Bölüm 15: Yasanın İç Çelişkilerinin Açımlanması
I. Genel Açıklamalar
Marx’ın bölümün başında belirttiği üzere, kâr oranının artı-değer oranını her zaman olduğundan düşük ifade ettiğini daha önce görmüştük. Önceki bölümde ise, yükselen bir artı-değer oranının bile kendisini düşen bir kâr oranıyla ifade etme eğiliminde olduğunu gördük. Kâr oranı, eğer değişmeyen sermaye “sıfır” olsaydı, yani tüm sermaye ücretlere yatırılsaydı artı-değer oranına eşit olurdu. Marx, incelenen konu bağlamında Ricardo’nun hatasına da işaret eder. Ricardo, kâr oranını inceleme bahanesiyle gerçekte yalnızca artı-değer oranını incelemiş ve bunu da işgününün yoğunluk ve uzunluk açısından değişmez bir büyüklük olduğu varsayımı altında yapmıştır.
Marx’ın kapitalizmin işleyişini açıklayan son derece detaylı analizi, bu sistemin içsel çelişkilerini gözler önüne serer. Bu sayede, kapitalist gelişme sürecinin aynı zamanda bu üretim tarzının çelişkilerinin derinleştiği bir süreç olduğunu kavrayabiliriz. Bu konuda Marx’ın ortaya koyduğu en çarpıcı hususlardan biri, sermaye birikimi ile kâr oranı arasındaki ters ilişkidir. Kâr oranının düşmesi ve hızlandırılmış birikim, üretici gücün gelişim sürecinin farklı ifadelerinden başka bir şey değildir. Birikim, çalışmanın büyük ölçekte yoğunlaşması ve böylece sermaye bileşiminin yükselmesi anlamına gelir ve kâr oranının düşüşünü hızlandırır. “Diğer yandan, kâr oranının düşmesi de, küçük kapitalistlerin ve ellerinde hâlâ el koyulacak bir şeyler bulunan son dolaysız üreticilerin mülksüzleştirilmesi yoluyla, sermayenin yoğunlaşmasını ve merkezileşmesini hızlandırır.” Böylece, kâr oranıyla birlikte birikim oranının düşmesine karşın, birikim miktar bakımından hızlanır.
Öte yandan, sermayenin değerlenmesi kapitalist üretimin temel dürtüsüdür ve toplam sermayenin değerlenme oranının (yani kâr oranının) düşmesi, yeni bağımsız sermayelerin oluşumunu yavaşlatır. Bu durum kapitalist üretim sürecinin gelişimi için bir tehdit olarak görünür ve gereksiz nüfusun yanı sıra aşırı üretimi, spekülasyonu, bunalımları teşvik eder. Marx, kapitalist üretim tarzını mutlak sayan Ricardo gibi iktisatçıların, burada, söz konusu üretim tarzının kendisine bir engel yarattığını hissettiklerini belirtir. Bu nedenle de onlar, kendilerinin rant öğretisinde olduğu gibi, bu engeli üretim tarzına değil doğaya atfetmişlerdir. Marx’ın belirttiği üzere, onların düşen kâr oranı nedeniyle kapıldıkları asıl dehşet, kapitalist üretim tarzının üretici güçleri geliştirirken, zenginliğin üretimiyle hiçbir ilgisi olmayan bir engelle karşılaştığı hissidir. “Ve bu kendine özgü engel, kapitalist üretim tarzının sınırlılığını ve yalnızca tarihsel, geçici bir nitelik taşıdığını doğrular; zenginlik üretimi için mutlak üretim tarzı olmak şöyle dursun, belirli bir aşamada, bunun daha fazla gelişmesiyle bağdaşmazlığa düştüğünü doğrular.”
Ricardo ve okulunun temel eksikliklerinden biri de, yalnızca, faizi de içerisine alan sınaî kârı incelemiş olmalarıdır. Oysa Marx, burada üzerinde duramayacağımız formüller eşliğinde, toprak rantının oransal olarak sınaî kâra göre daha fazla büyüyebileceğini ama neticede düşme eğilimine sahip olduğunu belirtir. Ayrıca, Ricardo’nun, sınaî karın (ve faizin) tüm artı-değeri içerdiği şeklindeki varsayımı, tarihsel ve kavramsal olarak yanlıştır. Çünkü toprak rantı da toplam sermayenin ürünü olan toplam artı-değerin bir parçasıdır. Ama kapitalist üretimin ilerlemesi, tüm kâr sanki yalnızca sınaî ve ticari kapitalistler arasında bölüştürülüyormuş algısını yaratır.
Gerekli üretim araçları yani yeterli sermaye birikimi mevcutsa, artı-değer oranı veri iken artı-değer yaratılması yalnızca emekçi nüfus ile sınırlıdır. Eğer emekçi nüfus veri ise, sömürünün yoğunluğundan başka bir sınır söz konusu değildir. Kapitalist üretim süreci özünde artı-değer üretimidir ve artı-değer de, artı-ürünle ya da üretilmiş metaların içerdiği karşılığı ödenmemiş emek parçasıyla temsil edilir. Bu artı-değerin üretiminin, kapitalist üretimin dolaysız amacı ve belirleyici dürtüsü olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır. “Bu nedenle, hiçbir zaman, kapitalist üretimi olmadığı bir şey olarak, yani dolaysız amacı haz olan ya da kapitalistler için haz araçları imalatı olan üretim olarak sunmamak gerekir. Böyle yapılırsa, kapitalist üretimin, iç özsel biçiminin bütünü tarafından ortaya koyulan özgül karakteri tümüyle gözden kaçırılmış olur.”
Artı-değerin elde edilmesi dolaysız üretim sürecini oluşturur. Üretim sürecinde ele geçirilebilen miktardaki artı-emek metalarda nesnelleşir nesnelleşmez, artı-değer üretilmiş olur. Ama artı-değerin bu üretimiyle, kapitalist üretim sürecinin yalnızca birinci perdesi, yani dolaysız üretim süreci sona erer. Üretim sürecinde sermaye belirli bir miktarda karşılığı ödenmemiş emek emmiştir. Kâr oranının düşmesi temelinde ilerleyen kapitalist üretim sürecinin gelişimiyle birlikte, üretilen artı-değerin miktarı muazzam boyutlara ulaşır. Üretim aşamasının tamamlanmasından sonra sürecin ikinci perdesi başlar. Bu aşamada, harcanan değişmeyen ve değişen sermayeyi yerine koyan kısmıyla artı-değeri temsil eden kısmından oluşan toplam ürün satılmak zorundadır. Bu satış gerçekleşmezse ya da yalnızca kısmen veya yalnızca üretim fiyatlarının altında kalan fiyatlarla gerçekleşirse, işçi sömürülmüş olsa bile kapitalist açısından bu sömürü realize edilmemiş olur. Bu durumda kapitalist sermayesini kısmen ya da tümüyle yitirebilir.
O halde açık ki, dolaysız sömürünün koşulları ile onun gerçekleşmesinin koşulları özdeş değildir. “Bunlar, yalnızca zaman ve yer açısından değil, kavramsal olarak da farklıdır. Birincileri yalnızca toplumun üretici gücü, ikincileri ise farklı üretim dalları arasındaki oransal ilişkiler ve toplumun tüketim gücü sınırlandırır.” Marx burada önemli bir noktaya işaret eder. Kapitalizmde toplumun tüketim gücü, “mutlak üretim gücüyle ya da mutlak tüketim gücüyle değil, toplumun büyük kesiminin tüketimini yalnızca az çok dar sınırlar içinde değiştirilebilir olan bir minimuma indiren, uzlaşmaz bölüşüm ilişkilerine dayalı tüketim gücüyle belirlenir”. Keza kapitalizmde toplumun tüketim gücü, ayrıca, sermayenin birikim dürtüsüyle, sermayeyi büyütme ve genişlemiş ölçekte artı-değer üretme dürtüsüyle sınırlanır. “Bu, üretim yöntemlerinin kendilerindeki sürekli devrimlerin, eldeki sermayenin bunlarla her zaman bağlantılı olan değer yitiminin, genel rekabet savaşının ve yalnızca bir korunma aracı olarak ve çöküş tehdidine karşı üretimi iyileştirme ve onun ölçeğini genişletme zorunluluğunun dayattığı kapitalist üretim yasasıdır.” Bu nedenle, piyasa, kapitalist işleyişin iç bağlantılarının ve onu düzenleyen koşulların, üreticiden bağımsız bir doğa yasası biçimini giderek daha fazla almalarını, daha fazla denetlenemez olmalarını sağlayacak şekilde durmadan genişletilmek zorundadır. Bu iç çelişki, üretimin dışa dönük alanlara doğru yayılması yoluyla çözümlenmeye çalışılır. Ama üretici güç ne kadar gelişirse, tüketim ilişkilerinin dayandığı dar temele o kadar ters düşer. “Çelişkilerle dolu bu temel üzerinde, sermaye fazlasının büyüyen bir nüfus fazlasıyla el ele gitmesi, kesinlikle bir çelişki değildir.” Fakat bu ikisinin birlikte artması, bir yandan üretilen artı-değer kütlesini arttırırken diğer yandan bu artı-değerin üretilmesinin koşulları ile gerçekleştirilmesinin koşulları arasındaki çelişkiyi yoğunlaştırır.
Belirli bir kâr oranı verilmişse, kâr miktarı her zaman yatırılmış olan sermayenin büyüklüğüne bağlıdır. Sermaye birikimi ise, üretim neticesinde büyüyen bu sermaye miktarının yeniden sermayeye dönüştürülen kısmıyla belirlenir. Bu kısmın belirlenmesinde kapitalistin tükettiği gelir de rol oynar. O nedenle, ücretler veri olarak kabul edildiğinde yeniden sermayeye dönüştürülecek kısım, kısmen kapitalistin tüketimine (yani gelirine) kısmen de değişmeyen sermayesine dahil olan metaların ucuzluğuna bağlı olur.
İşçinin harekete geçirdiği, emeği aracılığıyla değerini koruduğu ve üründe yeniden görünmesini sağladığı sermaye miktarı önemlidir. Bu miktar sermaye birikiminde belirleyici bir rol oynar. Emeğin yeterince üretken olmamasına rağmen yüksek kâr oranlarının elde edilmesi, ancak işgünü çok uzunsa mümkün olur. Bunu mümkün kılan, emeğin üretken olmamasına karşın işçinin gereksinimlerinin çok sınırlı, bu nedenle de ortalama ücretin çok düşük olmasıdır. Ücretin düşüklüğü, işçinin enerjisizliğine karşılık gelecektir. İşte böyle bir durumda, yüksek kâr oranlarına rağmen sermaye yavaş birikir. Ayrıca, nüfus durağandır ve ürüne harcanan emek-zaman, işçiye ödenen ücretin küçük olmasına rağmen büyüktür.
Marx önemli bir noktaya dikkat çeker: “Kâr oranı, işçinin daha az sömürülmesi nedeniyle değil, genel olarak kullanılan sermayeye oranla daha az sayıda işçinin kullanılması nedeniyle düşer.” Ayrıca, daha küçük kâr oranlarıyla bile, kâr miktarı yatırılan sermayenin büyüklüğüyle birlikte büyür. “Ne var ki, bu, sermayenin eş zamanlı olarak yoğunlaşmasına yol açar, çünkü üretim koşulları artık daha büyük ölçekli sermaye kullanımını gerektirir. Kâr kütlesinin sözü edilen şekilde büyümesi, aynı zamanda, sermayenin merkezileşmesine, yani küçük kapitalistlerin büyükler tarafından yutulmasına ve birincilerin sermayesizleştirilmesine de yol açar.” İlk birikimle başlayan, ardından sermayenin birikim ve yoğunlaşma sürecinde kalıcı bir süreç olarak görünen ve sonunda var olan sermayelerin az sayıda elde merkezileşmesini ve çok sayıda sermayenin sermaye olmaktan çıkmasını ifade eden sermaye kavramını oluşturan şey, bir taraftaki çalışmanın koşulları ile diğer taraftaki üreticilerin ayrılmasıdır. “Karşıt yönlü eğilimler, merkezileşme yönündeki gücün yanında sürekli olarak yeniden merkezilikten uzaklaşma yönünde etkide bulunmasaydı, söz konusu süreç kapitalist üretimi kısa sürede yıkıma sürüklerdi.”
II. Üretimin Genişlemesi ile Değerlenme Arasındaki Çatışma
Emeğin toplumsal üretkenliğindeki gelişme, kendisini iki şekilde ortaya koyar. Birincisi, o zamana kadar üretilmiş olan üretici güçlerin büyüklüğüyle, yeni üretimin tâbi olduğu üretim koşullarının değer ve kütle cinsinden hacimleriyle ve biriktirilmiş olan üretken sermayenin mutlak büyüklüğüyle gösterir. İkincisi, toplam sermayeye oranla işçi ücretlerine yatırılmış olan sermayenin göreli küçüklüğüyle kendini ortaya koyar. Bu, verili bir sermayenin yeniden üretimi ve değerlenmesi ve seri üretim için gerekli olan canlı emeğin göreli küçüklüğü demektir. Emeğin toplumsal üretici gücünün gelişmesi, aynı zamanda, sermayenin yoğunlaşması anlamına gelir.
Üretkenlikteki gelişme, kullanılan emek gücüyle ilişkili olarak da kendisini yine iki şekilde gösterir: Birincisi, artı-emeğin artması, yani emek gücünün yeniden üretimi için gereksinim duyulan gerekli emek zamanın azalması ile. İkincisi, belirli büyüklükteki bir sermayeyi harekete geçirmek için genellikle kullanılan emek gücü miktarındaki (işçi sayısındaki) azalma ile.
Üretici gücün gelişmesi, kullanılan emeğin karşılığı ödenen kısmını küçültmesi ölçüsünde artı-değeri arttırır. Fakat verili bir sermayenin kullandığı emeğin toplam kütlesini küçültmesi ölçüsünde de, artı-değer miktarını azaltabilir. Marx bu hususu bir örnekle açıklar. Günde 12 saat çalışan iki işçi, havayla yaşayabilecek olsalar ve bu nedenle kendileri için hiç emek harcamak zorunda olmasalar bile, her biri sadece 2 saat çalışan 24 işçiyle aynı artı-değer miktarını sağlayamaz. İşte bu açıdan bakıldığında, işçi sayısındaki azalmanın emeğin sömürülme derecesini yükselterek telafi edilmesinin belirli aşılamaz sınırları vardır. Bu nedenle, sömürü derecesinin yükseltilmesi kâr oranının düşüşünü yavaşlatabilir, ama ortadan kaldıramaz.
Kapitalist üretim tarzının gelişimiyle birlikte, kâr miktarı kullanılan sermayenin artan miktarıyla artar ama kâr oranı düşer. Üretici güç artışı her zaman elde bulunan sermayenin değer yitirmesiyle el ele gider. Buna rağmen sermayenin değer büyüklüğünün artabilmesi, yalnızca kâr oranının yükseltilmesi ve böylece yıllık ürünün yeniden sermayeye dönüştürülen değer parçasının büyütülmesi durumunda mümkündür. Ayrıca, kâr oranı artışı emek talebi artışına yol açtığı ölçüde, işçi nüfusunun ve dolayısıyla da sermayeyi sermaye haline getiren sömürülebilir malzemenin artmasına neden olur.
Emeğin üretici gücünün gelişmesi, değişmeyen sermayeyi doğrudan doğruya ve değişen sermayeyi en azından dolaylı olarak oluşturan maddi nesnelerin miktarını ve çeşitliliğini artırarak, eldeki sermaye değerinin büyümesine katkıda bulunur. Mübadele değerlerinden bağımsız olarak, aynı sermaye ve aynı emek miktarıyla, sermayeye dönüştürülebilecek olan daha fazla şey yaratılır. Böylece, kullanılan emeğin ve dolayısıyla aynı zamanda artı-emeğin kütlesi büyürken, yeniden üretilen sermayenin değeri ve ona yeni eklenen artı-değer de büyür.
Sermaye birikim sürecinde sermayenin değerini arttıran ve azaltan etkenler çatışmalar içinde eş zamanlı olarak birbirleri üzerinde karşıt yönlü etkilerde bulunurlar. “Bu farklı etkiler kendilerini kâh mekânda yan yana, kâh zamanda art arda gösterir; uzlaşmaz etmenlerin çatışması dönemsel olarak bunalımlar sırasında kendisini açığa vurur. Bunalımlar, her zaman, eldeki çelişkilerin şiddetli anlık çözümlerinden, bozulmuş olan dengeyi o an için yeniden kuran şiddetli patlamalardan ibarettir.”
Kapitalizm kendi içsel çelişkileri temelinde yol alan bir üretim tarzıdır. Genel bir deyişle çelişki, kapitalist üretime özgü toplumsal koşulların yarattığı sınırlara rağmen, üretici güçlerin mutlak bir gelişmeye doğru bir eğilim taşımasından ileri gelir. “Onun özgül karakteri, eldeki sermaye değerini, bu değerin mümkün olan en üst düzeyde değerlenmesinin aracı olarak kullanmaya yönelik olmasıdır.” Bunu başarmak için başvurduğu yöntemler, kâr oranında düşmeye, mevcut sermayenin değer kaybına ve emeğin üretken gücünü daha önce üretilmiş olan üretici güçler aleyhine geliştirmeye neden olur.
Eldeki sermayenin belirli aralıklarla değer yitirmesi, kâr oranı düşüşünü yavaşlatmanın ve yeni sermaye oluşturma yoluyla sermaye değeri birikimini hızlandırmanın kapitalist üretim tarzına içkin olan araçlarından biridir. Fakat bu durum diğer yandan, “içlerinde sermayenin dolaşım sürecinin ve yeniden üretim sürecinin gerçekleştiği verili ilişkilere zarar verir ve bu nedenle de ona, üretim sürecindeki ani duraklamalar ve bunalımlar eşlik eder”.
Değişen sermayenin değişmeyen sermayeye oranla üretici güçlerin gelişimiyle el ele giden azalması, sürekli olarak yapay aşırı nüfus yaratır ve işçi nüfusunun büyümesine itki sağlar. Sermayenin değer cinsinden birikimi, kâr oranının düşüşü tarafından yavaşlatılır ama aynı zamanda kullanım değerlerinin birikimi daha da hızlanır. Kullanım değerlerinin birikimi de, değer cinsinden birikime yeni bir ivme kazandırır. Marx, kapitalizmin işleyişine dair son derece önemli bir tespitte bulunur: “Kapitalist üretim, sürekli olarak, ona içkin olan bu engelleri aşmaya çalışır, ama söz konusu engelleri, yalnızca, onları kendi karşısına yeniden ve daha da zorlu olacakları şekilde diken araçlar yardımıyla aşar.”
Marx’ın özlü ifadesiyle, kapitalist üretimin gerçek engeli sermayenin kendisidir. Kapitalist üretim tarzı sermaye birikimini üretimin başlangıç noktası ve son noktası olarak, dürtüsü ve amacı olarak görür. Kapitalizmde üretim, yalnızca sermaye için üretimdir ve üretim araçlarının işlevi, üreticiler toplumu için yaşam sürecinin sürekli olarak genişletilmesini, iyileştirilmesini sağlamak değildir. Bu nedenle, sermaye değerinin korunması ve değerlenmesi üreticilerin büyük bölümünün mülksüzleşmesine ve yoksullaşmasına dayanır. Sermaye birikimi süreci, üretimin sınırsız şekilde artırılmasına, kendinde bir amaç olarak üretime ve emeğin toplumsal üretici güçlerinin koşulsuz gelişimine hizmet eden üretim yöntemleriyle sürekli olarak çelişkiye düşer. “Araç (toplumsal üretici güçlerin kısıtlanmamış gelişimi), eldeki sermayenin değerlenmesiyle sınırlı olan amaçla sürekli olarak çatışır. Dolayısıyla, eğer kapitalist üretim tarzı, bir yandan, maddi üretici gücü geliştirmenin ve ona karşılık gelen dünya pazarını yaratmanın tarihsel bir aracıysa, diğer yandan da, söz konusu tarihsel görevi ile kendisine karşılık gelen toplumsal üretim ilişkileri arasındaki sürekli çelişkidir.”
III. Nüfus Fazlalığının Varlığında Sermaye Fazlalığı
Kâr oranının düşmesiyle birlikte, emeği üretken şekilde kullanabilmeleri için tek tek kapitalistlerin ellerinde bulunması gereken asgari sermaye büyür ve eş zamanlı olarak yoğunlaşma artar. Çünkü belirli sınırların ötesine geçildiğinde, daha küçük kâr oranına sahip daha büyük bir sermaye, daha büyük kâr oranına sahip daha küçük bir sermayeye göre daha çabuk birikir. Fakat bu artan yoğunlaşmanın kendisi de, belirli bir noktaya ulaştığında, kâr oranında yeni bir düşüşe yol açar. Böylece, dağınık küçük sermayeler yığını, zorla spekülasyon, kredi dolandırıcılıkları, hisse senedi dolandırıcılıkları ve bunalımlarla dolu maceralı bir yola itilmiş olurlar. “Sermaye fazlalığı denen şey, her zaman, öz olarak, kâr oranındaki düşüşü kütlesiyle telafi edemeyen sermayenin fazlalığıyla”; “ya da kendi başlarına hareket etme yeteneğine sahip olmayan bu sermayeleri kredi biçiminde büyük iş dallarının yöneticilerinin emrine veren sermaye fazlalığıyla ilgilidir”. Bu sermaye fazlalığıyla, göreli bir aşırı nüfusu yaratan aynı koşullardır. Bu ikisinin karşı kutuplarda yer almasına karşın (bir tarafta kullanılmayan sermaye ve diğer tarafta kullanılmayan işçi nüfusu), bu durum göreli aşırı nüfusu tamamlayan bir olgudur.
Marx, tek tek metaların değil sermayenin aşırı üretiminin, sermayenin aşırı birikiminden başka bir anlama gelmediği gerçeğini vurgular. Sermayenin mutlak anlamda aşırı üretimi varsayımı ise, üretimin şu ya da bu alanına veya birkaç önemli alanına uzanmakla kalmayan ve tüm üretim alanlarını kapsayan bir aşırı üretim halidir. Fakat kapitalist üretimin amacı, sermayenin değerlenmesidir, yani artı-değere el koyulmasıdır, artı-değer üretimidir, kâr üretimidir. O halde sermayenin aşırı üretimi, sermayenin işçi nüfusuna oranla, ne bu nüfus tarafından sağlanan mutlak emek-zamanı ne de nispi artı-emek-zamanı daha fazla arttıramayacak kadar büyümesi anlamına gelir.
Bu söylenen durum gerçek yaşamda, ancak sermayenin bir bölümünün tümüyle ya da kısmen atıl kalması ve diğer bölümün ise, kullanılmayan ya da kısmen kullanılan sermayenin baskısı nedeniyle kendisini daha düşük bir kâr oranıyla değerlendirmesi şeklinde görünür. Varsayımlara göre, kullanılan emek gücünün miktarı ve artı-değer oranı yükseltilemeyeceğinden, dolayısıyla artı-değer miktarı da arttırılamaz ve kâr oranının düşmesine kâr kütlesinin mutlak bir azalması eşlik eder. Ve böyle bir durumda, azalmış olan kâr kütlesinin büyümüş olan bir toplam sermayeye göre hesaplanması gerekir. Marx, eski sermayenin bu fiili değer yitiminin sermayeler arası rekabet mücadelesi olmadan gerçekleşemeyeceğini de ekler. Fakat bu temelde her ne olursa olsun, neticede “eski sermayenin bir kısmı atıl kalmak zorunda kalır, sermaye olarak iş görmesini ve kendisini değerlendirmesini gerektirdiği kadarıyla sermaye olma özelliğini yitirir”. Bu atıl kalma durumundan en çok hangi kısmın etkileneceğini ise rekabet mücadelesi belirler.
Marx burada rekabet temelinde kapitalistler arası ilişki hususuna da değinir. “İşler yolunda gittiği sürece, rekabet, genel kâr oranının belirlenmesi örneğinde de görüldüğü üzere, ortak ganimeti hep birlikte, her birinin eklediği payın büyüklüğüyle orantılı şekilde paylaşmalarını sağlayacak şekilde, kapitalistler sınıfının pratik kardeşliği olarak iş görür. Ama kârın paylaşımı yerine zararın paylaşımı söz konusu olur olmaz, herkes zarardan payına düşecek olan miktarı mümkün olduğunca azaltmaya ve başkasının sırtına yüklemeye çalışır. Sınıf açısından zarar kaçınılmazdır. Ama o zaman, tek tek her birinin omuzlarına ne kadarının düşeceği, her birinin zarara ne ölçüde ortak olacağı, güce ve kurnazlığa bağlı hale gelir ve o zaman, rekabet, düşman kardeşler arasındaki bir mücadeleye dönüşür.” Her bireysel kapitalistin çıkarları ile kapitalistler sınıfının çıkarları arasındaki uzlaşmazlık, nasıl ki daha önce aralarındaki çıkar özdeşliği pratikte rekabet aracılığıyla kendisini kabul ettiriyorduysa, şimdi de bu çıkarlar arasındaki karşıtlık olarak kendisini ortaya koyar.
Peki, bu çatışma nasıl çözüme kavuşur ve kapitalist üretimin “sağlıklı” işlemesine uygun koşullar nasıl yeniden kurulur? “Çözümü aranan çatışmanın sadece ifade edilmesi bile, çözüm yolunu içinde barındırır.” Çözüm yolu, rekabet temelinde yenik düşen belirli miktarda sermayenin tamamı ya da en azından bir kısmı tutarındaki bir sermayenin atıl bırakılmasını ve hatta kısmen yok edilmesini içerir. Söz konusu zararın tek tek kapitalistlere kesinlikle eşit şekilde dağılmayacağı açıktır. Bu noktada, zararın özel avantajlara ya da önceden elde edilmiş konumlara bağlı olarak çok eşitsiz şekillerde ve çok farklı biçimlerde bölünmesini içeren bir rekabet mücadelesi belirleyici olur. Böylece, bir sermaye atıl bırakılırken bir başkası yok edilir, bir üçüncüsü nispeten az bir kayıpla kurtulur ya da yalnızca geçici değer kaybına uğrar.
Her ne olursa olsun, yeni denge, ancak şu ya da bu miktarda sermayenin çekilmesi hatta yok olması neticesinde kurulabilir. Bu durum kısmen, sermayenin maddi varlığına kadar uzanabilir. “Yani, üretim araçlarının, sabit ve dolaşır sermayenin bir bölümü iş görmez, sermaye olarak hareket etmezdi; faaliyete geçmiş olan üretim tesislerinden bir bölümünde üretim dururdu. Bu taraftan bakıldığında, zamanın tüm üretim araçlarını (toprak hariç) olumsuz etkilemesine ve kötüleştirmesine karşın, burada, işlevlerdeki duraklama nedeniyle, üretim araçları, çok daha şiddetli gerçek zararlar görürdü. Ne var ki, yine bu taraftan bakıldığında, asıl etki, söz konusu üretim araçlarının üretim araçları olarak iş görmekten uzaklaşması olurdu.”
Marx, söz konusu durumlarda asıl ve en akut karaktere sahip olan yıkımın, sermaye değerleri için söz konusu olacağını vurgular ve bu temelde gelişecek şiddetli bunalımlara işaret eder. Sermaye değerinin, üretime dayalı olarak düzenlenen ve farklı biçimler taşıyan yığınla borç senedinden oluşan kısmı, hesaplanmasına temel oluşturan gelirlerin düşmesiyle birlikte hemen değer yitimine uğrar. “Altın ve gümüş külçelerinin bir kısmı atıl kalır, sermaye olarak iş görmez. Piyasada bulunan metaların bir kısmı, dolaşım ve yeniden üretim sürecini, ancak, fiyatlarındaki muazzam bir düşüşle, yani temsil ettikleri sermayenin değer yitirmesiyle tamamlayabilir. Sabit sermaye öğeleri de aynı şekilde az ya da çok değer yitirir.” Fiyatlardaki genel düşüşe bağlı olarak fiyat ilişkileri de felce uğrar. Bu karışıklık ve durgunluk, paranın ödeme aracı olma işlevini felce uğratır. Belirli tarihlerde vadeleri dolan ödemeler zinciri yüzlerce yerinden kopar. Karışıklık, sermayeyle eş zamanlı olarak gelişmiş bulunan kredi sisteminin çökmesiyle daha da büyür. Bu durum, “şiddetli ve akut bunalımlara, ani ve zor yoluyla gerçekleşen değer yitimlerine ve yeniden üretim sürecinin gerçekten bozulmasına ve duraklamasına ve dolayısıyla da yeniden üretimin gerçekten daralmasına yol açar”.
Üretimin duraklaması, işçi sınıfının bir kısmını atıl bırakır ve böylece,sınıfın istihdam edilen kısmı ücretlerin düşürülmesine ve hatta ortalamanın altına düşürülmesine katlanmak zorunda kalacağı bir duruma sokulur. Diğer yandan, fiyatların düşmesi ve rekabet mücadelesi, her bir kapitalisti, yeni makineler, yeni ve iyileştirilmiş çalışma yöntemleri, yeni kombinasyonlar kullanarak kendi toplam ürününün bireysel değerini onun genel değerinin altına düşürmeye teşvik eder. Kapitalistler bu temelde verili bir emek miktarının üretici gücünü yükseltmeye çalışırken, değişen sermayenin değişmeyen sermayeye oranı düşer ve işçiler işten çıkartılır. Marx burada periyodik kriz mekanizmasını açıklarken, tüm faktörlerin karşılıklı etkileşimi nedeniyle krizin çöküntülerle birlikte daha sonra yeni bir genişleme fazına nasıl itki vereceğine de ışık tutar. Şöyle ki, değişmeyen sermaye öğelerinin değer yitirmesi kâr oranını yükselten bir öğe olur. Ortaya çıkan üretim duraklaması, üretimin daha sonraki (kapitalist sınırlar içinde kalacak) bir genişlemesini hazırlar. Böylece çemberin başlangıç noktasına dönülmüş olur. Sermayenin işlevlerdeki duraklama nedeniyle değer yitirmiş olan bir kısmı, eski değerini yeniden kazanır. Ve genişlemiş üretim koşullarıyla, genişlemiş bir piyasayla ve artmış üretici güçlerle aynı kısır döngü yeniden tekrarlanır.
(devam edecek)
link: Elif Çağlı, Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /13, 1 Eylül 2024, https://marksist.net/node/8342