

Rejimin 19 Martta başlattığı yeni saldırı dalgası ummadığı büyük bir toplumsal tepkiye yol açmış bulunuyor. Geniş emekçi kitlelerde nicedir birikmekte olan hoşnutsuzluk ve öfke bu son saldırı dalgasıyla bir ölçüde dışa vurmuş durumda. 19 Marttan itibaren ülkenin geniş bir bölümünü saran kitlesel bir hareket başladı. İmamoğlu ve içlerinde Şişli ve Beylikdüzü Belediye Başkanlarının da bulunduğu 50 kişinin tutuklanması, hareketi daha da büyütmüş görünüyor. Bunun ne ölçüde süreceğinden ve ne gibi sonuçlar getireceğinden bağımsız olarak, sadece birkaç gün içinde yaşananlar bile, çok uzun süredir vurguladığımız halk bağrında biriken hoşnutsuzluk ve öfkenin bir sınır noktasına geldiğini açıkça göstermektedir. Keza en küçük bir liderlik işareti gösterildiğinde kitlelerin sokağa dökülebilecek noktaya geldiğini de.
Kitle tepkisi İmamoğlu’na destek olmanın ötesinde bir tepkidir. İmamoğlu hadisesi sadece uzun süredir onlarca yeraltı ırmağından (Türkiye tarihinde görülmemiş bir yoksullaşma süreci, baskı ve yasakların alabildiğine artması, arşa çıkan yolsuzluklar, derinleşen eşitsizlik ve adaletsizlik, sağlık ve eğitimin iflası, gençlerin geleceklerinin tümüyle kararması, her türlü liyakat ölçüsünün berhava edilmesi, hemen her alanda sınır tanımayan keyfilik ve zorbalık) birikerek gelen suların yüzeye çıkması için bir artezyen işlevi görmüştür.
Bir başka anlatımla, İmamoğlu meselesi, rejimin sınır tanımaz keyfiliğinin, baskılarının ve pervasızlığının bir uç noktası olarak bardağı taşıran son damla olmuştur. Rejim kendi kurduğu siyaset düzeneğinin bir parçası olarak, sandığı mostralık kabilinden muhafaza ediyor ve bunun işleyebilmesi için çeşitli mekanizmalarla CHP’yi de genel çerçevede kontrol altında tutuyordu. CHP’nin devletçi köken ve gelenekleri de bu konuda rejime yardımcı oluyordu. Erdoğan yeterince güçlü rakipler olmadıkça seçim düzeneğini etkili bir meşruiyet ve rıza üretme aracı olarak istismar ediyordu. Ancak, derinleşen geçim sorunu emekçilerin hoşnutsuzluk ve öfkesini arttırırken, mevcut hile yöntemleriyle bile Erdoğan’ın sandıkta alt edemeyeceği güçlü bir rakip adayın çıkması bu düzeneği zora sokmuştu. Buna Ortadoğu’daki gelişmelerin Kürt sorunu dolayımıyla rejim üzerinde oluşturduğu basınç da eklenmişti. Dolayısıyla bu iç ve dış koşullar nedeniyle artık rejimin CHP muhalefetine bile katlanması olanaksız görünüyordu. Bunun için belediyelerden adım adım başlayan CHP’yi ezip etkisizleştirme planı yapılmıştı. Bunu hayata geçirmenin koşulları bekleniyordu. Uluslararası gelişmeler nedeniyle uygun bir konjonktür yakalandığı, gerek ABD’den gerek AB’den büyük bir tepki gelmeyeceği düşüncesiyle harekete geçildi. Ve böylelikle İBB’ye ve İmamoğlu’na operasyon başlatıldı, hatta CHP’nin doğrudan kendisine kayyum atama hamlesine girişildi.
Bu durum CHP yönetimini bir karar anına getirdi. İmamoğlu’nun gözaltına alınmasından sadece iki gün sonra İstanbul Barosuna kayyum atanması ve CHP’nin merkezine kayyum atama saldırısının olacağının öğrenilmesi, sokak yoluyla direniş kararını kaçınılmaz kıldı. Şimdiye kadarki usullerle gidilmesinin hiçbir sonuç getirmeyeceği apaçık ortadayken, ya teslim olunacak ya da sokakta direniş yolu denenecekti. Tabanın ve özellikle de üniversite gençliğinin harekete geçmesinin yarattığı basınçla CHP yönetimi kontrollü bir direniş yolunu tercih etmiş görünüyor. Bu kararı takip eden kitle eylemleri süreci, CHP açısından bakıldığında, her krizde rejimle bir orta yol bulma politikasının, “bizi sokağa çekmek istiyorlar, çıkarsak ezecekler”, “bu AKP’nin bir oyunudur, provokasyondur” türünden söylemlerin ne büyük bir yanlış olduğunun itirafı ve tescilidir.
CHP için hayat memat meselesi haline gelen bu direniş kararı, toplumda rejime karşı biriken öfkenin sokağa taşması için bir kanal oluşturmuştur. Tüm baskılara, yasaklamalara, tehditlere, polis terörüne, gözaltılara, medyadaki karartma ve sosyal medyadaki kısıtlama ablukasına rağmen çok sayıda ilde milyonların sokaklara akması önemlidir. Adeta tabu durumuna gelmiş sokak korkusu duvarında büyük bir gedik açılmıştır. Kitleler gerçek bir değişimin ancak kendilerinin bilfiil eyleme geçmeleriyle olabileceğine dair bir deneyimden geçiyorlar. Her zaman vurguladık, kitlelerin hoşnutsuzluğu eylemli bir tepkiye dönüşmüyor, sokağa akmıyorsa, bunun nedeni bu doğrultuda yönlendirici ve seferber edici bir önderliğin olmayışıdır. Bu gerçeklik bugün unutulmamacasına hafızalara kazınmalıdır. CHP’nin çağrısı ve başlangıçta ürkek olan (ve sonra tabanın bastırmasıyla daha cesur hale gelen) önderliği bile sokağın önünün açılması için yeterli olmuştur. Emekçi kitlelerin siyasi tepkilerini sandık dışına çıkarak sokakta göstermesi, toplumsal muhalefetin gelişmesi açısından önemlidir. Fakat zihniyeti, izlediği yöntemler ve temsil ettiği gelenek düşünüldüğünde önderliğin CHP’de olması, kitle hareketinin ilerleyişi açısından önemli bir sorundur.
Öte yandan halk, eğer bu saldırı püskürtülemezse artık siyasi tepkisini gösterebileceği tek kanal olarak gördüğü ve bu yüzden çok önem verdiği sandığın da bir daha önüne gelmeyeceğine, gelse bile bunun bir oyundan ibaret olacağına iyice kani olmuştur. Eylemlerde yükseltilen sloganlar, İmamoğlu’na yapılan haksızlığa ve hukuksuzluğa duyulan tepkilerin ötesine geçerek rejimi hedef almaktadır. Geniş kitleye mal olan, “kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz”, “hükümet istifa” ve “faşizme karşı omuz omuza” sloganlarının merkezi bir yer işgal etmesi de önemlidir.
Geleceği elinden çalınan gençliğin tepkisinin bu dinamiğin önemli bir parçasını oluşturduğu da açıktır. Bu birçok açıdan önemli ve olumludur. Apolitik görünen gençliğin bağrında da çelişkilerin büyüdüğü ortadadır. Geleceksizleştirilmiş gençlik, içine itildiği çaresizlik ve öfkeyle sokağa fırlamış ve eylemlerdeki dinamizmin ana damarı rolünü oynamıştır. Hayatlarında ilk kez sokağa çıkmış olan yeni kuşaklar açısından, bu yaşadıkları çok önemli bir deneyimdir. Gençlerin büyük bölümü CHP’ye de kızgın olmakla beraber, genel örgütsüzlük koşulları nedeniyle ideolojik olarak CHP’nin dar sınırları içinde hareket etmekten kaçınamamaktadırlar. Ancak gençliğin temel sol güdülerle siyasileşme düzlemine adım atması, bu dinamiğin sosyalist rotaya yöneltilmesi, bu rotada geliştirilmesi ve ilerletilmesine uygun bir zemin yaratması bakımından önem taşımaktadır.
Rejimin yaptığı bu hamle karşısında böylesine büyük bir tepki beklemediği söylenebilir. Yukarıda da söylediğimiz gibi, Trump’ın iktidara gelmesi ve bunun sonuçlarından birisi olarak Avrupa’yla son dönemde bir yakınlaşma havasının doğması, içeride de şimdiye kadar yaptığı benzer saldırılarda dişe dokunur bir tepki gösterilmemesi nedeniyle, rejimin gene dişe dokunur bir şey olmaz ya da olursa ezerim diye düşündüğü görülüyor. Nitekim çok benzer bir durum 2022 Aralık ayında İmamoğlu’na dönük “ahmak davası” ve derdest girişimi sırasında yaşanmıştı. O günlerde de bu saldırıya karşı Saraçhane mitingleri yapılmış ve kitleler oraya akmıştı. Bunun da etkisiyle muhalefet o saldırıyı atlatabilmişti. Ancak o zamanki hoşnutsuzluk ve öfke düzeyiyle şimdiki arasında büyük fark olduğu açıkça ortadadır. O zaman bir deneme yapıp sonra vazgeçen iktidar, şimdi eli daha da yükselterek gemi azıya almış ve çok daha kapsamlı bir saldırı başlatmıştır. Şimdiki kitlesellik, dinamizm ve yaygınlık çok daha yüksek düzeydedir. Aradan geçen kısa dönemde emekçi kitleler, geçim koşulları başta olmak üzere, dört bir koldan o kadar yoğun bir saldırıya maruz kaldılar ki, yukarıda sözünü ettiğimiz etmenler hızla birikip birleşerek bugünkü farkı doğurdu.
Rejimin başlattığı son saldırı dalgasında hesap ettiği bir unsurun da Kürt hareketiyle yürüttüğü yeni “süreç” olduğunu görmek gerek. Erdoğan’ın bu süreç sayesinde Kürt hareketinin elini kolunu bağlayarak onu CHP’den ayırıp nötralize etmek istediği açıktır. Ancak rejimin Kürt sorunu cephesinde tüm söyleme rağmen hâlâ somut ve gözle görülür bir adım atmaması, aksine şüpheleri büyütücü tutumlarının artması gibi sebeplerle bunu tam anlamıyla sağlayamamıştır. Sürecin belirsiz dalgalanmaları içinde, ilk elden vaat edilen hiçbir adım atılmamış, Öcalan’la beklenen ve vaat edilen yeni bir görüşme gerçekleşmemiş, buna bağlı olarak Öcalan’dan Newroz mesajı gelmemiş, tüm bunların sonucunda çeşitli Kandil sözcülerinin son açıklamalarının da gösterdiği gibi, güvensizlik ve kaygılar artmıştır. Dahası İmamoğlu’nu ve CHP’yi hedef alan saldırıdaki araçlardan birisi Kürt hareketiyle CHP arasındaki “kent uzlaşısı” olmuştur. Sonuç olarak Özgür Özel ilk kez Diyarbakır büyük Newrozuna mesaj göndererek Kürt halkına seslenirken, DEM yönetimi de İmamoğlu’na ve İBB’ye yönelik saldırıya tepki göstermiş, direnişe kitlesel güç anlamında olmasa bile siyasal bir destek vermiş ve iktidarın istediği şekilde konumlanmamıştır. Bu nedenle Saray medyasında, inanılmaz bir ikiyüzlülükle “CHP-DEM işbirliği” yaygaraları koparılmıştır.
Hızla gelişen dinamik bir süreç yaşanıyor. Artan polis şiddeti ve geniş gözaltı dalgasına rağmen kitle hareketinin devam etmesi, CHP yönetiminin direnişi “faşizme karşı meydan okuma eylemi” olarak nitelendirme noktasına gelerek kitle hareketini sürdürme eğilimi, öğrencilerin hareketinin okul boykotları düzeyine sıçraması, her ne kadar şimdilik “tüketim boykotu” düzeyiyle sınırlı kalsa da rejim yandaşı sermaye gruplarının hedef alınması… Tüm bunlar, CHP yönetiminin ve Özgür Özel’in tutumunu belirleyen saikler her ne olursa olsun (aşağıdan kitle basıncı, CHP’nin ezilip yok edilmesi riski, egemen sınıf saflarından gelen muhtemel iç/dış destekler…), yaşanan süreç içinde kritik bir noktaya gelindiğine işaret ediyor. Faşizme karşı mücadele açısından bakıldığında şu ana kadar yaşananlar ana hatlarıyla olumlu bir başlangıçtır. Bu noktada işçi sınıfının örgütlü güçlerinin, sendikaların sınıfın üretimden gelen gücünü kullanma temelinde mücadeleyi yükseltmeleri belirleyici olacaktır.

link: Marksist Tutum, Rejimin 19 Mart Saldırısı ve Yükselen Toplumsal Tepki, 25 Mart 2025, https://marksist.net/node/8480
Bir Mahpusa Gönderemediğim Mektubum