AKP iktidarı emeklileri yoksullaştırıp erkenden ölüme mahkûm eden bilinçli bir politika izlerken, aynı zamanda toplumun sırtında bir yük olarak algılatmaya çalıştı sürekli olarak. Oysa emeklilik tarihsel mücadelelerle kazanılmış, bedeli çalışanlar tarafından çalışırken ödenmiş bir haktır ve işçi sınıfının koruması gereken hayat güvencesidir.
Siyasi iktidar batırdığı ekonomiyi tekrar rayına oturtabilmek için “emekçilerin ümüğünü nasıl daha fazla sıkarım”ın hesabını yapıyor. Bu hesaplar sonucunda karşımıza çıkarılan saldırı programlarında ise emekçilerin üzerindeki vergi yükü arttırılıyor, enflasyonu azdırıyor yalanıyla ücretler baskılanıyor, “kamuda tasarruf” adı altında kamusal hizmet alanları daraltılıyor, sosyal güvenlik hizmetleri kısılıyor, emekli maaşları düşürülüyor, emeklilik haklarının kapsamı daraltılıyor.
Nitekim iktidar şu anda emeklilik sistemini kapsamlı olarak değiştirecek bir yasa üzerinde çalışıyor. Yine koca koca yalanlar ve çarpıtmalarla emeklilik sisteminin artık sürdürülebilir olmadığını, insan ömrünün uzaması nedeniyle ilerleyen yıllarda emekli sayısının artacağını, gelecek nesiller için emeklilik sisteminde “reforma” ihtiyaç olduğunu, Avrupa ülkelerinde emeklilik yaşının Türkiye’ye göre çok daha yüksek olduğunu, 4 çalışana 1 emekli düştüğünü söyleyerek yıllar önce başladığı kamusal emekliliğin tasfiyesi operasyonunda biraz daha ilerlemek istiyor. Planlarından anlaşılan şudur ki, işçi sınıfının mücadeleyle kazandığı emeklilik hakkını iyice tırpanlamakta kararlılar.
Bugüne bakmadan önce bugünlere nasıl gelindiğini hatırlamakta fayda var. Çünkü bugün emekli aylıklarının ortalamasının dahi asgari ücrete ulaşmamasının, milyonlarca emeklinin açlık sınırının çok altında, o da sözde Hazine katkısıyla 12 bin 500 lirayla “geçinmek” zorunda olmasının, EYT’li denilen geniş bir işçi kesiminin oluşmasının, gençlerin emekliliği hayal bile edememesinin onyıllara uzanan bir geçmişi var. Üstelik bu süreç Türkiye’ye özgü olmadığı gibi AKP ile de başlamadı. AKP’nin yaptığı, 12 Eylül askeri faşist darbesiyle örgütleri dağıtılan, hafızası silinen ve bireysel kurtuluş hayalleri pompalanan topluma, kendinden önce başlamış olan saldırıları daha da ağırlaştırarak dayatmak oldu. Ayrıca, AKP önüne çıkan fırsatları “yerli ve milli” ve uluslararası sermaye adına ve elbette kendi çevresinin çıkarları doğrultusunda iyi değerlendirdi.
Emeklilik hakkına ilk darbe, 1999’da on binlerce insanın can verdiği Kocaeli depreminden hemen sonra insanlar depremin yaralarını sarmaya çalışırken Meclisten geçirilen emeklilik yasası ile vuruldu. İktidarda, sosyal demokrat “halkçı” Ecevit’in ANAP’la ve faşist Devlet Bahçeli’nin MHP’siyle oluşturduğu koalisyon hükümeti vardı. Yapılan değişiklikle emeklilik yaşı kadınlarda 58’e, erkeklerde 60’a çıkarıldı. Pirim gün sayısı arttırıldı. Geçmişe dönük işletilen bu yasayla milyonlarca insanın emeklilik hakkı gasp edildi.
AKP 2002’de iktidara geldikten sonra da hak saldırısı devam etti. 2006 yılında “sosyal güvenlik reformu” denilerek yapılan ve 2008’de yürürlüğe giren 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunuyla (SSGSS) hem prim hem de yaş şartı yükseltildi.[*] Emeklilik yaşı kadın ve erkekler için kademeli olarak yükseltilerek 2048’den itibaren her ikisi de 65’e çıkarıldı. Emekli maaşlarında güncelleme kat sayısı hesaplanırken yüzde 100’ü alınan enflasyon büyüme oranının yüzde 30’u alınmaya başlandı. Aylık bağlama oranları 9000 gün prim ödeyenler için yüzde 50’ye, 7200 gün ödeyenler için yüzde 40’a, 5000 gün ödeyenler için ise yüzde 28’e kadar düşürüldü. Emekli aylığı alt sınırı asgari ücretin yüzde 35-40’ına kadar düşürüldü. Tüm bunların sonucu ise yıllar içinde kuşa dönen emekli aylıkları oldu. Natixis Küresel Emeklilik Endeksine göre Türkiye emeklilerin yaşam kalitesi açısından Hindistan’dan sonra sondan ikinci; gelir bakımından ise dünya sonuncusu. Hazine desteği eklendiğinde en düşük emekli aylığı olan 12 bin 500 lira, Türk-İş’in Ağustos ayında açıkladığı açlık sınırı olan 19 bin 271 liranın 6 bin 771 lira altında.
12. Kalkınma Planında “Daha fazla istihdamda kalması ve doğuştan beklenen yaşam süresine göre emeklilik kriterlerinin yeniden belirlenmesi” denilerek sinyali verilen ve siyasi iktidarın bugün yapmakta kararlı olduğu emeklilik sistemindeki “köklü” değişikliğin ilk hedefi istihdamda kalınan süreyi yani emeklilik yaşını uzatmak. Buna göre emeklilik yaşı kadınlarda 60, erkeklerde 65 olarak sabitlenecek. Yani iktidar 2006 tarihli yasaya göre kadınlar için 2038’de, erkekler için 2044’de uygulanmaya başlanacak yaş sınırlarını şimdiden uygulamaya sokmak istiyor. İktidar emeklilik yaşını yükseltirken gerekçe olarak ortalama yaşam süresinin uzadığını, Avrupa’da emeklilik yaşının 70 olduğunu söylüyor. Ortalama yaşam süresinin uzadığını varsaysak ve Türkiye’de 50 hatta 45 yaşından sonra iş bulmanın neredeyse imkânsızlığını da bir yana koysak bile, verimli yıllarını uzun saatler boyunca, kötü çalışma koşullarında, stres altında, geçim sıkıntısı derdiyle geçiren bir işçi 65 yaşında emekli olduktan sonra kalan kısa ömrünü ne kadar sağlıklı geçirebilir? Etrafımıza baktığımızda kimyasala, toza, ağır metale bağlı pek çok hastalığı bir kenara bıraksak, bel, boyun fıtığı olmayan, strese bağlı kas ağrısı yaşamayan tek bir işçi göremiyoruz. Buna rağmen kapitalistler “ortalama ömür uzadı” diyerek, emeklilik yaşı yükselsin ve işçilerin beş yıl daha fazla ömrü varsa bunu da çalışarak geçirsin istiyorlar. Peki, neden ömrünün çok uzun bir dönemini zaten çalışarak geçirmiş bir işçi biraz daha uzun bir emekliliği iş stresi, geçim derdi olmadan yaşamasın?
Siyasi iktidar emeklilik sisteminde yapacağı saldırıya gerekçe üretirken, Türkiye’de aktif sigortalı başına düşen emekli sayısının çok yüksek olduğunu, Avrupa ortalamasında 3-4 çalışana 1 emekli düştüğünü, Türkiye de bu sayının 2 çalışana 1 emekli olduğunu söylüyor. 2022 yılı verilerine göre Türkiye yaşlı bağımlılık oranı bakımından OECD ve AB ülkeleri içerisinde yüzde 14,2 ile en son sırada yer alıyor. Yani iktidarın sözcülerinin iddia ettiğinin aksine Türkiye’de OECD ve AB ülkelerine kıyasla yaşlı bağımlı nüfus oranı düşüktür. DİSK-AR’ın hazırladığı “Avrupa’da ve Türkiye’de emeklilerin durumu: emekli aylıkları, emekli sayıları ve emeklilere ayrılan kaynaklar” başlıklı rapor da gerçeklerin hiç de iktidar sözcülerinin iddia ettiği gibi olmadığını ortaya koyuyor. DİSK-AR’ın raporuna göre 2021 itibarıyla Avrupa ülkelerinde aktif çalışanların emeklilere oranı ortalama 1,6’dır. Türkiye’de ise bu oran 1,9’dur. Burjuvazi için bu oranlar Avrupa için de Türkiye için de kabul edilebilir bulunmamakta, emekli sayısının hızla arttığı söylenerek 4 çalışana 1 emekli oranı tutturulamadıkça emeklilik sisteminin sürdürülebilir olmadığı iddia edilmektedir. Oysa bu durum onyıllar boyunca çalışıp prim ödeyen işçinin sorunu değildir! Hem çalışan nüfusun hem de emeklilik ve sağlık sigortası için düzenli prim ödeyen işçilerin sayısının arttığı bir tarihsel süreçte emekli sayısı da doğal olarak artmıştır. Ama öte yandan kapitalizm işsizliği de sürekli arttırmaktadır. Yani “aktüeryal denge” diye bas bas bağıran burjuvazi kendisinin altüst ettiği dengelerin yükünü çalışanıyla emeklisiyle işçinin üzerine yıkmaya çalışmaktadır.
Türkiye’de emeklilik sistemini bir kez daha değiştirmeye soyunan rejim, en düşük emekli aylığını 12 bin 500 liraya çekmek için yapılan Hazine katkısını da kaldırmak istiyor. Üstelik Avrupa ülkelerinde emekli maaşlarının GSYH’ye oranı yüzde 9,5 iken, bu oran Türkiye’de gitgide düşerek 4,1’e indirilmiştir. DİSK-AR’ın raporuna göre 2008-2024 arasında SGK’ya yapılan bütçe transferlerinin oranı 5,2 puan azaldı. Yıllar içinde emekli maaşlarının düşürülmesi, emeklilerin haklarının kısılması sonucu SGK’nın prim gelirlerinin emekli aylıklarını ve sağlık ödemelerini karşılama oranı 2002’de yüzde 61 iken 2023’te yüzde 76,4’e yükseldi. Fakat muktedirler kaynaklar yetmiyor vaveylasıyla SGK’nın açık verdiğini söyleyip bunu saldırılarının bahanesi yapmaktan geri durmamaktadırlar. Oysa SGK’nın verdiği açığın temel nedenleri, tıpkı kendinden öncekiler gibi AKP iktidarının da SGK’yı soymayı bütçe açığını kapama araçlarından biri olarak kullanması, sağlık sistemiyle bu soygunu arttırması ve kapitalistleri prim borçlarını ödemeye zorlamamasıdır.
Yapılmak istenilen başka bir değişiklik ise emekli maaşlarının pirim gün sayısına göre belirlenecek olmasıdır. Bu emeklilerin çıkarılmasını talep ettiği intibak yasasını akla getiriyor ama iktidarın yapacağı değişikliğin emeklilerin beklentilerini karşılamayacağını bugüne kadar yaptıklarından çıkarmak zor değil. 2008’de yürürlüğe giren yasayla, aynı şartlarda emekli olanlar arasında maaş farkları yaratılmıştı. Bu nedenle prim miktarı ve prim gün sayısı aynı olmasına rağmen, farklı tarihlerde emekli olan emekliler farklı maaşlar alıyor. Bu da mesela 9000 gün prim ödeyen emeklilerde “ben neden 3600 gün prim ödeyenle neredeyse aynı parayı alıyorum” tepkisine neden oluyor. Bir taraftan elbette daha fazla prim ödeyen, daha uzun süre çalışan emekli daha fazla maaş istemekte haklıdır. Fakat “3600 gün ödeyen neden benimle aynı maaşı alıyor” tepkisi doğru bir tepki değildir. Topyekûn emeklilik sistemindeki adaletsizliğe tepki göstermek gerekir. Çünkü aslında iktidarın yıllar içinde çıkardığı yasalarla yaptığı şey, prim gün sayısına bakmaksızın bütün emekli maaşlarını aşağı çekmek oldu. Şimdi ise iktidar bu bakış açısına sahip ve sayısı hiç de az olmayan emeklilerin serzenişini kullanıp tüm emekli maaşlarını daha da dibe çekecek. Emekçiler ise biraz olsun yüksek maaş (ki bu da gerçek anlamda geçinmeye yetecek bir maaş demek değil) alabilmek için posası çıkmış halde çalışmaya devam edecek. Bunun somut örneğini son zamanlarda özellikle kamu emekçilerinde görüyoruz. Emeklilik hakkını kazanan kamu emekçileri alacakları emekli maaşlarıyla geçinemeyecekleri için ne durumda olurlarsa olsunlar çalışmaya devam ediyorlar. Diğer işçiler de yaşı biraz ilerlemiş bir kamu emekçisini iş başında görünce “bu yaşa gelmiş çalışıyor, emekli olmuyor ki gençlere iş alanı açsın” diyerek onu eleştiriyor. Ama bu emekçiye “emekli maaşınla geçinebilir misin?” diye sormuyor.
İktidar hep yaptığı gibi emekçilerin bir haksızlığa tepkisini manipüle ederek işçi sınıfına kazığı atıyor. Bir müddet sonra kazığın acısı hissedilmeye başladığında ise iş işten geçmiş oluyor. Emekçilerin örgütsüz olduğunda meseleye nasıl da kendi cehennem kuyusunu kazacak şekilde burjuva ideolojisinden baktığının somut bir örneğidir bu.
Planlanan değişikliğe göre emekli maaşı düşük olan emeklinin başka geliri yoksa yol, kira, gıda vb. yardımlar yapılacakmış. Muktedirler emekliliğe bir hak olarak bakmadıklarını ancak bu kadar iyi anlatabilirlerdi. Bu yolla emeklileri soktukları yardıma muhtaç vatandaş pozisyonu kurumsallaşıyor. Son zamanlarda emeklilerin içine itildiği yoksulluğa tepkiler artınca benzer uygulamalar yapılmaya başlandı. Mesela emeklilere yazın boş olduğu zamanlarda öğrenci yurtları ve kamu misafirhanelerinde kalabilme, şehirlerarası ulaşımda yüzde 10 indirim gibi sinir uçlarına dokunan “haklar” tanındı. Bunlar emeklilik döneminde kimseye muhtaç olmadan yaşamanın bir hak olarak görülmediğini, emekliyi sadakaya muhtaç konuma itmenin kanıksanmasının istendiğini gösteren uygulamalardır. Elbette yıllarını üreterek geçirmiş bir işçi yaş alıp emekli olduğunda bunlardan kat be kat fazlasını hak eder. Fakat bu yoksulluk ve yoksunluk çektiği için değil toplumsal üretimden o payı hak ettiği bilinciyle yapılmalıdır. Zaten yeni sistemde bu “yardımları” her emekliye yapmayı da düşünmüyorlar. En düşük emekli aylığına mahkûm edilen emeklinin başka geliri olup olmadığı tespit edildikten sonra ona “yardım” yapılacak. Eşitsizliğin bu kadar arttığı bir dönemde ne yazık ki bu bile ehvenişer olarak görülebiliyor.
Saldırı sadece emeklilik hakkıyla sınırlı değil. Bir paket halinde yapılıyor. Emeklilik sistemini değiştirirken saldırıyı tamamlayan başka değişiklikler de ısrarla yapılmak isteniyor. Kendinden önceki iktidarların niyetlendiği ama kapsamlı bir şekilde hayata geçirmenin AKP’ye kısmet olduğu bir diğer saldırı olan esnek ve kuralsız çalışma biçimleri daha da yaygınlaştırılmak isteniyor. 2002 yılında iktidara gelen AKP’nin ilk icraatlarından biri 2003 yılında 4857 sayılı İş Kanunu ile esnek çalışmayı yasalaştırmak olmuştu. Bu kanunla çağrı üzerine çalışma, belirli süreli iş sözleşmesi, kısmi süreli çalışma, geçici iş ilişkisi yeniden tanımlanmıştı. Ardından 2009 yılında hazırlanan “ulusal istihdam strateji” programı ve istihdamı arttıracağız yalanıyla, işçiler için çalışma yaşamı daha da güvencesiz hale getirilmiş, sermayenin sorumlulukları kuşa çevrilmişti. Şimdi de 5 Eylülde açıklanan 2025-2027 yılı için siyasi iktidarın hedeflerinin belirlendiği Orta Vadeli Programda “Bu dönemde, aktif işgücü politikaları daha esnek istihdam modelleri ile desteklenerek kısa vadede ekonominin ihtiyaçlarına yönelik insan sermayesinin temini sağlanacaktır” denilerek ne çalışılan mekânın ne çalışma saatinin ne de ücretin belli olduğu esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılacağı planlarının yapıldığı anlaşılıyor. Daha önce de kimi kereler iktidar sözcüleri tarafından dillendirilen “belirli süreli iş sözleşmesinin” kapsamının genişletilmesinin zemini hazırlanıyor. Hali hazırda belirli süreli iş sözleşmesi yapabilmek için kanunda belli kısıtlamalar var. Bu kısıtlamaların alanı iyice daraltılmak isteniyor. Belirli süreli iş sözleşmesi bir işte uzun süreli çalışmanın, kıdem tazminatının, sendikal hakların topyekûn kaldırılması anlamına geliyor. 3, 6, 11 ay çalışıp ardından işsiz kalındığında zaten prim gün sayısı doldurulamayacağı için otomatik olarak emekli yaşı da katlanacaktır. Bu uygulama patronlara işçiyi posası çıkana kadar çalıştırma, işi bittiğinde de atma fırsatı verecek. Aynı zamanda işçi sözleşme sonunda yeni bir sözleşme yapabilmek için kendini her şeye razı gelmek zorunda hissedecek. Yani yine patronlara dikensiz gül bahçesi hazırlanıyor.
Yine emeklikte yapılmak istenen değişiklikle bağlantılı başka bir saldırı da Bireysel Emeklilik Sisteminin (BES) üzerine getirilmek istenen Tamamlayıcı Emeklilik Sistemidir (TES). BES yoluyla kamusal emekliliği tasfiye edip sermayeye kaynak aktarma yöntemi 80’li yıllarla beraber uluslararası sermayenin işçi sınıfının emeklilik hakkına bir saldırısı olarak başladı. Emekçiler bir yandan kamusal emeklilik sisteminin sürdürülebilir olmadığı yalanıyla BES’e ikna edilmeye çalışıldı, bir yandan da pek çok ülkede çıkarılan yasalarla sisteme geçiş zorunlu tutuldu. Türkiye’de 2012 yılında bireysel emekliliği teşvik etmek için 10 yıl sistemde kalma koşuluyla yüzde 25 oranında devlet katkısı uygulanmaya başlandı. Fakat sistem istenilen sonucu vermedi. İşçiler BES’e otomatik olarak giriş yaptırılsalar da 2 ay içinde çıkma hakları olduğu için sistemde kalan işçi sayısı sınırlı oldu. Tamamlayıcı Emeklilik Sisteminde ise işçiler sistemden çıkamayacak. Daha da ötesi kıdem tazminatı TES’le birleştirilecek. “Çifte emeklilik” diyerek parlatmaya çalıştıkları bu sistemle sermayenin üzerinde bir yük olarak görülen ve yıllardır kaldırılmak istenen kıdem tazminatından da kurtulmanın yolunu bulmuş oluyorlar. Böylece işçinin kıdem tazminatı da fonlar aracılığıyla sermayenin kasasına aktarılacak, hem de işçi bir anlamda iş güvencesini kaybedecek. Asıl olarak işçilerden ve küçük bir kısmı patronlardan kesilen (gerçekte bu da işçinin ödenmeyen ücretidir) primlerle oluşturulan bu fonlar tüm dünyada sermayenin göz diktiği alanlardır. Başta Şili ve ABD olmak üzere dünyada yaşanan örneklerde bu fonlarda biriken ve sermayenin eline geçen emekçilerin paraları spekülasyona ve borsa oyunlarına açık olduğu için bugüne kadar milyonlarca emekçinin emeklilik hayali buhar olup uçtu. Milyonlarca emekçi emeklilik yıllarında sefalete mahkûm oldu. Türkiye işçi sınıfı da bu saldırıyı engelleyip kamusal emeklilik hakkına sahip çıkamazsa akıbeti farklı olmayacak.
Emekliye zam yapılacağı zaman ya da emeklilerin haklarını tırpanlama bahanesi olarak “kaynak yok” diyenler sermayeye gelince kasanın ağzını sonuna kadar açıyor. Oysa büyük oranla işçilerden toplanan vergiler yoluyla oluşturulan devlet bütçesinin yanı sıra bütün kaynağı üreten de emekçilerdir. Sermayenin ödemediği ve cebe indirdiği vergiler de aslında işçi sınıfının emeğinin ödenmemiş kısmının bir parçasıdır. İşçiye, emekçiye, emekliye aktarılmayan kaynaklar vergi indirimleri, teşvikler, fonlar yoluyla, üretilen değerde alınteri olmayan asalak burjuva sınıfına aktarılıyor. Mesela bu yıl sermayeden alınmayan vergi tutarı 1,8 trilyon liraya ulaştı (2024 yılı için planlanan 2 trilyon 210 milyar liradır. Bu rakam toplam vergi gelirinin yüzde 24’ü) ki pek çok veri paylaşılmadığı için muhtemelen bu rakam buzdağının görebildiğimiz kadarı. SGK’nın gelirinin emekli maaşlarını karşılamadığını söyleyenler özel hastanelere bin bir usulsüz işlemle aktarılan milyonların hesabını vermiyor. Aksine zaten bu hastanelerin patronları oldukları için teşvik ediliyorlar. İşsizlik Fonunun istihdamı arttırma amacıyla sermayeye aktarılan yüzde 30’luk payı geçtiğimiz yıl Cumhurbaşkanlığı kararıyla yüzde 50’ye çıkarıldı. Kamu-Özel İşbirliği (KÖİ) ile müşteri garantili yapılan köprü, otoyol, havaalanı, hastaneler aracılığıyla sermayeye 2017-2023 yılları arasında 221 milyar lira aktarıldı. Yukarda belirtildiği üzere bütçeden SGK’ya ayrılan pay ise sürekli azaltılıyor. Yani kaynak bol ama siyasi iktidar bunu emekliye vermek istemiyor. Çünkü kapitalizmde işçiler çalışıp patronlara artı-değer üretebildiği müddetçe öyle ya da böyle yaşama hakkına sahiptir. Yaşlanıp çalışamaz hale geldiğinde ise kapitalistlerin gözünde sadece yüktür.
1999’da ve 2008’de emeklilik hakkına yapılan saldırılar durdurulamadı. Örgütsüz olmaları nedeniyle ileriyi göremeyen işçiler saldırının boyutlarını anlayamadılar. Sendikalardan çeşitli düzeylerde ses çıksa da bunlar saldırıyı durdurabilecek ölçekte olmadı. Sonradan Emeklikte Yaşa Takılanlar (EYT) adı altında dernekleşerek mücadele veren işçiler kısmi kazanımlar elde etmeyi başardılar, ama bu sefer de krizin, emekçilerin sefaletinin sorumlusu, günah keçisi ilan edildiler. Bugün kamusal emeklilik hakkını ortadan kaldırmaya dönük bu girişimler sendikaların ana mücadele konularından olmalıdır. Kapitalizm tüm dünyada içine girdiği tarihsel krizi aşamıyor ve burjuvazi ne uğruna olursa olsun kâr oranlarını arttırmak için işçilerin kazanılmış haklarına saldırıyor. Türkiye’de de siyasi iktidar ve sermaye sınıfı faşizmden aldığı güçle gemi azıya almış şekilde bu saldırı planını, hızını arttırarak adım adım hayata geçiriyor. Bu boyutta saldırılar basın açıklamalarıyla, dostlar alışverişte görsün misali yapılan mitinglerle durdurulamaz. İşçiler sendikalarını tüm saldırılara karşı örgütlü mücadele hattı oluşturmaya, üretimden gelen güçleriyle iktidarı zorlamaya yönlendirmelidir. Daha da ötesinde böylesine saldırıları püskürtebilmek için kapitalist sistemin kökünü hedef alan, devrimci tarzda bir mücadele şarttır.
[*] Bkz. Levent Toprak, Kapitalizmde Sosyal Güvenlik(Nisan 2006) ve Levent Toprak, Sosyal Güvenlik Saldırısı(Mayıs 2008), marksist.net
link: Meral İnci, Emeklilik Bedeli Çalışırken Ödenmiş Bir Haktır, 24 Eylül 2024, https://marksist.net/node/8354
İran Rejimi Bekası İçin İdam Sehpalarına Sarılıyor
Portekiz’de Salazar Faşizmi ve Faşizme Karşı Mücadele