Latif Badur’u, 2004 yılında cezaevinde birlikte kaldığım arkadaşım Yasin’le mektuplaşmalarından tanıdım. Hücre arkadaşım Yasin, Batmanlı bir Kürttü. PKK’ye “yardım ve yataklık” ettiği iddiasıyla, devlet 3 yıl 9 ay ceza vermişti. Devlet, Yasin’e Kürt olduğu için ceza verip hapse atmakla kalmamış, infazını yakmış, bununla da yetinmemiş iki kere daha “yardım ve yataklık”tan toplam 11 yıl 3 ay ceza vermişti. Bir de üstüne Batman’dan Diyarbakır’a, Mardin’den Bolu’ya, bir cezaevinden ötekine sürgün etmişti. Yasin Türkçeyi çatpat biliyordu, bu yüzden de Kürtçe konuşuyordu. Ben ise Yasin’in Kürtçe söylediklerinin neredeyse tamamını anlıyordum. Kürtçeyi anlamama karşın az konuşabiliyordum. Biz ikimiz birbirimizi öyle iyi tanıyorduk ki, o benim eksik Kürtçemi tamamlıyordu ben de onun mektuplarını yazıyordum. Yasin Kürtçe yazmayı ve okumayı cezaevinde öğrenmişti. Kürtçe mektup göndermek yasaktı. Bu yüzden onun mektuplarını, dilekçelerini Türkçe olarak ben yazıyordum. Gelen mektuplarını da ona ben okuyordum. Eşinden ve çocuklarından gelen mektupları kâğıdın boş tarafına çizilmiş çocuk elinden, cezaevlerinden gelen mektupları ise iki kere “görülmüştür” mühründen tanırdım.
Gelen mektuplar Salı günü akşama doğru veriliyordu. Salı günü oldu mu, Yasin’in gözü kulağı mazgal deliğinde olurdu. Ailesinden gelen mektupları, çocuklarını sever gibi okşar severdi. Cezaevlerinden gelen mektupları ise ayrı severdi. Hemen yanıma gelir ve mektubu okumam için uzatırdı. Mektubun karalanmış yerlerinde duraksadığımda yumruklarını ve dişlerini sıkarak “alçaklar” derdi. Mektubu okuyup bitirdiğimde her zaman yaptığı gibi “bir daha oku” diyen gözlerle bakardı. Ben de bir daha, bir daha okurdum. Sonra yenisi gelene kadar o mektubu yastık kılıfının içinde saklar, arada bir çıkarır okuyamasa da bakardı.
Yasin’e Diyarbakır Cezaevinden bir mektup gelmişti. Mektubu gönderenin ismi Latif Badur’du. Latif mektubuna şöyle başlamıştı: “Merhaba Yasin Çawayi?” Daha doğrusu Çawayi kelimesinin üzeri karalanmıştı. Ama alışık olduğumuz için karalanan yerlerde ne yazılı olduğunu anlıyorduk. Hele “W, Q, X” harfleri, “Kürt”, “Kürdistan” gibi kelimeler ve Kürtçe isimlerin üzeri öyle karalanırdı ki, kâğıdın arka tarafı simsiyah olurdu. Bir gün gelen mektubu okuyup bitirince Yasin oturduğu yerden hızla kalktı. Mektup kâğıdı ve kalem getirip bana verdi. Adına “çarşı” dediğimiz on adım uzunluğu, sekiz adım eni olan “havalandırmada” bir yandan çaylarımızı yudumlarken mektubu yazmaya başlamıştık. Yasin, mektuba “Merhaba, Latif tu çawayi?” diye başlamamı istedi. Kendi durumunu anlattıktan sonra, o nasıl bu nasıl, annen geliyor mu, diye sorular sordu. Mektubun sonunda “benim bir buçuk senem kaldı” dedi. Ben de yazdım. Sonra “benim bir buçuk senem kaldı ama Latif’in daha 32 senesi var. Hem de hasta. 1,5 seneyi yazmayalım” dedi. İyi hatırlıyorum. Mektubu başka bir kâğıda geçirmiş, Yasin’in kalan 1,5 senesini yazmamıştım. Onun yerine Nâzım Hikmet’in, onu susturmaya çalışanların suratına haykırdığı, “O duvar, o duvarınız, vız gelir bize vız!” şiirini yazmıştım. Üzerini karalasalar da okunsun diye bütün gücümle kalemi bastırarak yazmıştım.
Sayılı günler sayınca yerinde saymış, saymayınca birbirini kovalamış, ömrümüzün geriye kalan kısmından 1,5 sene gitmişti. Yasin’i yıllardır düzmece iddialarla tutsak eden devlet, bürokrasiden de ödün vermemişti. Tahliye günü geldiğinde sabahı beklemeden tam gece yarısı dışarı çıkardılar onu. Ömrünün o uzun yıllarını yiyen devlet, dağ başındaki cezaevinden tahliye ederken nedense “adil” ve “sabırsız” davranmış, tek bir saatini bile yemek istememişti. Bir anda ismi okunup beş dakika içinde alıp götürüldüğü için doğru dürüst vedalaşamamıştık. Yasin beni bırakıp “dışarı” giderken utangaç gözlerle uzaklaşmış, “hakkını helâl et” demişti.
Yasin tahliye olduktan sonra da ona cezaevlerinden mektuplar gelmeye devam etmişti. Ben gelen mektuplara Yasin’in ağzından cevap yazıyordum. Ben tahliye olana kadar bu mektuplaşmalar devam etti. Yasin, mektuplaştığımız arkadaşlara kendisinin tahliye olduğunu belli etmememi istemişti. Kendisi arkadaşlarının görüşüne gidecekti. Ben de uzun süre öyle davrandım. Aradan aylar geçmişti. Latif’ten gelen mektup, Yasin’in arkadaşlarının görüşüne gittiğini fakat birinci dereceden akraba olmadıkları için görüşemediklerini anlatıyordu. Latif’e yazdığım bir mektupta, Yasin’in “ilk işim mutlaka cezaevlerindeki arkadaşların görüşüne gideceğim. Latif hastadır. Onun iyileşmesi için mutlaka tahliye edilmesi gerekiyor…” dediğini yazmıştım. Latif cevabında “doğru hastayım ama durumu benden daha ağır olan tutsaklar var. Onları bile tedavi için tahliye etmiyorlar” diye yazıyordu.
Bir gün Yasin’in mektubu geldi. Elime geçen son mektubu olduğunu bilmeden okudum. İstanbul’da, klima üreten bir metal fabrikasında çalıştığını ve bir iş bulup çalıştığı için çok mutlu olduğunu yazmıştı. Ayrıca artık bir cep telefonu olduğunu söylüyor, tahliye olduğumda mutlaka aramamı istiyordu.
Buruk sevinç sırası bana gelmişti. Cezaevindeki sayılı günlerim azalmıştı. Bu nedenle mektuplaştığım arkadaşlara “veda” mektuplarımı yazıyordum. O kadar mektuplaşmıştık ama birbirimizin yüzünü görmemiştik. Yani bir gün sokakta karşılaşsak birbirimizi tanıyamazdık. Çünkü mektuplarımız gelip gidiyordu; karalanıp, kesilip ıslatılsa da elimize geçiyordu. Fakat fotoğraflarımız ne gitmiş ne de gelmişti. Tahliye olduktan sonra Yasin’i ve daha önce birlikte kaldığım arkadaşların verdikleri telefonları aramaya başlamıştım. Yasin’in numarasını aradım. Telefonu eşi açtı. Sesinden üzgün olduğu belli oluyordu. Kendimi tanıtıp hal hatır sordum. Çocukları sordum. Sonra Yasin’i sordum. Telefondaki kadının sesi titredi. “Yasin artık yok, işyerinde makinenin arasında kalmış, ezilmiş. Makine onu öyle ezmiş ki yüzü dümdüz olmuş. Cenazesini Batman’a götürdük. Yasin ‘cezaevinde ölürsem beni Batman’a götürün’ demişti. Cezaevinde çok çile çektirdiler, oradan oraya sürdüler, ben de çocuklarımı alıp peşinden gittim. 11 sene sonra dışarı çıktı. Çocuklar babalarının, ben kocamın evde olduğuna, bir iş bulup çalıştığına, eve para getireceğine çok mutlu olmuştuk. Kendisi de çok mutluydu. Ama bizim yıllar sonra bulduğumuz mutluluk 25 gün sürdü. Yasin’i devlet yıllarca süründürdü, patronu da onu öldürdü” dedi.
Yasin cezaevinin kapısından dışarı yürürken “iyi yolculuklar, bir gün dışarıda görüşeceğiz, mücadelemize devam edeceğiz” demiştim. Bize doğru dönerek iki elini ağzına siper etmiş, “dûre hev bibînin” demişti. “Sonra görüşürüz” demekti bu. 11 yıl 3 ay hapis yatmasına rağmen arkasında birilerini bırakıp gittiği için buruk, son kez baktıktan sonra, karanlıkta gittikçe gözden yitmişti.
Yasin sayesinde duvarların ardında dostluk kurduğumuz Latif’le sonraları görüşemedim. O cezaevinden bu cezaevine sürüldüğünden mi, çok hasta olduğundan mı bilinmez, mektuplarımı karşılıksız bırakıyordu. İki hafta önce bir gazete haberine rastladım. Latif bir hastanenin tutuklu koğuşunda ölmüştü. Ayağında zincir ile yummuştu gözlerini ölüme.
Bir dostumu soysuz patronlar, diğerini tedavisini engelleyen devlet çekip aldı saflarımızdan. Dostlarım başka bir dünyanın özlemiyle yaşarken, o dünya için mücadele ederken katledildiler. Onlara yüreğimde son bir mektup yazdım, yine Nâzım’ın dizeleriyle bitirdim. Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak, ölülerimizin başlarına basarak yükseliyoruz güneşe doğru…
link: Pendik’ten bir MT okuru, Devlet Süründürdü, Patron Öldürdü!, 29 Kasım 2011, https://marksist.net/node/2824
Doğal Olmayan Ölümlerin Sorumlusu Kim?
Dersim Özrü ve Onuru Kurtarma Meselesi!