Onur Yürüyüşlerini yasaklarla ve polis terörüyle engellemeyi rutin haline getiren rejim, bu yıl da kendisinden bekleneni yaptı ve Onur Haftasında yapılması planlanan tüm etkinlikleri valilikler, kaymakamlıklar ve üniversite rektörlükleri aracılığıyla yasakladı. Üstelik bu yasaklar Eskişehir örneğinde görüldüğü gibi kimi yerlerde 30 güne dek uzatıldı. İstanbul Taksim’de yapılmak istenen yürüyüşü engellemek için yüzlerce polis Beyoğlu ve çevresini abluka altına aldı ve toplananlara saldırdı. Yaptıkları basın açıklamasında “Sınırsız, sınıfsız şiddetsiz ve sömürüsüz bir dünya istiyoruz. Her fırsatta gücünü bize karşı sürdüren bu polis devletinin ve emrindeki kolluk kuvvetlerinin şiddetinden korkmuyoruz. Alanlar sizin mi sandınız? Sizden korkmuyoruz ve bizler değil sizler gideceksiniz” diyen LGBT+ bireyler coplanarak gözaltına alındı. Benzer şekilde İzmir’de yapılmak istenen yürüyüş de polis saldırısıyla ve gözaltılarla son buldu.
Estirilen devlet terörü hep aynı sahte argümanlarla ve bahanelerle meşrulaştırılmaya çalışılıyor. “Aileyi korumak”, “genel ahlâka karşı tutum ve davranışlar içeren etkinliklere geçit vermemek”… Yasaklanan ve saldırıya uğrayan sadece yürüyüşler değil, her türlü etkinliktir. Ama bununla da kalınmamakta, neredeyse gökkuşağı renklerinin görüldüğü her kurum ve kişi kriminalize edilmektedir. Örneğin Melih Gökçek’in, sosyal medya hesabından, “Bu kadın öğretmense derhal açığa alınmalı... Çocuklarımızı eşcinselliğe itenler çocuklarımızın katilleridir...” diyerek hedef gösterdiği bir kadın öğretmen ve o öğretmenin çalıştığı okulun kadın müdürü açığa alınmıştır. Öğretmenin yaptığı tek şey ise gökkuşağı süslemelerinin önünde çocuklarla karneli poz vermiş olmaktır.
Oysa aynı Melih Gökçek’in, belediye başkanlığı döneminde “Gökkuşağı” adında bir “kamu pazarı” açtığı, gökkuşağı renklerinde ışıklandırılmış havuzlar yaptırdığı bugün fotoğraflarıyla ortaya seriliyor. Bir zamanlar Erdoğan’ın Onur Yürüyüşlerine izin vermekle ve herkes gibi LGBT+’ların da haklarını savunmakla övündüğü de hafızalardan henüz silinmedi. 2002 seçimleri öncesinde “Genç Bakış” adlı bir televizyon programına katılan Erdoğan, bir öğrencinin “Bildiğimiz gibi Türkiye'de eşcinsel vatandaşlarımız var, eşcinsel vatandaşlarımıza Avrupa’da olduğu gibi evlilik hakkı gibi başka haklar tanımayı düşünüyor musunuz, kişisel olarak ne düşünüyorsunuz, eşcinsellere haklar tanınmalı mı tanınmamalı mı?” sorusuna şöyle yanıt vermişti: “Eşcinsellerin de kendi hak ve özgürlükleri çerçevesinde yasal güvence altına alınması şart. Zaman zaman bazı televizyon ekranlarında onların da muhatap oldukları muameleleri insani bulmuyoruz.”[1]
LGBT’lerin hak ve özgürlükleri yasal güvence altına alınmamakla birlikte, 1993’te “Cinsel Özgürlük Haftası” adı ile gerçekleştirilmek istenen ve yasaklanan Onur Yürüyüşü ilk kez 2003’te AKP döneminde yapılmaya başlanmış ve kısa sürede kitleselleşip gelenek haline gelmişti. 2013’te Gezi direnişi dönemine denk gelen Onur Yürüyüşüne on binler katılmıştı. 2014’te de çok kitlesel bir katılım olmuştu. Fakat 2015’te siyasi ortamdaki değişimle birlikte ibrenin yönü de değişti ve Haziran seçimlerinden hezimetle çıkan AKP, Onur etkinliklerini ve yürüyüşünü yasakladı.
Bunun tam da faşizmin tırmanışa geçtiği bir dönüm noktası olduğu ve sonrasında yaşananlar herkesin malûmudur. Nitekim tam bir yıl sonra inşa aşamasına geçen faşist rejimin toplumsal muhalefeti ezme politikasından LGBT+ bireyler de fazlasıyla nasiplerini almışlardır. Bütün bu süreçte olduğu gibi bugün de sadece Onur Haftası etkinliklerini değil, konserleri ve ekoloji festivalini bile yasaklayan, dahası bu yasak nedeniyle basın açıklaması yapanları “kamu binası önünde izinsiz gösteri yapmak” suçlamasıyla ifade vermeye çağıran bir rejim var karşımızda. “Biat eden rahat eder, diğerlerinin ensesinde boza pişirmeye devam edeceğiz” diyen rejim güçleri, bütün bu saldırılarla herkese korku salıp gözdağı vermeye ve muhalefeti sindirmeye çalışıyor.
Toplumun zayıf ve savunmasız kesimleri olarak görülen kadınların hedefe oturtulmasının yanı sıra, eşcinsellerin ve transseksüellerin nefret odağı haline getirilmesi, dün olduğu gibi bugün de otoriter rejimlerin ve faşist hareketlerin alâmet-i farikalarından biridir.[2] Bu yüzdendir ki, bugün Erdoğan’la Putin, Bolsonaro’yla Modi, Trump’la Orban, “LGBT’yle aile yapımızı dejenere ediyorlar, aile kurumunu kurtaracağız” korosunda birleşiyorlar. “Heteroseksüellik dışındaki tüm cinsel tercih, yönelim ya da eğilimler, toplumun yapısına dönük ciddi bir tehdit olarak sunuluyor. LGBT’lere karşı histerik bir propaganda geliştiriliyor. Çok tipik bir faşist demagoji kullanılarak, insanların kendilerini kuşatılmış hissetmeleri, büyük bir komplonun kurbanı olarak görmeleri arzulanıyor.”[3]
Erdoğan rejimi de LGBT’leri sapık ve suçlu ilan ederek sahte bir düşman yaratıyor, bu bahaneyle çıkarılacak yasalarla aileyi koruma sahtekârlığı altında kadınların özgürlüklerini ellerinden almak ya da kısıtlamak, emekçileri “yaşam tarzı” ve din temelinde kutuplaştırmaya devam etmek istiyor. Seçim döneminde LGBT düşmanlığının nasıl muhalefete saldırının temel araçlarından biri haline getirildiğine en bayağı örnekler üzerinden tanık olduk. Rejim açısından çok işlevli bir hedefe dönüştürülmüş olan bu konunun önümüzdeki süreçte de gündemde tutulacağını görüyoruz. Anlaşılan, Anayasa değişikliği planı bunu daha da elzem kılıyor.
Şu sıralar Anayasa değişikliği planını meşrulaştırmaya çalışan rejim, en popüler bahaneler olarak iki şeyi öne çıkarıyor: Başörtüsü özgürlüğünü garantiye almak ve aileyi “yıkıcı LGBT tehdidi”nden korumak! Gerçekte rejimin bekası için atılan ya da atılacak adımların önündeki çeşitli yasal engelleri aşmak ve tartışma konusu olmaktan çıkarmak için bir anayasa değişikliği hazırlığının olduğu biliniyor. Fakat bu kapsamdaki değişikliklerin muhalif kesimlerin tepkisiyle karşılaşacağı açık olduğundan, dikkatleri ve tartışma zeminini farklı noktalara odaklayacak unsurları öne çıkararak ilerleme yolunun tercih edildiği görülüyor. İşte başörtüsü ve LGBT bahanelerinin öne çıkarılmasındaki amaç tam da budur. Bunlarla aynı zamanda sağ muhalefetin de tuzağa düşürülmesi hesap edilmektedir. Bu hesaba göre, bir paket halinde gelecek anayasa değişikliğine karşı çıkan herkes, başörtüsüne karşı çıkmakla, “aileyi zayıflatan LGBT’leri” desteklemekle suçlanacak, temel tartışma gündemi buna indirgenecektir. Böylece Erdoğan’ın iktidarını baki kılmak ve rejimin elini rahatlatmak için yapılmak istenen değişiklikler (cumhurbaşkanlığı seçilmek için gereken oy oranının %50+1’den %40’a düşürülmesi vb.) gerektiği gibi tartışılıp eleştirilemeyecektir.
Hazırlanan anayasa değişikliği teklifinde anayasanın 41. maddesinin başlığının “Ailenin korunması, evlilik birliği ve çocuk hakları” diye değiştirileceği, aynı maddeye “Evlilik birliği, ancak kadınla erkeğin evlenmesiyle kurulabilir” hükmünün ekleneceği ifade ediliyor. Teklifin gerekçesinde ise “Türk toplumunun temeli olan aile yapısını korumak ve aileye yönelik her türlü tehlike, tehdit, saldırı, çürüme ve sapkınlığa karşı tedbir almak devletin asli görevidir” ifadesine yer verildiği söyleniyor. Anayasa değişikliğinin kabul edilmesi halinde, Dernekler Kanununda değişikliğe gidilip LGBT derneklerinin faaliyetlerine “hızlıca” son verilmesinin planlandığı da anlaşılıyor.[4] Ayrıca benzer bahanelerle, kadın haklarını daha fazla kısıtlayacak ya da buna zemin hazırlayacak yasal değişikliklerin amaçlandığı da sır değildir. Rejim etrafında oluşturulan şer ittifakının YRP ve Hizbullah gibi azgın unsurlarının 6284’ü nasıl hedefe koydukları ve bunun sadece AKP saflarında değil örneğin Saadet Partisi cenahında da büyük bir teveccüh gördüğü biliniyor.
Komünist düşmanlığı, Kürt düşmanlığı, göçmen düşmanlığı, LGBT düşmanlığı, kadın düşmanlığı, ateist düşmanlığı… Rejim “cambaza bak” oyunuyla emekçileri paralize etme ve birbirine düşürme politikasını kesintisiz sürdürüyor. Ancak bu yolla iktidarını koruyabileceğini, işçileri, emekçileri gerçek sorunlarından uzaklaştırabileceğini biliyor ve oyununu ustalıkla oynuyor. Bu oyunu bozacak tek şey, toplumsal muhalefetin bütünlüklü, tutarlı bir demokrasi mücadelesi vermesidir. Fakat burjuva muhalefetin korkaklığı, sinikliği, güdük demokratlığı, kimi kesimlerinin ise düpedüz gericiliği ve anti-demokratikliği bunun önünde temel engeli teşkil etmektedir. Tam da bu yüzden, tutarlı demokrasiyi sadece devrimci işçi sınıfı, yani burjuva ideolojisinin gözbağlarını yırtmış, bu düzenle hiçbir çıkar birliğinin olmadığının, onu yıkmadıkça hiçbir sorunundan kurtulamayacağının bilincine varmış ve bunun için örgütlenmiş işçi sınıfı savunabilir. Ve yine bu yüzden, işçi sınıfının devrimci bilincinin, örgütlülüğünün ve sınıf mücadelesinin yükseltilmesi sadece işçi sınıfı açısından değil ezilen tüm toplum kesimleri için yakıcı bir önem taşımaktadır. Aksi durumda, kesimsel çıkarlar etrafında örgütlenen tüm hareketler, egemenler tarafından kolayca kriminalize edilebilecek ve toplumun geniş kesimlerinin gözünde marjinal hale getirilebileceklerdir.
[2] Marksist Tutum, “LGBT Karşıtı Miting”de Sergilenen Nefret ve İkiyüzlülük, 21 Eylül 2022, marksist.net/node/7756
[3] Oktay Baran, Faşizmin Kadın ve LGBT Düşmanlığı, 10 Kasım 2022, marksist.net/node/7794
link: Marksist Tutum, Onur Haftasında Yine Zulüm, Yine Nefret, 25 Haziran 2023, https://marksist.net/node/8003
MKE Neden Beş İşçiye Mezar Oldu?