AKP’nin yirmi yılı aşan iktidarı boyunca tarikatlarla geliştirdiği ilişkiler, Menzil, İsmailağa vb. gibi tarikatların faşist rejim blokunun doğrudan parçası haline gelmesiyle yeni bir düzeye sıçradı. Uzunca bir süredir başta Milli Eğitim Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığı olmak üzere pek çok bakanlığın tarikatlar tarafından parsellendiği, hatta bazı durumlarda bunlar arasında ciddi koltuk kavgaları yaşandığı görülüyor. Bu durum doğal olarak dini cemaatler, tarikatlar ve laiklik tartışmasını da gündemde tutuyor.[1] Fakat bu noktada konuya Marksist bir sınıf tutumuyla yaklaşmak son derece büyük bir önem taşırken, Kemalist ve burjuva aydınlanmacı tutumlar muhalif kesimde belirleyici bir ağırlık oluşturuyor. Devletçi laiklik anlayışı, sadece başta CHP olmak üzere bilumum Kemalistlerce değil, gerçekte Kemalizmle hesaplaşmasını köklü şekilde yapamamış sosyalist çevrelerce de benimseniyor. Bu yüzden, tarikatlar haklı bir öfkeyi doğuran skandallarla vb. gündeme oturduklarında bu kesimden yükselen ilk tepki “tarikatlar kapatılsın” sloganına sarılmak oluyor. Oysa Cumhuriyetin ilk dönemlerinden itibaren tekkelerin, tarikatların resmen yasaklanmalarına rağmen çeşitli düzeylerde var olmayı sürdürdükleri biliniyor. Sadece bu bile, toplumsal bir olgunun tepeden emirlerle, yasaklarla ortadan kaldırılamayacağını gösteriyor.
Elbette ki laiklik mücadelesi önemlidir, laikliğin olmadığı bir toplumda demokrasiden de bahsedilemez. Ama laiklik mücadelesi çok daha kapsamlı bir demokrasi mücadelesinin parçası olarak görülmelidir. Dahası, Marksistler laiklik mücadelesini Kemalizmin ucube ve sahte laiklik uygulamalarını savunmaya indirgeyemezler. Dini yapıların devlet eliyle yasaklanmasını, ibadethanelerin kapatılmasını savunmak da Marksizmle bağdaşmaz. Bıraktık burjuva devletten dini cemaatleri yasaklamasını istemeyi, bir işçi devletinde de böyle bir uygulama olamaz. Marx ve Engels’te böyle bir anlayış görülemeyeceği gibi, Lenin’in sağlığında da SSCB’de böyle bir uygulama yaşanmamıştır. Din Sorunu, Laiklik ve Marksizm adlı makalemizde vurguladığımız gibi, dini inançlara ya da cemaatlere vb. dönük yasakların sosyalist harekete mal edilmesinin kaynağında devrimci Marksizmin teorik yaklaşımları ya da pratik tutumları değil, Stalinizm ve onun bir bürokratik diktatörlüğe dönüşen SSCB’deki uygulamaları yatmaktadır. Stalinizmin uygulamalarıyla Kemalizmin sözde ilerici uygulamaları arasındaki benzerlikler, Stalinizmin tedrisatından geçmiş birçok sosyalistin Kemalizmin tuzağına düşmesine ve bu tür anti-demokratik uygulamaları benimsemesine yol açmıştır.
Gerçek Marksistler emekçi kitlelerin dini inançları konusunda her zaman çok ihtiyatlı bir yaklaşım içerisinde olmuşlar, kendileriyle burjuva ateizmi arasına kalın bir çizgi çizmişlerdir. Burjuva ateizminden farklı olarak, Marksizm din konusundaki tutumunu felsefi bir eleştiriye indirgemez, sosyal bir olgu olarak ele alır. Dinin yasaklamalarla ya da ateizm propagandasıyla ortadan kaldırılamayacağının bilincindedir. Bu bir kitabi eğitim sorunu da değildir. “Modern kapitalist toplum da dâhil dinin kökleri esas olarak toplumsaldır. Lenin’in de dediği gibi, emekçiler, onlara doğa olaylarından çok daha korkunç acılar yaşatan kapitalizmin kör güçleri karşısında çaresizliğe kapılmakta ve dini bir sığınak olarak görmektedirler.”[2] Marksistlerin dinsel inançlara ilişkin tutumunu belirleyen ve güdüleyen şey entelektüel kaygı ve saplantılar değil, sınıf mücadelesini zayıflatan toplumsal engellerin ortadan kaldırılması gereğidir. Bu nedenle, “aslolan dünyayı değiştirmektir” diyen Marx, dini besleyen koşullara, yani kapitalizme karşı mücadeleyi öne çıkarmış ve bu savaşta işçi sınıfını sermayeye karşı bilinçlendirmeye ve örgütlemeye girişmişti.
Buradan anlaşılacaktır ki, “tarikatlar kapatılsın” şeklindeki talep ya da sloganlarla sorunu çözmek mümkün değildir. Diğer taraftan bunun politik olarak da yanlış olduğunu görmek hiç de zor değildir. Bir düşünelim: AKP, kendi tabanına “biz gidersek, bunlar sayemizde sahip olduğunuz tüm haklarınızı ellerinizden alır, ibadethanelerinizi bile kapatırlar” yalanını döne döne söylerken, yıllarca dini inançlarını dilediği gibi yaşayamadığını düşünen milyonlarca insan da bu yalana inanırken, “tarikatlar kapatılsın” demek kime hizmet eder? Faşizmin propagandacıları, “bakın görüyorsunuz işte” demeyecekler midir, demiyorlar mı? O zaman, zaten sorunu çözmeyen bu sloganları öne sürmenin anlamı nedir? Bizce bu tutumun nedenlerinden biri, emekçilerin AKP’nin oy tabanını oluşturan kesimlerinin zaten “kayıp yığınlar” olarak görülüyor olmasıdır. Bununla bağlantılı olarak da sosyalist hareketin öncelikli hedef kitlesinin “laik duyarlılıkları” ve “yaşam tarzı” kaygıları öne çıkan kesimler olarak seçilmesi gerektiği düşüncesidir. Böyle bir tercihin proleter temelli bir devrimcilik çizgisini tarif etmediği apaçıktır.
“Karanlık örgütlenmeler”, “ortaçağ artığı zihniyet/ideoloji”, “örümcek kafalılar” vb. şeklindeki aşağılayıcı aydınlanmacı ve Kemalist kalıpları bir tarafa bırakıp, tarikatların emekçi kitleler nezdinde ne ifade ettiğini, onları buralara sürükleyen faktörlerin neler olduğunu kaba Kemalist şablonlara yaslanmadan kavramak bir zorunluluktur.
Tarikatın yolu kapitalizme çıkıyor
Tarikat kelimesi, Arapça “tarik” kelimesinden geliyor, anlamı da “yol” demek. Kelime tasavvufta, “Allah’a ulaşmak için tutulan yol” anlamına geliyor. Bin yıldan uzun bir geçmişi olan İslami tarikatların çıkışları itibarıyla kendilerine biçtikleri misyon, İslam inancı temelinde insanın nefsini kontrol altına almasını, yaşantısını düzenleyip iyi bir yöne çevirmesini ve böylelikle iyi bir insan olmasını sağlamak olarak konulur. Buna göre, iyi bir Müslüman, “eline, beline, diline sahip” çıkan, mert ve dürüst bir kişiliğe sahip, zulümden, haksızlıktan ve adaletsizlikten uzak durduğu gibi bunlara karşı çıkan, mütevazı bir hayat süren, dünya nimetlerine, şana, şöhrete ve servete tapmayan, yardımsever bir insan olarak resmedilir tüm tarikatlarda. Ama tüm bu güzel dilek ve temenniler, sınıflı ve sömürülü toplum gerçeği karşısında tuzla buz olmaya yazgılıdır. Lafa değil icraata bakıldığında görülen manzara hiç de yukarıda resmedilenle uyuşmamaktadır.
Kimi İslamcı düşünürler, tarikatların başlangıçta devlet, siyasi iktidar ve güçten uzak bir şekilde oluştuğunu, İslamın ilk dönemlerinde mezhep kurucu büyük imamların, şeyhlerin, ermişlerin vb. devletten uzak durmaya, devlet görevi kabul etmemeye, sultanların ya da onların temsilcilerinin sofrasına oturmamaya özen gösterdiklerini vurgularlar. Tarihe baktığımızda bu iddiayı doğrulayan birçok örnek bulmak gerçekten de mümkündür. Ama bu “uzak duruş”, aynı zamanda birçok durumda zulme karşı tarafsızlık anlamına da gelmiştir. İslamın ilk döneminde ilk tarikat kurucusu olarak bilinen, tasavvufun ilkelerini ortaya koyan ve düşünceleriyle sonrasında kurulan birçok tarikata da rehberlik eden Hasan-ı Basri, yozlaşmış iktidarları eleştirse de, onlara karşı isyan edilmesine ısrarla karşı çıkmış, devlete ve siyasi otoriteye başkaldırıyı ilkece reddetmişti. Bu tutum, egemenlerin işine geliyordu kuşkusuz: “Siyasî olaylarda taraf tutmaması, fitneye ve isyana karşı olması, halkı dünyadan uzaklaştırıp âhirete önem vermeye davet etmesi Emevîlerin işine gelmiş ve bu sebeple onun eleştiri ve kınamalarına katlanmışlardır.”[3] Kaldı ki, 11. ve 12. yüzyılda büyük atılım yapan tarikatlar, ilerleyen yıllarda, karşılarında güçlü bir otorite gördüklerinde onunla yakınlaşmış ve destekçisi haline gelmişlerdi. Gerek Selçuklu’nun gerekse de Osmanlı’nın kuruluşunda da tarikatlar önemli bir destek unsuru olmuşlardı.
Dolayısıyla, tarikatların uzun bir süre boyunca devletten ve siyasetten uzak durdukları iddiası, gerçeği yansıtmaz. Peygamberi takiben dini liderin halife sıfatıyla devletin başında oturduğu İslamcı devlet geleneği ortadayken, bu tip iddiaların fazlasıyla abartılı olduğu ve olsa olsa iktidarın gözünde makbul olmayan ya da gerçekten münzevi bir yaşam sürdüren az sayıdaki sufi için geçerli olduğu söylenebilir. Dini kurum ve kuruluşların inanç temelinde edindikleri toplumsal güç, her zaman siyasi iktidarlar için hem kazanılması hem de kontrol altına alınması gereken bir güç anlamına gelmekteydi. Dolayısıyla tarikatlar, dergâhlar vb. kurumsallaşıp güçlendikçe ya devletin gadrine uğramışlar ya da devletle bir şekilde iç içe geçmişler ve böylelikle egemen sınıfın yoksul halkı sömürmesine ve baskı altında tutmasına ilahi kılıf hazırlama aracı haline gelmişlerdir. Her dönemde siyasi iktidarlar tarikatları yanına çekip kullanmaya çalışmış, buna mukabil tarikatlar da (hele de birçok tarikatın olduğu ve bunlar arasında aslında bir rekabetin olduğu koşullarda) devletin maddi ve manevi desteğini arzulamışlardır.[4] Bu gerçeğin yanı sıra egemen inanç sistemiyle uyuşmayan inançları savunan dini yapılanmaların da çoğu zaman siyasi iktidarların ağır baskıları altında kaldığını unutmamak gerekir.
Nitekim tarikatlar Cumhuriyet döneminde de, bilhassa da sağ iktidarlar ve 12 Eylül döneminde hem hükümetler tarafından hem de devletin kontra aygıtları tarafından ciddi destek, koruma ve kollanma görmüşlerdir.[5] Kemalistlerin laikliği korumak için bel bağladıkları ordu, 12 Eylül dönemindeki icraatlarıyla İslamcı hareketlerin ve tarikatların önünü sonuna kadar açmıştı. Bu dönemde yaptıkları mitinglerde cunta liderlerinin ağzından ayetler ve hadisler eksik olmuyordu. Devlet okullarında müfredata zorunlu din dersleri eklenmiş, Alevi köylerine sistematik bir şekilde cami inşaatları başlatılmış, imam-hatip okullarının sayısı katlanarak arttırılmış ve Kuran kursları alabildiğine yaygınlaştırılmıştı.
Bu politikalar, yalnızca Türk egemen sınıfının kafasından çıkmış değildi. ABD emperyalizminin 1960’ların başında geliştirdiği, SSCB’yi yeşil bir kuşakla çevreleyip, “komünizm tehdidine karşı İslam kalkanı oluşturma” projesinin bir parçasıydılar. Ve kuşkusuz 70’lerin ikinci yarısında yaşanan devrimci yükselişi bastırmak için tezgâhlanan 12 Eylül darbesinin ardından askeri faşist rejimin uyguladığı da bu projeydi. Buna şu eki de yapmak gerekir: Türkiye’de tarikatların esas güçlü olduğu yerlerin başında Kürt illerinin geldiğini düşünecek olursak, tarikatların önünün açılmasının bariz nedenlerinden biri de gelişen Kürt hareketinin önünü İslamcılıkla kesmekti. Gerek Menzil cemaatinin bu denli desteklenmesinde, gerekse de bir dönem Batman ve çevresinde Hizbullah’ın (bugünkü HÜDAPAR) kontr-gerilla tarafından doğrudan örgütlenmesinde bunun apaçık kanıtlarını görürüz.[6] Oysa aynı TC devleti 1925’te farklı bir politika uygulayarak tekke ve zaviyeleri kapatmıştı. Bu kararın bir nedeni de Kürt illerinde gelişmekte olan Kürt isyanlarının önünü kesmekti. Zira Kürt illerindeki dini merkez ve medreseler, hem tek parti iktidarına muhalefet odakları olmaya namzet oluşları hem de buralarda esasen Kürt kimliğinin ağır basması ve muhalefete bir toplanma imkânı tanıması nedeniyle bir tehdit olarak algılanıyordu.
Devletin tarikatları koruma ve kollama politikası, bir taraftan da onları kontrol altında tutma çabasıyla at başı gitmiştir. Ama tam da 90’lı yıllarda, neo-liberal politikaların toplumda yarattığı tahribatı tarikatlar (ve Erbakan çizgisi) kitle tabanlarını genişletmek için çok iyi kullandılar. Hem devletten, hem yurtdışından hem de yerli “yeşil sermaye”den sağladıkları gelirler sayesinde tabanlarını genişlettiler. Elde ettikleri ekonomik güç arttıkça yeni alanlara da girerek şirketleştiler ve sonunda şirketleri de birleştirerek holdingleştiler. Bu aynı zamanda devletin kontrol alanı dışına çıkabilecek kadar büyüdükleri anlamına geliyordu ki, 28 Şubat’ın arka planında yatan nedenlerden biri de buydu.
Tarikatların himaye edilmesi noktasında, AKP iktidarlarının ilk döneminin öncekilerden önemli farklarından biri, tarikat ve cemaatlerin artık açık kimlikleriyle devlet aygıtı içerisinde üst düzey mevkiler kazanmasıydı. Zaten AKP’li üst düzey kadroların neredeyse tamamının bir tarikatla bağı olduğu düşünülürse, devlet aygıtı içerisinde kilit noktalarda büyük güç elde ettikleri görülür. Gülen cemaatinin hem sivil hem askeri bürokrasi içerisinde nasıl bir etkinliğe ulaştığını bugün herkes biliyor. O zamanlar iktidar partisinden çeşitli muhalefet partilerine hatta TÜSİAD’a kadar birçok çevre Gülen cemaatini el üstünde tutuyor, yaptığı hizmetlere şükranlarını sunuyorlardı. Bu cemaatin tasfiyesine girişildiği 15 Temmuz’dan sonra kurulan faşist rejim ise diğer tarikatları açıkça bir dayanak, bir payanda haline getirdi. Yani bugünkü faşist rejimin önemli bileşenlerinden biri, Erdoğan’ı destekleyen tarikatlar oldu.
İslamcı dini yapılanmaların temsil ettikleri tasavvufi değerlerin, sınıflı ve sömürülü toplum gerçeği karşısında dayanıklı olmadığını söyledik. Kapitalizm söz konusu olduğunda bu hepten imkânsızdır. Kapitalistleşme yolunda mesafe kaydetmiş tüm İslam toplumları bu gerçekliğin tanığıdır, hele de bu yolda en ileride olan Türkiye! Çelişkiler alabildiğine keskinleşmiş, tutarsızlık üstü örtülemeyecek denli göze batar hale gelmiştir. “Peygamber hasırda yatıyordu, aç kaldığı vakit karnına taş bağlıyordu, bazen iki hurmayla günü geçiştiriyordu” diyen tarikat şeyhleri milyon dolarlık araçlarla geziyor, saray yavrularında ikamet ediyorlar. Bunların hepsi şirket sahibi ya da ortağı olan kapitalistlerdir aynı zamanda. Bazıları da holding kurmuşlardır! Yoksul emekçilere “bir lokma bir hırka” vaazlarında bulunup, pazardaki fiyatları Allah’ın belirlediğini ve dolayısıyla isyan etmemek gerektiğini söylerken kendileri adeta şatafat içinde boğuluyorlar.
Bugün Türkiye’de yaklaşık 30 tarikatın ve bunların 400 kolunun olduğu söyleniyor. Yalnızca İstanbul’da 450 civarında tekkenin faal olduğu biliniyor. Yurt çapında 800’den fazla medresenin varlığından bahsediliyor. Cemaatlerin kurduğu özel okullara giden öğrenci sayısı 210 bin civarında. Ülkedeki özel öğrenci yurtlarının 2480’i yani yarıdan fazlası cemaatlere ait ya da onlarla bağlantılı. Bunların toplam kapasitesinin 380 bin olduğu ama 225 bin kişinin bu yurtlarda kaldığı söyleniyor. Çeşitli akademisyenlerin ve gazetecilerin yaptığı araştırmalar, dini yapılanmaların 2,5 ilâ 3 milyon arasındaki insanla bağlantısı olduğunu gösteriyor.
Tarikatların cazibesinin kaynakları
Peki “bu kadar insan tarikatlara neden bağlanıyor?” Sorulması gereken sorulardan biri budur. İlk akla gelen yanıt, doğal olarak dinî inançlardır. Gerçekten de dini inançlar, manevi beklentiler, aile gelenekleri gibi unsurlar, insanları tarikatlara çeken faktörlerdendir. Bunun kökeninde yatan güdünün, gündelik yaşamın acıları içerisinde çaresizce çırpınanların sığınacak bir kapı, tutunacak bir dal bulma istekleri olduğunu biliyoruz. Birey olarak insanın doğa karşısında olduğu kadar sömürücü toplum düzeni karşısındaki çaresizliğinin, doğa güçleri hakkındaki bilgisizliğinin ve korkusunun da dışavurumudur din. Dehşete kapılan, dünyevi çile içerisindeki insanın günlük yaşantısında kendiliğinden yeniden ürettiği bir çaresiz yakarış, beyhude bir umut arayışı ve başkaldırıdır aynı zamanda. Marx’ın sözleriyle: “Dinî sıkıntı, hem gerçek sıkıntının dile getirilişi, hem de gerçek sıkıntıya karşı bir başkaldırıdır. Ezilen kulun iç geçirmesidir din, taş kalpli bir dünyanın kalbi, ruhsuz bir toplumsal durumun ruhudur.” Dinin insanın acılarını hafifleten yüzü, insanları dinî yapılara çeken yüzüdür. Bunlar da dâhil kimisi için de tarikatlar, çilelerle dolu ve anlamsız gözüken bir hayatın içinde, kendine bir dava, bir aidiyet, bağlanacağı bir kapı edinmenin, insan yerine konmanın yoludur. Yoksul emekçilerin bir bölümünü tarikatların kapısına götüren şeyler bunlardır. Kapitalist sömürü sistemi ortadan kaldırılmadıkça, yasaklarla dinî yapılanmaların ortadan kaldırılamayacak oluşunun temelinde işte bu gerçeklik yatar.
Ne denli önemli olursa olsun bu söylediklerimiz genel bir değerlendirmedir ve bu yüzden de 80’li yıllardan bu yana, özellikle de AKP iktidarları döneminde tarikatların yaşadığı patlamalı büyümenin nedenlerini açıklamazlar. Bu dönem boyunca tarikatlar adeta hormonlu bir şekilde büyüyebildilerse bunu esasen iki olguya dayandırmak mümkün gözüküyor. Birincisi, kapitalizmin geniş kitleleri sürüklediği derinleşen yoksulluk, neo-liberal politikalarla devletin üstlendiği “sosyal hizmetler”in tasfiye edilmesinin yarattığı muhtaçlık durumu. İkincisi, egemenlerin, kitlelerin hoşnutsuzluğunu artan ölçüde manipüle etme ihtiyacının bir sonucu olarak kitleleri dini yapılanmalara doğru ittirmesi.
Bilhassa günümüzde, tarikatlar bir çıkar kapısına dönüşmüş durumdadır. Sayısız insan, tarikat mensubiyetinin sağladığı maddi olanaklar, kolaylıklar, maddiyata dönüştürülebilecek bir itibar peşindedir. Geçmişte cemaatlerin ana eksenini oluşturan esnaf ve küçük tacirler, bugün de hem itibar, hem mahalle baskısı hem de müşteri tabanını genişletmek için tarikatların müritleri olmaya devam ediyorlar. Ama artık tarikatların müdavimleri arasında tarikat bağlarını kullanarak kamu ihalelerinden nemalanmaya çalışan sermaye sahipleri de bulunmaktadır. AKP iktidarıyla geçen yıllarda, özellikle yoksul emekçiler arasında, salt maddi beklentilerle tarikatlara katılanların sayısında büyük bir artış yaşandığını söylemek yanlış olmaz. Bir işe girmek, burs almak ya da sosyal yardımlardan faydalanmak için, hem AKP’ye üye kaydı yaptırmak hem de tarikatlardan en makbul olanlarına dâhil olmak neredeyse sıradan bir koşula dönüşmüştür. Tarikatlara bağlı sınai işletmelerin çoğunda yine tarikat mensubu işçiler çalıştırılıyor, böylelikle hem yoksul emekçilere sanki bir iyilik yapılarak onların bağlılığı pekiştiriliyor hem de emekçinin iş koşullarına koşulsuz itaati garanti altına alınmış oluyor. Holdingleşen, kapitalistleşen tarikatlara bağlı işyerleri emek açısından bir aşırı sömürü merkezi haline gelmiştir; buralarda çocuk işçilik de, iş kazaları da alabildiğine yaygındır.
Bu bağlamdaki son örneklerden biri, yoksullara ısınmaları için kömür dağıtımının nasıl yapılacağını düzenleyen son Cumhurbaşkanlığı Kararnamesidir. Buna göre hangi ailelerin zor durumda olduğunu vakıflar belirleyecek. Bu vakıfların Erdoğan’ın doğrudan denetiminde olan ya da tarikatların kurdukları vakıflar olacağı açık. Böylelikle bir kez daha, krizin tüm yükünü sırtlarına yıkarak yoksullaştırdıkları, muhtaç hale getirdikleri 2 milyon aileyi, kendilerine ve tarikatlara mahkûm edecekler. Bu kömürlerin yine AKP’ye bağlı maden şirketlerinden yüksek bedeller ödenerek alınacağı, finansmanınınsa emekçilerden alınan vergilerle sağlanacağı da bir o kadar aşikâr. Yani aslında emekçi kitleler, daha yoksul olan kesimlerine kömür yardımında bulunacaklar ama bu yardım sanki Erdoğan’ın, AKP’nin ve tarikatların lütfuymuş gibi sunulacak! Bir taşla birkaç kuş!
Erdoğan iktidarı her geçen gün dinci söylemin dozajını arttırıyorsa, bunu “aslında şeriatı getirecek bir gizli gündemi takip ettiği için” vb. yapmıyor. Halkın sürekli olarak daha da yoksullaştırıldığı bir rejimi sadece sopa zoruyla ayakta tutmak mümkün olmadığından yapıyor. Halkın gerekli ve yeterli bir kısmının desteğini sürdürmesi için hem onlara bir parça havuç vermek zorundadır hem de onları daha fazla tevekküle ve şükretmeye sevk etmesi gerekir. Sömürü ve yoksullaşma öylesine üst düzeye çıkmıştır ki, mevcut duruma katlanmaları için insanların dini inançlarını daha fazla sömürmeden onları iktisaden daha fazla sömürmenin de pek bir yolu kalmamıştır.
İktidar her türlü yolla tarikat ve cemaatlerin kitle tabanını büyütmeye çalışıyor. Derinleşen yoksullaşma zaten yoksulların bir kesimini, maddi ve manevi destek alabilme umuduyla cemaatlerin kucağına itiyor dedik. Ama dini yapıların devamlılığını sağlamak bakımından gençlere ulaşmak büyük önem taşıyor. İşte bu noktada yoksul emekçilerin çocukları, cemaatlerin açtığı anaokullarına (sübyan mektepleri), yurtlara, yaz okullarına, kurslara, kamplara vb. mahkûm ediliyor. Milli Eğitim Bakanlığıyla tarikatlar arasında protokoller imzalanarak okullar açıkça tarikatların örgütlenme merkezlerine dönüştürülüyor. Devlet, geçmişte üstlendiği hizmetleri tasfiye ederek, gençliği cemaatlere doğru itiyor. Eğitim sisteminde yapılan değişikliklerin ana motivasyonlarından biri budur mesela. 4+4+4 diye adlandırılan eğitim sisteminin düzenlenmesindeki zırvalıklarla bir milyondan fazla genç örgün eğitim sisteminin dışına çıkarılmış durumdadır. “Açık öğretim” denilen sistem liselerde de yaygınlaştırıldı ve böylelikle 1,2 milyon genç gerçekte eğitimden kopartıldı, bir de bunlara ek olarak 500 binin üzerindeki gencin hiçbir okulla bağı bulunmuyor. Yani yaklaşık 2 milyon genç! Bunların bir kısmı ya çalıştıkları için zorunluluktan ötürü ya da eğitim sisteminin diğer boşluklarından yararlanmak için[7] açık liselere kayıtlıdırlar. Dolayısıyla geri kalan önemli bir çoğunluk cemaatlerin kendilerine çekmeye çalıştıkları bir kitleyi oluşturuyor. Cemaatlerin bazıları, bu gençlerin bir kısmını kendi gayri resmi “paralel eğitim kurumlarında” tedrisattan geçiriyorlar. Bu tür okullar resmi olmadıklarından diploma veremiyorlar ve bu nedenle da öğrencilere cazip görünmüyorlar, ama işte iktidarın açık lise uygulamasıyla bu dezavantaj ortadan kaldırılmış ve bir anlamda “paralel bir eğitim sistemi” kurulmuş oluyor. Özetle, gayet örgütlü bir şekilde kendi kadrolarını yetiştiriyorlar.
Burada sorun, tarikatların gençleri kazanmaya dönük faaliyetleri değildir. Sorun, Anayasasında “laik bir devlet” olduğu yazılı olan bir burjuva devletin, bu süreçte dini tarikatları koruyup gözeten, onlara mali kaynak aktaran ve böylece onların daha da yaygın bir örgütlenmeye ulaşmalarını sağlayan uygulamalarıdır. Bu uygulamalar, yoksul emekçi ailelerini ve onların gençlerini tarikatlara daha da mahkûm kılan planlı uygulamalardır. Derhal son verilmesi gereken şey de budur.
Bunun dışında, güncel mücadelenin konusu olan haklı talepler vardır ve bunlar savunulmalıdır. Örgün eğitim 12 yıl boyunca zorunlu kılınmalı, devlet okullarındaki tüm öğrencilerin beslenme, barınma ve ulaşım ihtiyaçları devlet tarafından ücretsiz karşılanmalıdır. Gerek yatılı ortaöğretim kurumlarında gerekse de üniversitelerde, ihtiyacı karşılayacak ölçüde, kaliteli ve ücretsiz barınma imkânı sağlayan yurtları yapmak devletin görevi olmalıdır. Böylece emekçi ailelerin çocuklarının cemaatlere, onların verdiği burslara ya da barınma ve beslenme olanaklarına mahkûm kılınmasının önüne geçilebilir. Bırakalım tarikatlar ya da cemaatler kendi topladıkları bağışlarla diledikleri dini faaliyetleri sürdürsünler; ama onların devletten beslenmesine, onlara kaynak aktarımına ya da gençlerin onlara mecbur bırakılmasına derhal son verilmelidir. Hangi ad altında olursa olsun dini yapıların devlet okullarıyla ortak projeler yürütmesine, okullarda temsilci bulundurmasına, sözde kültürel faaliyetler vb. örgütlemesine izin verilemez. Okullardaki eğitim bilimsel ve laik içerikte olmak zorundadır; okullarda din derslerine de, mescitlere de yer yoktur. Çocuklarına din eğitimi aldırmak isteyen aileler, bunu kendi bütçeleriyle destekledikleri dini cemaatlerin kursları vb. yoluyla rahatça yapabilmelidirler. Ama din öğretiminin eğitim sistemiyle ilişkisi olmamalıdır, tıpkı din hizmetinin devletle ilişkisi olmaması ve devletin dinin üzerinden elini tümüyle çekmesi gerektiği gibi. Devlet, dini sermayenin çıkarları doğrultusunda kullanmak üzere resmi dini kurumlar yaratıp bunlara inanılmaz paralar akıtacağına, üstlenmesi gereken sosyal hizmetleri eksiksiz yerine getirmelidir. Diyanet İşleri Başkanlığı dağıtılmalı ve onun bütçesi de olduğu gibi eğitim ve sağlık gibi emekçi kitleleri doğrudan ilgilendiren kamusal hizmetlere aktarılmalıdır. Öğrencilerinin ihtiyaçlarını karşılayacak hizmetleri gerekli kalitede sunmak için lazım olan ek bütçe kaynakları, sermayenin ek vergilendirilmesi yoluyla sağlanmalıdır.
Diğer demokratik sorunlar için olduğu gibi gerçek bir laiklik için de mücadelenin önderliğini tutarlı bir şekilde ancak devrimci işçi sınıfının üstlenebileceği açıktır. Onun açısından böylesi bir “demokrasi mücadelesi”, her türlü gericiliği destekleyip körükleyen burjuva egemenliğinin yıkılmasıyla sıkı sıkıya bağlıdır. Bu noktada dinsel gericilik işçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından iki temel sorun oluşturur: 1) resmi dinin ve tarikatların emekçilere vaaz ettiği itaat, şükür ve mücadeleden uzak durma yaklaşımı, 2) emekçi kitlelerin dinsel ve mezhepsel temelde bölünmesi. Marksizmin sınıf mücadelesi pratiği içerisinde din konusuna yaklaşımı, bu sorunların doğru taktikler, yöntemler ve uygun bir üslupla bertaraf edilmesine dönüktür. Bu hususta, çok hassas ve özenli olunmalıdır. Dini inançlar, kendilerini var eden ve her gün yeniden üreten toplumsal nesnel koşullar ortadan kalkmadıkça varlıklarını ve etkilerini sürdürecektir. O halde, hedef tahtasına oturtulması gereken, din, cemaatler veya tarikatlar değil, onları her gün yeniden ve farklı biçimlerde üreten kapitalist sömürü sistemidir. Kapitalist sömürü sistemi yıkıldığında herkes, dilediği dine inanıp ibadet etmekte ya da hiçbir dine inanmamakta özgür olacaktır.
[1] Menzil cemaatinin şeyhi olan Abdulbaki Erol’un cenazesi de bu tartışmanın iyice alevlenmesine vesile oldu. Cenazeye yaklaşık 250 bin kişi katılmış, cenazenin köye götürülüşünde 20 kilometrelik araç kuyruğu oluşmuş, cenazeye katılmak isteyenler için birkaç gün öncesinden çeşitli illerden özel bir tarifeyle THY seferleri düzenlenmişti. Cenazeye üst düzey devlet görevlilerinin de üstelik resmi makam araçlarıyla katılması, bir kez daha tarikatların ve onlara bağlı cemaatlerin ulaştığı kitleselliği ve politik etki alanını gözler önüne serdi. Cenazenin hemen ardından Erol’un çocukları arasında baş gösteren post kavgası ise tarikatın bölünmesiyle sonuçlandı.
[2] Oktay Baran, Din Sorunu, Laiklik ve Marksizm, Şubat 2008, marksist.net/node/1704
[3] Hasan-ı Basrî maddesi, İslam Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/hasan-i-basri
[4] Osmanlı’da hem padişahlar hem de şeyhülislamların çoğu çeşitli tarikatlara (politik nedenlerle birden fazlasına yakın olabiliyorlardı) mensup ya da yakındı.
[5] Türkiye’de tarikatların iktidarla ilişkileri ve geçirdikleri dönüşüm hakkında detaylı bir inceleme için İslami Harekette Yaşanan Ayrışma Süreci adlı yazımıza bakılabilir.
[6] Vaktiyle Menzil dergâhına yaptığı bir ziyarette şahit olduklarını aktaran Levent Gültekin, şeyhin iki yanında birer polis olduğunu ve bunun devlet tarafından koruma olarak tahsis edildiğini öğrendiğinde ne kadar şaşırdığını söyleyerek bunu şöyle gerekçelendiriyor: “O dönemde iktidar (…) öyle muhafazakâr bir iktidar değildi. Tam tersine «irticayla mücadele»yi esas almış iktidarlardan biriydi. Kamuoyuna yönelik bu tür yapılara izin verilmeyeceği, yok edileceği türünden sözler eden devlet, arka planda tarikatların korumalığını üstlenmişti.” Tarikatların Kıskacındaki Türkiye, 16/7/2023, www.diken.com.tr
[7] Örneğin lise son sınıf öğrencileri, üniversite sınavına dönük olarak okul başarı puanlarını yükseltmek ve okula gitmeyip dershanelerde sınava hazırlanmak için bu yola başvuruyorlar.
link: Oktay Baran, Tarikat Olgusu ve Gerçek Laiklik Mücadelesi, 20 Ağustos 2023, https://marksist.net/node/8050
Kapitalizmde Emekçiler İçin Güvenli Bir Yurt Yok!
Beyazıt Meydanında Paramaz ve Yoldaşları