köylerin içme suyu kaynaklarına zehir karıştırılmasına rağmen grev sürdü ve bu eylem işçi ve köylü kitleleri gerici hükümete karşı birleştirdi.
ABD emperyalizmi Venezuela’da da benzer şekilde, reformcu devlet başkanı Chavez’e karşı darbe girişimi planlamıştır. Petrol zengini olmasına rağmen %80’i yoksulluk içinde yaşayan ülkede, Hugo Chavez 1998 ve 2000’de üst üste iki kez başkanlık seçimlerini kazandı ve halkın yoksulluğunu azaltmak için birtakım adımlar attı. Chavez’in yönetiminde toprak reformu başlatıldı, yerli ve kadın haklarında gelişmeler sağlandı, sağlık sigortası ve eğitim ücretsiz hale getirildi. Boş araziler kamulaştırılarak köylülere dağıtıldı ve petrol şirketlerinin özelleştirilmesi durduruldu.
Bunun üzerine, Bush yönetiminin de desteğiyle ülkede Chavez karşıtı bir muhalefet oluşturuldu. Bu muhalefet, sağcı oligarşiden, kiliseden, sağcı sendikalardan ve medyadan oluşuyordu. Chavez’in buna yanıtı, Küba’ya petrol satmak ve “Kolombiya Planı” çerçevesinde ülkesinin hava sahasından geçmesi gereken Amerikan uçaklarına geçiş izni vermemekti. Ayrıca, Bush’un “uluslararası terörizme karşı savaş” planını da onaylamayarak bizzat Libya lideri Kaddafi’yle ve Saddam Hüseyin’le görüşmeler yapıyordu.
ABD, Venezuela’yı politik ambargoyla tehdit ederken, IMF de yeni bir hükümeti mali açıdan desteklemeye hazır olduğunu açıklıyordu. Böylece ABD planı uygulamaya konuldu; siviller kışkırtılarak Chavez aleyhtarı bir kampanya başlatılıyor ve ordu “ülkeyi korumak” adına bir darbe tezgâhlıyordu.
Plan harfiyen işlemiş ve 11 Nisan 2002’de ordu yönetime el koymuştu. Gerekçe olarak da, halkın Chavez rejiminden memnun olmadığı için sokaklara dökülmüş olması gösteriliyordu. Örneğin Chavez karşıtları, Venezuela Petrol Şirketinin merkez bürolarına kitlesel yürüyüş düzenlemişti. Chavez taraftarlarıyla bu kitlenin çatışması sonucu 10 kişi ölmüş ve 100 kişi yaralanmıştı. Ardından Chavez gözaltına alınıyor ve darbeci başkan Ulusal Meclisi ve Yargıtay’ı lağvediyordu. Politik bir intikam saldırısı başlatılmış ve halk üzerindeki baskı arttırılmıştı. Burjuvazinin bir kesimiyle kilise ve ordunun oluşturduğu gerici ittifak yönetime el koyuyordu.
Kuşkusuz darbenin tezgâhlanmasındaki temel etken, Chavez iktidarının ABD emperyalizminin çıkarlarına ters adımlar atmış olmasıydı. Çünkü ABD emperyalizmi açısından bu bölge önemliydi ve petrol ihtiyacının önemli bir kısmını buradan karşılamaktaydı; Venezuela petrolü olmadan, Ortadoğu maceralarına girişmesi zordu.
Fakat 11 Nisan askeri darbesinin ardından, halk 13 Nisanda sokaklara dökülerek Chavez’i tekrar iktidara getirdi. Kitle hareketi durulmadı ve 29 Haziranda 1,5 milyon işçi başkent Caracas sokaklarında yürüyerek, gericiliğe karşı savaşmaya hazır olduğunu gösterdi.
Görülüyor ki Venezuela’da kitleler, giriştiği bazı reformlar nedeniyle destekledikleri Chavez’i kurtarmak için ayağa kalkmıştır. Onlar henüz iktidarı almak için yeterince hazırlıklı olmasalar da bu açıkça devrimci bir durumdur. Yaratılmakta olan mahalle, köylü, öğrenci ve işçi meclislerinin ulusal koordinasyonunu sağlamaya çalışan “Devrimci Halk Meclisi” (APR) bu açıdan önemlidir.
Zaten 2000’de Bolivya’da, 2000-2001’de Ekvador’da, 2001’de Arjantin’de ve 2002’de Venezuela’da, neredeyse Latin Amerika’nın tamamında ortaya çıkan hareketlerin ortak özelliği de, bu kendiliğinden oluşan “Halk Meclisleri”dir. Bunun en çarpıcı örneği Arjantin’dir. Arjantin’de Aralık 2001’de yaşanan üç günlük ayaklanma esnasında bu “halk meclisleri” kendiliklerinden kuruldular. Çünkü egemen sınıf ciddi bir yönetememe krizine girmişti ve halk bir şekilde yaşamını devam ettirmek zorundaydı. Bunu fabrikalarda kurulan işyeri komiteleri izlemeye başladı. Binlerce fabrika ve işyeri halen işçilerce işgal altında tutuluyor. Devletin engellemesine karşın, halkın da desteğiyle işgaller sürüyor. Fakat çoğu durumda işçiler, fabrikayı veya işletmeyi, işverene az miktarda bir kira ödemek suretiyle işletiyorlar.
Benzer şekilde bu meclislerde örgütlenen insanlar, Bolivya’da su idaresinin özelleştirilmesini durdurdular, madenciler bir özelleştirmeyi engellediler. Peru’da özelleştirmelere karşı grevler yapıldı, Paraguay’da köylüler yine özelleştirmelere karşı direnişler yaptılar, ardından işçiler genel grev tehdidiyle özelleştirmeleri durdurdular. Uruguay’da da IMF karşıtı bir genel grev düzenlendi. Arjantin’de işler daha da ilerledi ve 17 Şubatta bir “Ulusal İşçi Meclisi” toplandı. Bu oluşum, tüm Latin Amerika’da işçilerin ve kitlelerin toplumsal hareketinin ulaştığı en üst noktaydı.
Bugün neredeyse tüm Latin Amerika ülkelerinde, Lenin’in tanımladığı gibi bir devrimci durum söz konusudur. Fakat ne yazık ki, Arjantin’de dahil olmak üzere henüz hiçbir Latin Amerika ülkesinde işçi sınıfı bağımsız siyasal örgütlülüğünü oluşturabilmiş değildir. Sınıfın toplumsal harekete aktif olarak katılan kesimleri tarım işçileri ve işsiz işçilerdir. Sendikalar henüz ciddi anlamda bir katılım göstermemektedir. Bunun sebebi çok açıktır; sendikalı işçiler Arjantin’de Peronistlerin, Venezuela’da Chavez’in ve Kolombiya’da da gerilla hareketlerinin etkisi altındadır. Varolan sosyalist veya komünist partiler ise işçi hareketine gerçekten devrimci tarzda önderlik edecek nitelikte değillerdir.
Latin Amerika ülkelerinde, iniş ve çıkışlarıyla, devrimci durum halen devam etmektedir. Çünkü bu devrimci durumu yaratan nesnel koşullar değişmiş değildir. Gelişmeler bölgede mevcut toplumsal muhalefetin gittikçe anti-kapitalist bir nitelik kazanmasına olanak sağlıyor. Arjantin’i Venezuela takip etti, Kolombiya’da gerilla savaşı bütün hızıyla sürüyor ve şimdi de Brezilya’da İşçi Partisi (PT) lideri Lula seçimleri kazandı.
Fakat Brezilya’da seçimleri kazanmış olan Lula, daha seçim öncesinde eskisi gibi radikal olmadığını ve IMF programını uygulamaya devam edeceğini peşinen açıkladı. Oysa halk onu, uluslararası sermayenin çıkarlarını koruması için değil, yoksulluğa ve işsizliğe çare bulması için seçti ve eğer kısa sürede somut birtakım gelişmeler olmazsa, büyük bir hayal kırıklığı yaşanacaktır.
Lula, yoksul emekçi halk ile IMF arasında sıkışmış durumdadır. Bir yandan 260 milyar dolarlık dış borcun ödenmesi ve bir yandan da yoksulluk sınırı altındaki 50 milyon insanın doyurulması mümkün değildir. Bu gerilim, önümüzdeki süreçte kaçınılmaz olarak Brezilya’daki sınıf mücadelesini kızıştıracak ve yine kaçınılmaz olarak burjuvazinin çok korktuğu türden “sosyal patlama”lara giden yolu açacaktır.
Bu durumda en yakıcı sorun, işçi sınıfına ve devrime önderlik edecek bir partinin varlığıdır. Böyle bir önderliğin olmadığı durumda, devrimci dalga ne denli yükselirse yükselsin, sonuçta geri çekilmeler ve yenilgiler kaçınılmaz olur.
Sonuç
Kapitalizmin bütün tarihi, yükselme ve çöküş evreleriyle doludur. Ekonomik krizler kapitalizmin doğası gereğidirler ve kapitalizm ortadan kaldırılmadıkça yok olmaları mümkün değildir. Bu krizlerin kapitalizmi kendiliğinden sona erdireceği ise asla düşünülmemelidir.
Her seferinde daha derin ve büyük krizlerle sonuçlanan iktisadi çevrimler, yine her seferinde toplumu daha büyük yıkımlara götürür. Fakat kapitalizmin yarattığı bu sefalet koşulları, asla bir toplumsal devrimin başlaması için tek başına yeterli olmamıştır. Ekonomik koşullar ile devrim arasındaki ilişki çok basit bir mesele değildir. Derin ekonomik krizlerin burjuva düzene son verecek devrimlere dönüşebilmesi için, düzenin içinden çıkamadığı bir siyasal krize, devrimci bir duruma sürüklenmiş olması gerekir. Tepedekiler artık eskisi gibi yönetemezken, alttakiler de eskisi gibi yönetilmeye isyan etmeli ve bunu olağan dönemlerde görülmedik bir toplumsal hoşnutsuzluk ve hareketlilikle ortaya koymuş olmalıdırlar. Fakat bu da yetmez. Devrimci durumun başarılı bir devrimle sonuçlanabilmesi için, düzene karşı ayağa kalkan işçi ve emekçi kitlelere, gerçekten tutulması gereken yolu gösterecek bir devrimci önderlik şarttır.
Bugün tüm Latin Amerika, İkinci Emperyalist Savaştan bu yana en derin ekonomik krizin pençesindedir. Tüm kıtada istikrarlı tek bir rejim yoktur. İşçi, köylü ve öğrenci kitleler ayaktadır. Fakat henüz işçi sınıfı harekete önderlik etmeye hazır olmadığından, onca ayaklanmaya rağmen kalıcı hiçbir sonuç elde edilememiştir. Bu yüzden bugün komünistler açısından önemli olan, Latin Amerika ülkelerindeki devrimci durumu burjuva iktidarlara son verecek devrimlere dönüştürebilmektir. Bunun için işçi sınıfının örgütlülüğüne dayanan devrimci bir önderlik ve kitlelere yol gösterecek devrimci bir program gerekiyor.
Latin Amerika’daki devrimci yükseliş bize bir kez daha göstermiştir ki, emperyalist-kapitalist sistemin dayattığı yoksulluğun, sefaletin, işsizliğin önlenebilmesinin tek yolu devrimci temelde mücadele etmektir. İşçi sınıfı dünyanın her yerinde, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete dayanan kapitalist sistemi ortadan kaldırmadıkça, sömürüden ve baskılardan kurtulmak mümkün değildir. Aynı şekilde, toplumun diğer ezilen kesimlerinin kurtuluşu da işçi sınıfının zaferine bağlıdır. Şurası çok açık ki, Amerikan emperyalizminin arka bahçesinde gerçekleşecek muzaffer bir devrim, kısa sürede tüm kıtayı saracaktır. Daha da önemlisi, dünyanın hemen her yerinde devrimci mücadeleyi yükseltecek bir enternasyonalist önderliğin olması durumunda, Latin Amerika’dan yayılacak devrim ateşi dünya devriminin yangınını tutuşturacaktır.
Sanayi Üretimi | GSMH | İşsizlik | Enflasyon | |||||
1951-1973 | 1976-1992 | 1951-1973 | 1974-1992 | 1951-1971 | 1971-1992 | 1951-1969 | 1970-1980 | |
ABD | 4,4 | 1,9 | 3,9 | 2,9 | 4,6 | 6,8 | 2,2 | 8,2 |
Japonya | 15,2 | 4,9 | 2,9 | 10,5 | 1,5 | 2,5 | 4,3 | 9,3 |
Fransa | 6,2 | 1,5 | 5,2 | 2,4 | 9,7 | 7,7 | 5,0 | 10,1 |
Almanya | 7,6 | 1,8 | 7,2 | 2,2 | 2,5 | 4,9 | 1,7 | 5,1 |
İngiltere | 3,1 | -0,2 | 2,9 | 1,4 | 2,6 | 8,2 | 3,9 | 14,2 |
(Bkz. Çeşitli OECD yıllıkları)
[2] Cosmopolitik, Sayı 2
[3] M. Chossudovsky, Yoksulluğun Küreselleşmesi, Çivi Yay., s.232
[4] Bu yıllarda Arjantin’in toplam nüfusu 35 milyon civarındaydı.
link: Tuncay Alp, Ekonomik Kriz ve Latin Amerika’daki Devrimci Yükseliş, 15 Kasım 2002, https://marksist.net/node/217
Bir Seçimin Ardından
Emperyalist Savaşa Karşı Sınıf Mücadelesini Yükselt!