Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinde devlet başkanı olan Mihail Gorbaçov’un 30 Ağustosta ölmesinin ardından dünya medyasında onunla ilgili pek çok yazı yazıldı. Batılı burjuva kalemlerin önemli bir kısmı Gorbaçov’a “20. yüzyılın en büyük siyasetçilerinden”, “tarihin akışını değiştiren lider”, “Soğuk Savaşı bitiren lider”, “Nobel Barış ödüllü siyasetçi” güzellemeleri yaptı. Doğu Bloku’nun ve SSCB’nin dağılması sürecinde üstlendiği belirleyici rol düşünüldüğünde burjuvazinin Gorbaçov’u neden kahraman ilan edip övdüğü sır değildir. Gorbaçov hiç kuşkusuz düşünce ve eylemleriyle dünya burjuvazisine büyük hizmetlerde bulunmuş, moral üstünlük elde etmesine katkı sağlamış bir figürdür.
1991’de SSCB’nin yıkılmasıyla dünya burjuvazisi hiç vakit kaybetmeden kapitalizmi muzaffer ilan etti. Sosyalizmin çöktüğünü, bunun kapitalizmin sosyalizme üstünlüğünü ortaya koyduğunu, kapitalizmin insanlık için tek ve en üstün alternatif olduğunu propaganda etti. İnsanlığın artık “tek kutuplu dünyada” “barış ve huzur içinde” yaşayacağı masallarını tedavüle soktu. “Komünizm, kapitalizmden kapitalizme giden en zahmetli yoldur” şeklindeki en pespaye argümanlarla komünizm mücadelesinin boş ve yararsız olduğunu ileri sürdü. Burjuvazinin ideologları “proletarya öldü, tarihin sonu geldi, ideolojilerin, sınıf mücadelelerinin devri geçti” gibi en ipe sapa gelmez yalanları piyasaya sürdüler.
Aslında burjuvazinin SSCB’de çökenin sosyalizm olduğunu bu denli rahatlıkla propaganda edebilmesi ve bu yalanların bu denli etkili olabilmesi hiç de şaşırtıcı değildi. Bu, en temelde, Ekim Devrimini Stalin önderliğinde gerçekleştirilen bir karşı-devrimle ezen, devletçi, totaliter bir rejim kurarak egemen sınıf katına yükselen ve son lideri Gorbaçov olan Sovyet bürokrasisinin günahıydı. Stalin ve despotik-bürokratik diktatörlük kendi çıkarları uğruna onyıllar boyunca SSCB’deki rejimin sosyalizm olduğu yalanına yaslanmaktan geri durmadı. “Tek ülkede sosyalizm” sözde teorisiyle pekâlâ devletli sosyalizm olabileceğini, kapitalizmle sosyalizmin uzun bir tarihsel dönem boyunca yan yana var olabileceğini savundu. Bu teoriyle zehirlediği dünya sosyalist hareketini paralize etti, dünya devrimi fikrinden uzaklaştırdı, dünyada ilk sosyalist toplumun Stalin’in önderliğinde Sovyetler Birliği’nde kurulduğu, sosyalist anavatanın korunması gerektiği palavralarıyla peşinden sürükledi, likide etti. Dolayısıyla içinde bulunduğu çağ bakımından tam bir garabet olan bu diktatörlük yıkıldığında, dünya sosyalist hareketi de büyük oranda bu enkazın altında kaldı. Sosyalizm idealinin kitaplarda yazanın aksine gerçek hayatta başarılı olamadığı, “reel sosyalizm” tarihsel deneyinin kapitalizm karşısında yenilgiye uğradığı yönündeki propagandaya zemin hazırlayan çöküş, sosyalist harekette derin bir hayal kırıklığı, moralsizlik ve yenilmişlik duygusu yarattı.
Milenyum dönemecine doğru ilerleyen tarihsel süreçte işte bunlar yaşanıyordu. Genç kuşaklar “sosyalizm denendi ve çöktü” yalanlarıyla zehirleniyor, sosyalizm mücadelesinden, toplumsal mücadele fikrinden uzaklaştırılıyor, bireyciliğin, bencilliğin, apolitikliğin tuzağına çekiliyordu. Proleter devrim ve sosyalizm için mücadele demode, bu mücadeleyi sürdürenler dinozor olarak damgalanıyordu. Bu koşullarda dünya burjuvazisi tabiri caizse köpeksiz köyde değneksiz geziyordu. Dünya işçi sınıfı ise örgütsüzlüğün, dağınıklığın, güçsüzlüğün bedelini en ağır biçimde ödüyordu ve ödemeye devam ediyor. Tarihsel ömrünü doldurmuş kapitalizmin içine girdiği çıkmazda debelendiği, emperyalist hegemonya kavgasının kızıştığı, Üçüncü Dünya Savaşının farklı biçimler alarak yayıldığı, otoriterleşme, totaliterleşme eğiliminin güç kazandığı, toplumsal sorunların girdaba dönüştüğü, doğanın yıkıma sürüklendiği, işçi sınıfının isyanlarının ülkeden ülkeye yayıldığı, insanlığın kapitalizmi yıkıp sosyalizme doğru ilerlemenin eşiğinde olduğu, bunun hem tarihsel hem de yaşamsal bir zorunluluk olarak kendini dayattığı günümüzde, dünya sosyalist hareketi bu denli güçsüzse bunun nedenini bu arka planda aramak gerekir.
Bu gerçekler hesaba katıldığında, Türkiye’de ve uluslararası arenada sosyalist ve komünist etiketli kimi çevrelerin ve isimlerin Gorbaçov’un ardından kaleme aldıkları yazılarda dile gelen nefret ilk bakışta haklı ve tutarlı görünebilir. Ne var ki bu nefretin temelinde Gorbaçov’a ilişkin sağlıklı değerlendirmeler değil “reel sosyalizm” denilen garabetin çökmesinin yarattığı hayal kırıklığı vardır. Kutsadıkları SSCB’nin çökmesini Gorbaçov’un ve ekibinin ihanetinin bir sonucu olarak görmeleri vardır: “Mihail Gorbaçov uğursuz bir misyonu yürüttü. Kendi başına değil, yukarıda iki örneğine değindiğim bir Çete’yle birlikte. Bu Çete gökten düşmedi, Sovyet toplumunun ve Komünist Parti’nin içinden çıktı. Böyleleri hep beslenecek çöplük bulabilir; daha önemlisi, Sovyet toplumunun sorunlarının istismar edilmesi için boşluk bırakılmıştı. Sovyet devrimcilerinin bıraktığı boşluklarda Batı yanlısı veya ajanı, yeni bir sermaye sınıfı yaratmaya tutkulu, anti-komünist, halk düşmanı alçaklara gün doğdu. Siyasal tarih geriye doğru bir zorunluluklar zinciri olarak okunamaz. Ne Gorbaçov’un bir haine dönüşmesi zorunluluktu, ne de Çetesinin koskoca ülkemizi, uluslararası işçi sınıfının en ileri kazanımını yıkması.”[1]
İşte böyle, vaktiyle resmi komünizm denen akımın bir parçası olanlar başta gelmek üzere sosyalist hareketin önemli bir bölümü, halen yatışmamış bir öfkeyle Gorbaçov’un arkasından kin kustular. Onu “sosyalist anavatanın çökmesine neden olmuş hain” diyerek yerden yere vurdular. Tarihsel ilerleyişi rayından çıkaran bir uğursuz muamelesi yaptılar. Kazak Abdal’ın meşhur hicvine atıfla “derince kazın kuyusun” diyerek Gorbaçov’un tarihe gömülmesini ve unutulmasını dilediler. Ve bir kez daha gerçeğe sırtlarını döndüler.
Doğrusu bu tutum, Marx’ın Louis Bonaparte’nin 18 Brumaire’i kitabının ikinci baskısı için yazdığı önsözde Victor Hugo’ya yönelik eleştirilerini hatırlatmaktadır: “Victor Hugo, hükümet darbesinin sorumlusuna (Louis Bonaparte’a –E.Ş.) karşı acı ve nükteli sövüp saymalarla yetiniyor. Olayın kendisi, ona, duru gökte çakan bir şimşek gibi görünüyor. Olayı, yalnızca, tek bir bireyin şiddet eylemi olarak görüyor. Bu bireye, tarihte eşi görülmemiş kişisel bir girişkenlik gücü yükleyerek, onu küçültmek yerine büyüttüğünün farkına varmıyor.” İlerleyen satırlarda hükümet darbesini salt daha önceki tarihsel gelişmenin sonucu olarak gören Proudhon’a yönelik eleştirilerini de dile getirdikten sonra Marx, şöyle devam eder: “Bana gelince, ben, tersine, Fransa’da sınıf savaşımının nasıl olup da sıradan ve gülünç bir adamın kahraman rolü oynamasına izin veren koşulları ve durumu yarattığını gösteriyorum.” Elif Çağlı da, henüz Gorbaçov işbaşındayken Bir Tarihsel Dönemin Sorgulanması altbaşlığıyla kaleme aldığı Marksizmin Işığında adlı çalışmasında Sovyet bürokrasisinin Marksist analizini yapar. Böylelikle hem Stalin önderliğinde adım adım bir karşı-devrimin hayata geçirilmesine, bürokratik bir diktatörlüğün ortaya çıkmasına, bürokrasinin egemen sınıf katına yükselmesine izin veren tarihsel koşulları ve durumu, hem de bürokratik diktatörlüğün çıkarlarını korumak isteyen Gorbaçov gibi bir adamın bu girişimleriyle SSCB’nin yıkılışını hızlandırmasına neden olan tarihsel koşulları ve durumu açığa çıkarır.
Sovyet bürokrasisinin Marksist analizi
Bizler tarihsel hafızayı diri tutmanın, Gorbaçov’u ve onunla sembolize olan siyasal ve tarihsel gelişmeleri doğru kavrayıp değerlendirmenin, gerekli muhasebeyi yapıp dersler çıkarmanın, o dönemin günümüzü belirlemeye devam eden etkilerini anlamanın önemli olduğuna inanıyoruz. Çünkü “her kritik güncel sorunda gelişmeler karşısında doğru bir devrimci tutum almak ancak doğru bir teorik kavrayış temelinde mümkün olduğundan, kaçınılan tüm teorik sorunlar her adımda karşımıza tekrar çıkarlar.”[2] “Bürokratik diktatörlük altında yaşanan sürecin «sosyalizm» ile özdeşleştirilmiş olması, dünya proletaryasının devrimci kavgasına çok ağır bir darbe indirmiştir. Bu darbenin yarattığı sonuçların giderilebilmesi için Stalinist «tek ülkede sosyalizm» anlayışı ile, Marksist sosyalizm anlayışı arasındaki derin ayrılığın, uzlaşmaz karşıtlığın, bütün açıklığıyla proletaryaya kavratılması gerekiyor.”[3]
Çağlı’nın Marksizmin Işığında çalışması bu görevi yerine getirme çabasının ifadesidir. Çağlı bu çalışmasında Marksist yönteme bağlılık ve derin bir analiz gücüyle, Sovyetler Birliği deneyimini ve sosyalizmin teorik sorunlarını irdelemiştir. SSCB’de 1924-1928 arasında gerçekleşen bürokratik karşı-devrimi, bu diktatörlüğün 1936’ya kadar devam eden pekişme sürecini, Sovyet bürokrasinin işçi sınıfının sırtında egemen sınıf katına yükselişini, rejimin niteliğini ve bu sınıflı, sömürülü fenomenin sosyalizm olarak yutturulmaya çalışılmasının verdiği zararları anlatmıştır. SSCB’de ve benzerlerinde “reel sosyalizm” olarak lanse edilen bürokratik kumanda ekonomilerinin tıkandığını, çökmeye yazgılı olduğunu, çöküşün salt kişilerin eylemlerine ya da “ihanetine” bağlanamayacağını vurgulamıştır. Çöküşün nedenlerini ayrıntılarıyla ortaya koyarak bir tarihsel dönemin kapanmakta olduğunu yazmıştır.
Çağlı’nın çözümlemeleri dikkatle ve samimiyetle ele alındığı zaman apaçık görülecek gerçek şudur: Gorbaçov’un işbaşına geldiği SSCB’de, sosyalizmin varlığı bir tarafa, muzaffer Ekim Devriminin ardından bir işçi devleti olarak hayat bulan Sovyet devleti çoktandır tarihe karışmıştı. Gorbaçov 1931’de Kuzey Kafkasya’nın bir köyünde dünyaya geldiği zaman Stalin önderliğinde gerçekleştirilen ve devrimin tüm kazanımlarını yok eden bürokratik karşı-devrim çoktan tamamlanmıştı. O yıllar bürokratik diktatörlüğün pekiştiği, güçlendiği yıllardı. Gorbaçov’un 1952’de üye olduğu SBKP ise, sosyalizm ideali için dövüşenlerin örgütü değil, bürokratik diktatörlüğün iktidar aygıtı ve Gorbaçov gibiler için ikbal kapısıydı. Nitekim Gorbaçov SBKP içinde yükselerek 1985’te parti genel sekreteri olduğunda[4] “SSCB’de yıllardan beri varlığını sürdüren, fakat iktidardaki bürokratik oligarşinin (resmi KP’nin) marifetiyle her defasında üstü örtülüp halktan gizlenen ve çözülemediği için de kartopu gibi büyümüş olan yapısal sorunlar, artık sistemi kökünden sarsmaya ve tehdit etmeye başlamıştı.”[5]
Çağlı, Gorbaçov’un göreve geldiği dönemde, kapitalist dünya pazarına entegrasyon çabalarının yasallaştırılması, genelleştirilmesi, bu gidişin önündeki engellerin temizlenmesi doğrultusunda bir genel seferberlik başlatıldığını hatırlatır. Bu seferberliğin Stalinist bürokrasinin “sosyalist blok” olarak adlandırdığı tüm ülkelerde bürokratik rejimlerin çözülüşünü hızlandırdığını ve ani çöküşleri gündeme getirdiğini vurgular. Doğu Avrupa’daki bürokratik devletlerin çöküşünün ve son hızla burjuva parlamentarizmine geçilmesinin, bu ülkelerdeki bürokratik devletlerin tarihsel açıdan “eğreti” karakterini sergilediğini dile getirir.
“Bürokratik rejimlerin bunalımı, 1980 dönemecinde artık bu durumun bizzat bürokrasi tarafından dile getirilmek zorunda olduğu muazzam boyutlara ulaşmış bulunuyordu. Brejnev döneminde baskılarla dışa vurumu ertelenen basınç (hem dünya kapitalist ekonomisinin, hem de kitlelerin eskisi gibi yaşamak istememelerinin bindirdiği basınç), Gorbaçov döneminde patlamalı biçimde açığa çıktı. Gorbaçov’un işbaşına gelmesiyle başlayan yeni dönem, «ileri sosyalizmin kurulduğu» yolundaki masalların artık bir kenara bırakıldığı ve olaylara «gerçekçi» bakış açısının zorunluluğunun bürokrasi tarafından ifade edilmeye başlandığı bir dönem oldu. Gorbaçov, «ekonominin tam bir çöküntünün eşiğinde olduğunu, yoğun büyümeye geçişin başlamadığını, hatta yaygın gelişme potansiyelinin bile gerilediği»ni ilân etti.”[6]
İşte Gorbaçov’un 1987’de Merkez Komite Plenumunda sunduğu, tüm dünyada geniş yankı uyandıran ve resmi KP’lerce sonun başlangıcı olarak kabul edilen raporun arka planında bu gerçekler vardır. Rapor, “Sovyetler Birliği ekonomisinin içinde bulunduğu durumu, devlet aygıtındaki siyasal yozlaşmayı, Sovyet toplumunda yaşanan sosyal ve psikolojik çöküntüyü vb. gözler önüne sermekteydi. Gorbaçov’un ekonomik, toplumsal ve siyasal yaşamdaki olumsuzluklara ilişkin yaptığı açıklamalar ve verdiği somut örnekler, SSCB’nin «gelişmiş sosyalist bir toplum» olduğuna ve hatta komünizmin eşiğinde bulunduğuna inananlar üzerinde kuşkusuz soğuk bir duş etkisi yapmıştı. Gorbaçov’un raporu, SSCB’nin içinde bulunduğu durumu «kriz öncesi durum» olarak değerlendiriyor ve eskiden beri süregelen resmi söylemlerin aksine, bu ülkede ekonomik ve toplumsal yaşamın hiç de parlak olmadığını itiraf ediyordu. Yıllardan beri yapılagelen resmi propagandanın aksine, Sovyetler Birliği’nde üretici güçlerin gelişme düzeyi kapitalist ülkelerdekinin çok gerisinde kalmış, emek üretkenliği gerilemiş, ürünlerin kalitesi alabildiğine düşmüş, yatırımlar durmuş, 70’li yılların başından beri yapılan ekonomik planların çoğu gerçekleşmemiş, ulusal gelir son yirmi yılda yüzde elli gerilemiş ve nihayet, Sovyet toplumunda temel ihtiyaç maddelerinin kıtlığıyla yüz yüze gelinmişti.”[7] İşte bu raporun ardından Gorbaçov perestroyka adı verilen ekonomik ve politik yeniden yapılanma programı ile glasnost adı verilen demokratikleşme programını başlattığını duyurdu.
Elif Çağlı’nın, söz konusu çalışmasında modern endüstri çağında yaşadığımızı hatırlatması ve bu çağda zuhur eden Sovyet bürokratik diktatörlüğünü “anakronizm” olarak tanımlaması boşuna değildir. 1917 Rusya’sının son derece geri koşullarında patlak veren devrim proletaryayı iktidara taşımıştır. Bunun üzerine bir de devrimin yalıtık kalması ve Stalin’in şahsında simgelenen bürokratik egemenliğin kurulmasıyla birlikte, Sovyetler Birliği’nde kurulan devrimci işçi iktidarı son bulmuştur. Ortaya çıkan bürokratik diktatörlük, ulusal kalkınma planlarıyla, büyük sanayi hamleleriyle kapitalist dünya pazarının basıncı altında yol almaya çalıştı. Fakat “üretici güçlerin toplumsal nitelik kazandığı bir çağda, ekonominin dünyasal işleyiş ve ilişkilerinden koparak, ulusal düzeyde uzun vadeli bir gelişmeyi sağlamak mümkün değildi.” Dünya kapitalist sisteminin varlığından ve bindirdiği basınçtan kaçıp kurtulmak olanaksızdı. Gorbaçov’un raporu bu basınç altında daha fazla yol alınamayacağının itirafından başka bir şey değildi.
“Ekonominin, dünya ekonomisi niteliği taşıdığı bir çağda, ya dünya proleter devrimiyle kapitalizmi aşmak ya da kapitalist dünya sisteminin etkisi altında, son çözümlemede onunla tam bir entegrasyona yönelmekten başka bir seçenek yoktur”[8] diyordu Çağlı. SSCB’deki bürokratik diktatörlük de doğası gereği bu ikinci yolu tutuyordu. “Ekonomik çöküntü karşısında teslim bayrağını çeken bürokrasi, kurtuluşu dünya kapitalist işleyişine entegrasyonda gördüğü için, artık «reel sosyalizm» propagandasından vazgeçiyordu. Kapitalist piyasa ekonomisinde keşfettiği «üstünlükleri» cansiperane biçimde savunacağı yeni bir dönemi başlatıyordu.”[9] Çağlı’nın vurguladığı üzere, dünya kapitalizmine entegre olarak ve burjuvalaşarak, toplumsal ayrıcalığını artık yeni bir temelde (burjuva düzen temelinde) yapılandırmak isteyen Sovyet bürokrasisinin uluslararası kapitalizme entegre olma çabalarında şaşılacak bir yan yoktu. Nitekim Gorbaçov, Sovyet bürokrasisi içinde yürütülen tartışmaların, kavgaların ardından baskın gelen bu yönelimi yönetmek ve sonuca ulaştırmak üzere başa getirilmişti.
Ancak “bürokrasi bir yandan dünya kapitalizmine entegre olmayı isterken, diğer yandan bu geçişin yine de «istikrarı» bozmayan, kontrollü biçimde gerçekleşmesini dilemekteydi. Ve bürokrasinin korkulu rüyası, dipten gelen bir dalgayla «istikrarın» bozulması idi. O nedenle de, sosyalizm hedefine duyduğu düşmanca hisleri açıkça dile getirmekten mümkün olduğunca kaçınmak ve bu kez de, kapitalist piyasa ekonomisine bulanmış bir «sosyalizm» anlayışıyla bilinçleri çarpıtmak bürokrasinin boynunun borcu oldu. «Sosyalizmin piyasa ekonomisini dışlamadığı» biçimindeki nutuklar, bürokrasinin kendi geleceğini tehlikede gördüğünde şeytanla bile pazarlıktan kaçınmayan «soysuz» bir sınıf olduğunu bir kez daha kanıtlamaktaydı. Bürokrasi, proletarya tarafından iktidardan devrilip her şeyi yitirmektense, kapitalist restorasyon sürecinin kontrolünü ele alıp, eski kimliğini tarihin çöp sepetine fırlatmaya ve kapitalizm temelinde yeniden yapılanmaya hazır, «piç» bir sınıf olduğunu gösterdi”[10] diyordu Çağlı. Öyle ki Gorbaçov perestroyka ve glasnostu, “sosyalizmin karşılaştığı tıkanıklıkları aşmak, gelişmeye ayak bağı olan eski düşünce ve kalıpları kırmak, her alanda atılımları gerçekleştirerek, çağdaş koşullarda sosyalizmi daha da ilerletmek” olarak sunmaktan çekinmiyordu. Gorbaçov’un estirdiği değişim rüzgârlarıyla esrikleşen sosyalistlerse bu programlarla sosyalizmde eksik olan demokrasi unsurunun da hayat bulacağını söylemekten geri durmuyorlardı.
“Ama 1989’un sonuna gelindiğinde işler birden çatallaştı. Gorbaçov’un estirdiği değişim rüzgârları Doğu Avrupa’da fırtınaya dönüşmüş ve bir bütün olarak bürokratik rejimler sallanmaya başlamıştı. 1989 yılının Aralık ayında ani bir şekilde patlak veren ve hızla gelişerek Çavuşesku’yu iktidardan alaşağı eden Romanya’daki ayaklanmanın ardından, bu kez tüm gözler Sovyetler Birliği’ne ve Doğu Avrupa’ya çevrilmişti.”[11] Nitekim Kasım 1989’da Berlin duvarı yıkıldı.[12] Dönemin dışişleri bakanı Eduard Şevardnadze Doğu Bloku’nun çözülüşünü “SSCB’nin Varşova Paktı üyelerinin tercihlerine saygı duyması” şeklinde yorumluyor, dışişleri sözcüsü Gerasimov ise Frank Sinatra’nın “I did it my way” şarkısına atıf yaparak, bu çözülmeyi “reform ve özgürleşme” olarak sunuyordu.
“1990 yılına girildiğinde, Romanya’dakine benzer olaylar Varşova paktına dâhil diğer ülkelere de sıçradı. Polonya, Doğu Almanya, Macaristan, Çekoslovakya ve Bulgaristan’da resmi KP’lerin toplum üzerindeki bürokratik-totaliter iktidarlarına karşı, yer yer isyana varan kitle gösterileri başladı. Kitleler değişim istiyordu. Olayların gelişimi, bu toplumlarda artık hiçbir şeyin eskisi gibi devam edemeyeceğini ve sancılı bir değişim sürecinin başladığını göstermekteydi.”[13]
Bu gelişmeler yıllar süren büyük bir bunalımın dramatik dışavurumundan başka bir şey değildi ve nihayetinde Sovyet bürokrasisinin korktuğu başına geldi, bunalımın başrolünde bulunan SSCB de yıkıldı. “19 Ağustos 1991’de, SSCB’de iktidar tekelini uzun yıllar boyunca elinde bulunduran yönetici egemen bürokrasinin bir kanadı, liberalleşme doğrultusunda gelişen reformları durdurmak ve böylece iktidardaki eski pozisyonunu korumak için askeri bir darbe teşebbüsünde bulunmuştu. Orduya ait tanklar başkent Moskova’nın caddelerini işgal ediyor ve Meclis binasını kuşatma altına alıyordu. Bu askeri darbe girişimi hem bürokrasinin diğer kanatlarının darbeyi kabullenmemesi hem de emekçilerin bürokrasi içindeki bu çatışmada nötr kalmaları nedeniyle yenilgiye uğradı. Üç gün içerisinde yenilgiye uğrayan askeri darbe, aslında korumaya çalıştığı SSCB devletinin birliği ve dirliğine indirilmiş son darbe olarak iş gördü ve SSCB’nin resmen dağılışına giden yolu sonuna kadar açmış oldu. 1991 yılı Aralık ayının son günlerinde SSCB resmi olarak son buldu.”[14]
1917’de gerçekleşen Ekim Devrimi ilk yıllarında iç savaş da dâhil büyük bedellerle yaşatılmaya çalışıldı. Ancak tarihsel ve kültürel olarak geri bir arka plana sahip olan Rusya’da gerçekleşen bu devrim Stalinist bürokratik karşı-devrimle ezildi. Rusya proletaryası da dünya proletaryası da bu ihanet nedeniyle kuşaklar boyunca çok büyük bedeller ödedi. Çözülüş süreci ve ardından gelen yıllarda bu bedelin büyüklüğü daha net biçimde açığa çıktı, nice acılar yaşandı. Fakat tüm bu yaşananlardan gerekli dersleri çıkarmayanlar hâlâ despotik-bürokratik diktatörlükleri sosyalizm olarak kutsamaya ve yıkılan bu rejimlerin ardından gözyaşı dökmeye devam ediyorlar. Bu tutumlarıyla gerçeklerden kaçmakla kalmıyor, dünya proletaryası için bedeli çok ağır olan bir yanılsamayı sürdürüyorlar.
[1] Aydemir Güler, Derince Kazın Kuyusun…, sol.org
[2] Oktay Baran, SSCB’nin Yıkılışından Küba’da Kapitalist Restorasyona, marksist.com
[3] Elif Çağlı, Marksizmin Işığında, Tarih Bilinci Yay., s.257
[4] Gorbaçov, 1985’ten 1991’e kadar Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi Genel Sekreterliğini yürüttü. 1990’da yapılan bir düzenlemeyle devlet başkanlığı sistemine geçilince SSCB Devlet Başkanı seçildi.
[5] Mehmet Sinan, Bir Kitabın Anımsattıkları (2002), marksist.com
[6] Elif Çağlı, age, s.248
[7] Mehmet Sinan, age
[8] Elif Çağlı, age, s.246
[9] Elif Çağlı, age, s.248
[10] Elif Çağlı, age, s.249
[11] Mehmet Sinan, age
[12] Gorbaçov aynı yıl Aralık ayında Malta’da düzenlenen bir zirvede Batılı liderlerle yan yana geldi. Burada NATO’nun doğuya doğru daha fazla genişlemeyeceği sözünü aldıktan sonra Eylül 1990’da, Varşova Paktı yani Doğu Bloku üyesi olan Doğu Almanya’nın NATO üyesi olan Batı Almanya ile birleşmesini onayladı. ABD-NATO ittifakının bu anlaşmaya uymaması ve doğuya doğru genişlemeye devam etmesi Rusya’nın 2022 başında Ukrayna’ya saldırmasının başlıca gerekçesini teşkil etti.
[13] Mehmet Sinan, age
[14] Oktay Baran, age
link: Ezgi Şanlı, Gorbaçov’un Ölümünün Anımsattıkları, 5 Ekim 2022, https://marksist.net/node/7765
Bataklığa Dönmüş Bir Düzen
Mega Zenginlerin Kıyamet Sığınakları