Filistin sorununun neden bir türlü çözülemediğini ele aldığımız yazımızın üçüncü bölümünü kaleme aldığımız sıralarda, Siyonist İsrail devleti fiilen işgal ve abluka altında tuttuğu Batı Şeria’da bulunan Cenin mülteci kampına son yılların en büyük saldırısını başlattı. Saldırıda onlarca kişi hayatını kaybederken yüzlerce kişi de yaralandı. İsrail âdeti olduğu üzere “Filistinli teröristlere karşı operasyon” yaptığını söylerken, mülteci kampında bulunan Filistinliler bir yandan İsrail saldırısına karşı koymaya çalıştılar diğer yandan da işbirlikçi Filistin Yönetiminin hiçbir şey yapmadan İsrail saldırısını izlemesini protesto ettiler. Güya Filistin halkının yanında olan Türkiye her zamanki gibi saldırıları kınamakla yetindi, ABD İsrail devletine arka çıktı, AB ülkeleri büyük ölçüde sessiz kalırken BM de göstermelik açıklamalarda bulundu. Kısacası İsrail-Filistin cephesinde değişen bir şey olmadı…
Yarım kilometrekarelik alanda yaşamak zorunda bırakılan yaklaşık 20 bin insanı hedef alan ve şehrin altyapısını neredeyse yok eden bu saldırı, kuşkusuz İsrail’in ne ilk ne de son saldırısıydı. Silahlı direniş gruplarının da bulunduğu Cenin mülteci kampı öteden beri İsrail’in ana hedeflerindendi. Ocak ayından beri 200’e yakın Filistinlinin hayatını kaybettiği saldırılarda, İsrail devletinin “eşi benzeri görülmemiş derecede şiddet uyguladığı” tüm tarafsız gözlem kuruluşlarınca dile getiriliyor. İsrail son aylarda tanklarla, savaş uçakları ve helikopterleriyle, SİHA’larla sivil halka saldırıyor, evleri bombalıyor, mahalleleri yok ediyor, altyapıyı yerlebir ediyor. Kendi vatanlarında mülteci konumuna düşürülen Filistinliler İsrail kurşunları altında can veriyorlar.
İsrail’in hiç bitmeyen bu saldırılarına rağmen ABD başkanı Biden geçen yıl İsrail’e ziyarette bulunmuş ve İran’ın nükleer programına karşı İsrail’in çabalarını övmüş, ABD’nin İsrail’in saldırgan politikalarını desteklemeye devam edeceğini de teyit etmişti. BM ise İsrail’i eleştiren insan hakları savunucularını özür dilemeye zorlamıştı. ABD ve Batı’nın desteğine sahip olduğunu iyi bilen İsrail, 2022 Ağustosunda da yine teröristlere operasyon bahanesiyle Gazze’ye hava saldırısında bulunmuştu ve aralarında çocukların da olduğu 32 kişiyi katletmişti. Daha katledilen Filistinlilerin kanı kurumamışken, Filistinlilerin sözde hamisi Erdoğan 14 yıl aradan sonra Türkiye’ye ziyarete gelen İsrail başbakanıyla görüşüp el sıkışmakta beis görmemişti. Bu arada, Kasım ayında yapılan seçimleri sağcı Netanyahu tekrar kazanmış ve ırkçı-faşist Ben Gvir’in partisiyle koalisyon kuracağını duyurmuştu. Ben Gvir, İsrail ve ABD’nin bile yasakladığı ve terör örgütü saydığı faşist Kah hareketinin üyesiydi ve Filistin Yönetiminin dağıtılmasını savunuyor. Böylece Siyonist İsrail devletinin, Filistinlilere yönelik kadim “yok etme” politikalarının artarak sürdürüleceği de açıkça teyit edilmiş oluyordu. Tüm bu süreçte Körfez Arap ülkelerinden veya Mısır’dan kayda değer hiçbir ses çıkmadı.
2023 yılına girildiğinde İsrail, Filistin halkının meşru müdafaa hakkını bahane ederek saldırılarını sürdürmeye devam etti. Nitekim Şubat ayında, önce hüküm giymiş Filistinlilerin vatandaşlığını iptal edeceğini duyurdu, sonra da Batı Şeria’nın Nablus kentine düzenlediği baskında 10 Filistinliyi daha katletti. Bu arada İsrailli bir bakan Filistinlilere yönelik etnik temizliğin şart olduğunu dile getiriyordu. Mart ayına gelindiğinde ise İsrail Cenin’e tekrar saldırı düzenledi ve 3 Filistinliyi daha öldürdü. Böylece 2023 yılı başından itibaren Batı Şeria’da 77 Filistinli hayatını kaybetmiş oluyordu. Nisan ayında da İsrail Gazze’ye yönelik hava saldırılarına devam ederken BM 200 bin Filistinliyi kapsayan gıda yardımı programını “fon sıkıntısı” nedeniyle askıya alacağını duyurdu. Bu esnada Gazze’de İsrail saldırıları nedeniyle hayatını kaybeden Filistinlilerin sayısı da 33’e ulaşmıştı.
İsrail’in Filistin halkına yönelik şiddetinin bu denli artmasının temel sebeplerinden biri, İsrail’de ülke tarihinin gördüğü en sağ hükümetlerden birinin iktidarda olması ve bir yandan yolsuzluk suçlamalarıyla, diğer yandan ciddi kitle protestolarıyla yüz yüze gelen Netanyahu’nun iktidarını korumak için saldırılardan yararlanmasıdır. Bu noktada, Netanyahu’nun ve iktidardaki ırkçı-faşist koalisyon hükümetinin otoriter adımlarına karşı artan kitle protestolarının özellikle altını çizmek gerekir.
Netanyahu açısından önemli bir hamle olan yargı “reformu” (ki aslında yargıyı ve devleti tamamen kontrol altına alma niyeti taşımaktadır) muhalefetten büyük tepki görmüştür. Mevcut durumda, İsrail’in en yüksek yargı organı olan Yüksek Mahkemenin, hükümeti kontrol ve müdahale hakkı bulunmaktadır. Nitekim Yüksek Mahkeme, yakın zaman önce, yolsuzluk ve usulsüzlük suçlamaları nedeniyle bir bakanın atanmasını iptal etmişti. Netanyahu’nun bu otoriter-faşizan uygulamalarına karşılık muhalefet güçlerinin organize ettiği kitlesel protestolara yüz binler katılmış, hükümetin buna rağmen 10 Temmuzda yasa tasarısını meclise getirmesiyle protestoların dozu da artmıştı. İsrail halkı, 11 Temmuzu “Öfke ve Direniş Günü” ilan ederek sokaklara dökülmüştü. Ancak Irkçı-faşist Netanyahu koalisyonu tasarıyı meclise getirip ilk turda çoğunluğu sağladığı için protestolar da devam ediyor.
İsrail’de demokrasi mücadelesi açısından son derece önemli olan bu protestoların Netanyahu’nun elini zora soktuğu açıktır. Bu yüzden, yolsuzluk suçlamalarını da içeren bu tepkiyi bastırabilmek, ekonomik kriz ve emperyalist savaşlarla şekillenen konjonktürde iktidarını sağlamlaştırmak isteyen Netanyahu için, “Filistinli teröristlerin saldırıları”nı bahane ederek ve sağ-muhafazakâr kesimden İsraillilerin milliyetçi-şoven duygularına seslenerek, güya kutsal Yahudi davasını korumak adına Batı Şeria ve Gazze’deki masum Filistinlilere hunharca saldırmak son derece işlevlidir. Batı ve özellikle ABD de yürüyen emperyalist savaşın ve kapışmanın ana cephelerinden olan Ortadoğu’da, başta İran, Türkiye, Rusya ve Çin olmak üzere kendi emperyalist çıkarlarına risk oluşturan ülke ve rejimlere karşı güçlü bir İsrail’in varlığının devam etmesini istemektedir. Bu yüzden de gerek ABD gerekse de BM, ara sıra yaptıkları göstermelik barış ve itidal çağrıları bir yana bırakılacak olursa İsrail’in Filistin halkına karşı yürüttüğü savaş ve kırım politikasını bazen açıktan, bazen de örtük biçimde desteklemektedir.
Kuşkusuz, İsrail’in ve Batılı emperyalistlerin politikalarında yeni veya şaşılacak bir şey yoktur. Onlar, uzun vadeli emperyalist çıkarlarına uygun şekilde hareket etmekte ve elde kalan bir avuç Filistin toprağının da gasp edilmesine, Filistinlilerin en zalim yöntemlerle sindirilmesine yönelik politikalarına devam etmektedirler. Kendisini var eden ve destekleyen Batılı güçlerle birlikte Siyonist İsrail devletinin Filistin halkına sunduğu tek seçenek kölece biat etmek veya yok olmaktır. Asıl sorun, Filistin halkını temsil ettiğini söyleyen işbirlikçi Filistin Yönetiminin yozlaşmışlığı, bölünmüşlüğü ve ortada gerçekten halkın çıkarlarını savunabilecek bir siyasi hareketin bulunmayışıdır. Filistin halkı adeta bir yandan İsrail devletiyle diğer yandan da işbirlikçi Filistin Yönetimiyle mücadele etmektedir.
İkinci intifadadan bugüne Filistin sorunu
Yazımızın bir önceki bölümünün sonunda, 1987-93 yılları arasında Filistin halkının büyük ölçüde FKÖ’nün kontrolü dışında başlattığı ikinci intifadanın sağladığı kazanımlardan bahsetmiş ve bu anlamda Filistin sorununun çözümünün temel dinamiğinin de bu olduğunu vurgulamıştık. Ancak maalesef aradan geçen onyıllarda Filistin Yönetimi, Filistin halkının gözünde meşruiyetini önemli oranda yitirmiş ve son İsrail saldırılarıyla birlikte de adeta çökme noktasına gelmiştir. Filistin burjuvazisi, Körfez Arap ülkelerinin ve Mısır’ın da yönlendirmesiyle, elde ettiği “mini devlet”i ve diğer kazanımları korumak adına, onyıllardır İsrail’in sürdürdüğü her türlü askeri saldırıya, aşırı sağcı Yahudiler aracılığıyla kalan Filistin topraklarında yeni yerleşim yerleri kurulmasına, Filistin halkına yapılan zulme, zorla göç ettirmelere, gasplara, on binlerce Filistinlinin İsrail zindanlarında çürütülmesine karşı kayda değer bir şey yapmamıştır. İsrail zulmüne karşı Batılı emperyalistlerle diplomasi yürütmekten, eli kanlı İsrail devletiyle uzlaşmaya çalışmaktan başka bir şey yapmayan Filistin Yönetimi, Filistin halkının davasıyla bir ilişkisi kalmadığını defalarca ortaya koymuştur.
Tüm bu olumsuz koşullara ve çözümsüzlük ortamına rağmen Eylül 2000’de Filistin halkı üçüncü bir intifada daha gerçekleştirmiş ve bu ayaklanmanın sonucunda, 2003 yılında Batılı güçler ve Rusya tarafından bir “yol haritası” hazırlanmış, ancak taraflarca imzalanmasına rağmen fiilen hayata geçirilmemiştir. Çünkü İsrail’i bu adımları atmaya zorlayacak bir güç ve irade ortaya konulamamıştır. Bu anlaşma, İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesini, Gazze ve Batı Şeria’da tüm uluslararası anlaşma ve hukuk kurallarını hiçe sayarak kurduğu yerleşim yerlerini boşaltmasını, geçici sınırlarla bir Filistin devletinin kurulmasını öngörüyordu. Ancak ne bu devletin sınırları belliydi ne de İsrail bir adım attı.
İşbirlikçi ve uzlaşmacı El Fetih/FKÖ çizgisine güya alternatif olarak, ikinci intifadanın başlarında 1987 yılında kurulan İslamcı Hamas da Filistin halkının derdine derman olmamıştır. İşin aslı İsrail, bir yandan Filistin halkının siyasi iradesini bölmek ve zayıflatmak, diğer yandan da uyguladığı zalim politikalara karşı Batı’da oluşan tepkileri önlemek maksadıyla, Hamas ve İslami Cihat türü gerici-İslamcı örgütlerin kurulmasının ve gelişmesinin önünü açmış, sonra da bunları “terörist” addederek bu “terörist saldırıları” önleme bahanesiyle Filistinlilere saldırılar düzenlemeye devam etmiştir. Bugün, gelinen noktada, dünün sözde radikal örgütleri Hamas ve İslami Cihat dahi İsrail açısından işlevini yerini getirmediğinden, yeni yeni onlarca örgütün kurulmasının önünü açmakta, Filistin Yönetiminin her fırsatta altını oymakta, Filistin halkının birleşik bir siyasi iradeye sahip olmasını engellemeye çalışmaktadır. Burada bu örgütlerden ve hareketlerden detaylıca bahsetmeye gerek yoktur çünkü bunların hiçbiri Filistin halkının çıkarlarını ve davasını gerçek manada önüne koyan bir mücadele çizgisine sahip değildir. Bilakis bu örgütler ve hareketlerin çoğu İran-Hizbullah’tan Suudi Arabistan’a, Türkiye’den Mısır’a değin çeşitli bölge güçlerinin desteklediği ya da bizzat kurduğu, Filistin yönetiminin sahip olduğu ayrıcalıklardan pay isteyen, çeşitli istihbarat örgütlerinin içlerinde cirit attığı ve/veya manipüle ettiği yapılardır.
İslamcı Hamas örgütü gibi örneklerden hareketle şunu da geçerken belirtmek gerekir ki; Filistin sorununun ve İsrail-Filistin arasındaki çatışmaların (kuşkusuz asıl olarak İsrail’in saldırılarının) din çatışması yani Müslüman-Yahudi meselesi olarak lanse edilmesi de son derece yanlıştır. Bu adlandırma Siyonist İsrail devletinin ve diğer gerici Arap egemenlerinin elini güçlendirmekten başka bir işe yaramamaktadır. Ortada dinler veya medeniyetler çatışması değil, siyasi bir sorun bulunmaktadır. SSCB’nin ve diğer Doğu Bloku devletlerinin çöktüğü 90’lı yıllara kadar Filistin davasının savunuculuğunu üstlenmiş olan sol tandanslı siyasi hareketlerin yerini giderek İslamcı örgütlerin alması tesadüf değil, emperyalist güçlerin politikalarının (ve kuşkusuz devrimci-sosyalist bir önderliğin yokluğunun) sonucudur.
Başlarda İsrail’i tanımadığını, işgal edilmiş tüm Filistin topraklarını geri alacağını ve tek bir Filistin devletinden başka çözüm tanımadığını söyleyen Hamas’ın izlediği politikalar ve bunların yarattığı sonuçlar bu tespitimizi doğrulamaktadır. Nitekim, iyice yıpranmış ve gözden düşmüş FKÖ yönetimi karşısında 2006 yılında Gazze ve Batı Şeria’da seçim zaferi kazanan Hamas çıkarları uğruna Filistin’i bir iç savaşın eşiğine getirmiştir. İç savaş tehlikesi ancak artan uluslararası baskılar ve Filistin halkının basıncı sonucu savuşturulabilmiş ve Hamas, El Fetih’le birlik hükümeti kurmak için müzakerelere başlayıp bir anlaşma sağlamıştır. Bu süreçte Hamas İsrail devletini tanıdığını ve sadece 1967 sınırlarında İsrail’e karşı mücadele vereceğini duyurarak geri adım atmış, yani iktidardan pay alır almaz sözde radikal siyasetinden vazgeçmiştir.
Filistin davası El Fetih, Hamas veya İslami Cihat gibi örgütlerin elinde can çekişirken 2010 yılındaki “Arap Baharı”nın tüm Ortadoğu’da yarattığı değişim rüzgarları Filistin’de de en azından başlangıçta yeni umutlar doğurmuştur. Tıpkı Ortadoğu’nun baskıcı iktidarları altında ezilen diğer Arap halkları gibi Filistin halkı da bu değişim rüzgarından etkilenmiş ve hareketlenmeye başlamıştır. Bu basınç ve siyasi konjonktürün etkisiyle Filistin Yönetimi, Filistin devletinin BM nezdinde tanınmasına yönelik girişimler başlatmış ve 2012’de “üye olmayan gözlemci devlet” statüsü elde etmiştir. Mısır, Gazze’ye sınır olan Refah kapısını açarak İsrail ablukasını önemli ölçüde zayıflatmıştır. Fakat tüm bu adımlar, arkasının gelmemesi nedeniyle kalıcı sonuçlar doğuramamıştır. İsrail, çeşitli iç ve dış baskılar sonucu bir adım atsa da 3-4 adım geri atmıştır. 2018 yılında İsrail’in aldığı bazı kritik kararlar buna örnek olarak gösterilebilir. İsrail parlamentosu Knesset’in kabul ettiği “Birleşik Kudüs” yasasıyla Filistinliler için son derece önemli olan Doğu Kudüs’ten (Filistin Devleti’nin başkenti kabul ediliyordu) bir daha çekilmeyeceğini ilan etmesi, aynı yıl ABD başkanı Trump’ın büyükelçiliği Kudüs’e taşıyarak İsrail’in bu kararını onaylaması, birkaç ay sonra yine Knesset’in İsrail’i bir “Yahudi devleti” olarak niteleyen yasayı geçirmesi gibi… Bunlar, İsrail’in Filistin halkının haklı davasına karşı –hükümetler değişse de değişmeyen– politikalarını gösteren kararlardır. İsrail, türlü oyunlar ve politikalarla kadim planını adım adım hayata geçirmekte, hiçbir şekilde bundan taviz vermemektedir.
Filistin sorunu nasıl çözülür?
Filistin sorunu çok boyutlu bir sorundur. Fakat sorunun özünü, Filistin halkının kendi kaderini özgürce tayin etmesi yani ayrı ve bağımsız bir Filistin devleti kurma hakkına kavuşması oluşturmaktadır. 90’lı yıllarda Filistin halkının gerçekleştirdiği intifada sonucu bu hak kısmen elde edilmiştir. Kısmen diyoruz çünkü kurulan “mini devlet” ve oluşturulan Filistin Yönetimi bir kazanım olsa da İsrail devleti tarafından adeta iğdiş edilmiş ve kullanılamaz hale getirilmiş vaziyettedir. Ortada ne gerçek manada bir Filistin devleti ne de bu devletin siyasi birliği, dolayısıyla da bağımsızlığı vardır. Üstelik İsrail’in uyguladığı politikalar sonucu iki devletli çözüm de giderek nesnel temelini yitirmekte ve kangren olmuş Filistin sorunu çözümsüzlüğe doğru sürüklenmektedir.
Bir kere Filistin Yönetimi fiilen bölünmüş durumdadır (Gazze’de Hamas ve Batı Şeria’da El Fetih) ve elindeki silahlı gücü kendi halkına karşı kullanmaktan öte bir işlevi bulunmamaktadır. İkinci olarak da İsrail, işgal ve abluka altında tuttuğu Gazze ve Batı Şeria’da kendi “sivil” yerleşim yerlerini ve askeri üslerini sürekli arttırmış, çekilmeyi vaat ettiği toprakların çok az bir kısmından o da göstermelik biçimde geri çekilmiştir. Sık sık da Filistin Yönetimini tanımadığını ilan etmiş, fiilen işlemez hale düşürmüştür. Üçüncüsü ise bitip tükenmek bilmeyen İsrail saldırılarıdır. İsrail her yıl Filistin halkına karşı çeşitli bahanelerle düzenlediği onlarca saldırı sonucu yüzlerce Filistinliyi katletmektedir. Filistin halkının meşru müdafaa hakkını kullanmasını “terör eylemleri” ve Filistinli direniş gruplarını da “terörist örgütler” olarak nitelemektedir. Maalesef İsrail’in bu haksız yaklaşımı Batılı güçlerce de genel olarak kabul görmekte, işbirlikçi Arap devletleri de duruma seslerini çıkarmamaktadırlar.
Geniş bir coğrafyaya yayılmış olan Arap halkının bir parçası olan Filistinlilerin yaşadığı bu sorunlar, kuşkusuz bölgedeki diğer Arap halklarını ve devletlerini de yakından ilgilendirmektedir. Filistin sorunu çoktandır Ortadoğu’nun tamamını ilgilendiren uluslararası bir sorun haline gelmiştir. Her şey bir yana, sayıları 10 milyona yaklaşmış olan Filistinlilerin milyonlarcası Ürdün ve Lübnan başta olmak üzere çeşitli Arap ülkelerinde yaşamaktadır ve kendi topraklarına dönmeyi beklemektedirler. Ancak Arap devletleri olan bitenler karşısında timsah gözyaşları dökmekten öteye geçmemekte, hatta Arap kitlelerinin basıncını etkisiz hale getirmeye çalışmaktadırlar, çünkü asıl dertleri kendi baskıcı egemenliklerini sürdürmek ve güçlendirmektir ve bu uğurda da emperyalizme yardakçılık yapmaktadırlar.
Sürekli vurguladığımız üzere, mevcut konjonktürde Filistin sorunu başta olmak üzere bölgedeki tüm diğer ulusal sorunlar (Kürt sorunu da bunların başlıcalarından biridir) emperyalistlerin ve bölge güçlerinin hegemonya mücadelesinin alanına dönüşmüş durumdadır. Oysa emperyalistlerin ve bölge güçlerinin Filistin halkı başta olmak üzere ezilen halklara sunacağı kalıcı ve halkların yararına bir çözüm olmadığı, Filistin sorununun onlarca yıllık seyrinden de kolayca anlaşılabilir. Burjuva önderliklerin peşinden sürüklenen Filistin halkı, İsrail zulmünden, işgalinden, katledilmekten ve yoksulluktan bir türlü kurtulamamaktadır. El Fetih’inden Hamas’ına, solundan sağına bu burjuva önderliklerin Filistin halkının beklentilerine yanıt vermesi mümkün değildir. Ne El Fetih’in ve genel olarak adına Filistin Yönetimi denilen işbirlikçi hükümetin yürüttüğü diplomasi ne de Hamas’ın veya İslami Cihat gibi örgütlerin attıkları füzeler Filistin sorununu çözebilir. Aksine bu gerici önderliklerin uyguladıkları politikalar ve kullandıkları yöntemler Filistin davasına ve halkına zarar vermektedir.
Filistin’de, İsrail topraklarında ve Ortadoğu ülkelerinde örgütlü bir işçi hareketinin ve güçlü sosyalist hareketlerin bulunmadığı gerçeği göz önüne alındığında, bu tabloya da fazla şaşırmamak gerekir. Bugün için, Filistin halkının haklı davası çözümsüzlük girdabına kapılmış halde emperyalistlerin ve bölge güçlerinin elinde oradan oraya sürüklenmekte, Filistin halkı acılar içinde kıvranmaktadır. Halbuki gelinen noktada ve içinde bulunulan politik-ekonomik konjonktürde, Filistin halkının ve diğer ezilen halkların, onlarla birlikte Ortadoğu’nun işçi-emekçi sınıflarının kaderi ortaklaşmıştır. Tek çözüm toplumsal kurtuluş için anti-kapitalist ve anti-emperyalist bir mücadele yürütülmesidir. Filistin halkının yanı sıra İsrailli işçi-emekçiler de bu mücadeleye katılmaksızın yol alınması mümkün değildir. Her iki halkın ve tüm bölge halklarının en büyük özlemlerinden biri olan savaşsız ve sömürüsüz bir düzen, ancak işçi sınıfı bunun için savaşırsa gelecektir.
link: Kerem Dağlı, Filistin Sorunu Neden Çözülemiyor? /3, 20 Temmuz 2023, https://marksist.net/node/8020