Bundan 30 yıl önce, 19 Ağustos 1991’de, SSCB’de iktidar tekelini uzun yıllar boyunca elinde bulunduran yönetici egemen bürokrasinin bir kanadı, liberalleşme doğrultusunda gelişen reformları durdurmak ve böylece iktidardaki eski pozisyonunu korumak için askeri bir darbe teşebbüsünde bulunmuştu. Orduya ait tanklar başkent Moskova’nın caddelerini işgal ediyor ve Meclis binasını kuşatma altına alıyordu. Bu askeri darbe girişimi hem bürokrasinin diğer kanatlarının darbeyi kabullenmemesi hem de emekçilerin bürokrasi içindeki bu çatışmada nötr kalmaları nedeniyle yenilgiye uğradı. Üç gün içerisinde yenilgiye uğrayan askeri darbe, aslında korumaya çalıştığı SSCB devletinin birliği ve dirliğine indirilmiş son darbe olarak iş gördü ve SSCB’nin resmen dağılışına giden yolu sonuna kadar açmış oldu. 1991 yılı Aralık ayının son günlerinde SSCB resmi olarak son buldu.
Aslında Sovyet devleti, bir işçi devleti olarak çok daha önce tarihe karışmıştı. Şu ana dek tarihin gördüğü en büyük ve en önemli devrimle kurulan Sovyet işçi devleti, dünya devrimi dalgasının geri çekilmesinin, iç savaşın getirdiği yıkımın ve geri bir ülkede yalıtık kalmanın bedelini ödemekten kurtulamamıştı. Bu bedel, devletin proleter sınıfsal temelinin bürokratikleşme nedeniyle hızla aşınması, ardından da iktidarı tümüyle ele geçiren bürokrasi tarafından bir karşı-devrimle yok edilmesi olmuştu. 1920’lerin sonlarında ortaya çıkan garabet, 1917 devriminin kimi biçimsel izlerini bir kabuk olarak taşısa bile öz olarak farklılaşmış bir gerçekliğin ifadesi idi. Bu durum SSCB devletinin sınıf tabiatını doğru şekilde kavramayı da alabildiğine güçleştirmişti. Sonuçta SSCB’nin sınıfsal tabiatının ne olduğu sorusu, tüm bu süre zarfında sosyalistler arasında ciddi bir tartışma ve ayrışma konusu olmuştu. Moskova çizgisindeki resmi komünist hareket onu “sosyalist bir devlet” olarak görmüştü. Yıkıldıktan sonra da bu tutumu sürdürdü; bu savunuda önceki dönemden farklı olan şey ise, “sosyalist” SSCB’yle birlikte sosyalizm “hayalinin” de yıkıldığının açıkça ya da utangaçça dillendirilmesiydi, en azından resmi komünist hareketin resmi liderlerinin çoğunun yaklaşımı bu olmuştu. SSCB ekseni dışında kalan Stalinist hareketlerse, SSCB’nin tabiatının Stalin’in ölümüyle birlikte değiştiğini, o tarihten itibaren modern revizyonizm olduğunu savunuyorlardı. Bu Maocu tez ve onun türevleri sözkonusu kesimler tarafından SSCB’nin dağılışının ardından da savunulmaya devam edildi. Öte yandan devrimci Marksist hareket içerisinde de SSCB’nin sınıf tabiatı konusunda bir netlik sözkonusu değildi. Bu hareket içerisinde kendisini Troçkist olarak ifade eden akımların önemli bir kısmı SSCB’yi bürokratik olarak yozlaşmış da olsa bir çeşit işçi devleti şeklinde nitelendiriyorken, bir diğer kısmıysa orada hüküm süren üretim ilişkilerinin bir çeşit kapitalizm olduğu (devlet kapitalizmi) iddiasıyla onu özgün bir burjuva devlet olarak ele alıyordu.[*] Her iki Troçkist ana yaklaşım da (tüm alt versiyonlarıyla birlikte) SSCB’nin çöküşü ve Doğu Bloku’nun dağılışının ardından aynı şekilde savunulmaya devam edildi. Yani tıpkı Stalinist liderlikler gibi Troçkist hareket de 20. yüzyıla damgasını basan bu olgunun akıbetini dikkate alarak, teorilerini bir kez daha masaya yatırmadı. Teori ortaya çıkan pratik gerçekliğin testine tabi tutulmadı. Ciddi bir muhasebe girişiminden köşe bucak kaçıldı. Ama tarihsel-toplumsal sorunlar görmezden gelinerek ortadan kalkmış olmuyorlar. Her kritik güncel sorunda gelişmeler karşısında doğru bir devrimci tutum almak ancak doğru bir teorik kavrayış temelinde mümkün olduğundan, kaçınılan tüm teorik sorunlar her adımda karşımıza tekrar çıkıyorlar.
Elif Çağlı, 80’li yıllarda giriştiği derin bir sorgulama sürecinin ve zahmetli bir çalışmanın ardından bu rejimlerin sınıfsal tabiatına ilişkin olarak özgün bir yaklaşım şekillendirmiş ve çok önemli sonuçlara ulaşmıştı. Daha sonra Marksizmin Işığında adıyla basılıp sosyalist kamuoyunun dikkatine sunulan bu çalışma, hem Stalinizmle köklü bir hesaplaşmayı hem de Stalinist rejimlere dair Troçkist teorilerin eleştirisini ortaya koyuyordu. Bürokratik despotik rejimlerin çözümsüz çelişkilerle yüklü doğası ve geçiciliği şöyle vurgulanıyordu bu çalışmada: “Bürokratik rejim altında ekonomik gelişme potansiyellerinin donup, her alanda bir tıkanıklığın ve durağanlığın yaşanmaya başlanmasından beri, bürokrasinin temel sorunu bu çelişkinin çözümsüzlüğü olmuştur. Kapitalist restorasyon doğrultusunda reformların hızlandırılması bürokratik sistemin varlığını tehdit etmiş, reformların durdurulması ekonomideki açmazları büyütmüştür. Böylece bürokratik rejim, belirli bir tarih kesitinde ayakta kalmayı başarmış olsa bile, kendi varlığını uzun sürede kendi temelleri üzerinde idame ettirme olanağından yoksun bulunan geçici ve özgün bir tarihsel fenomen olduğunu ortaya koymuştur.”
Bürokratik diktatörlüklerin yarattığı iktisadi, siyasal ve toplumsal çelişkilerin, oluşturulan düzen çerçevesinde bir çözümü olmadığı ve bu tarihsel garabetlerin yıkılacaklarını savunan Elif Çağlı, henüz SSCB resmen dağılmamışken askeri darbe ihtimalini de hesaba katıyor ama onun da süreci durduramayacağını söylüyordu: “Ne bürokratik rejimin çöküşünü engellemeye çalışacak olan askeri darbe olasılıkları, ne de kapitalist restorasyon sürecinin ilerleyişi bu ülkelerdeki kaynaşmayı durduramaz, durduramayacaktır.” Çağlı, henüz SSCB çökmemişken, onun ve önderlik ettiği blokun akıbetini doğru bir şekilde öngörebilmişti. Rastlantı ya da kehanet olmayıp bilimsel bir öngörü olan bu sonuç, somut gerçekliğin Marksist ilkeler temelinde, bilimsel cesaret ve dürüstlükle irdelenmesinin ürünüydü.
Geçmişte söyledikleri sözlerin basıncı ve esareti altında gerçekliğe gözlerini kapayanlarsa boş hayaller kuruyorlardı o günlerde. SSCB’de bürokratik rejimin çözülüp çökeceğini ve dağılacağını öngöremeyenler, yaklaşık yirmi yıl gibi uzun bir süre boyunca Çin’deki toplumsal düzenin kapitalistleştiğini de kabullenmediler (halen bile durumun bu olmadığını savunanlar mevcuttur). Gerçekler artık reddedilemez biçimde karşılarına dikildiğinde ise ne SSCB’nin dağılışından ne de Çin’deki gibi dönüşen bir tek parti diktatörlüğü altında kontrollü bir şekilde kapitalistleşme sürecinden gerekli dersleri çıkarıp, önceki analizlerini tadil ettiler. Tersine, tüm eski ve eskimiş değerlendirmeleri halen kullanmaya devam ediyorlar. Örneğin bugün Küba için düzülen övgüler, söylenenler, saptanan ve “üstlenilen” görevler, öngörüler vb. 30 yıl önce SSCB için dile getirilenlerden zerrece farklı değildir. Bu yanlış analizler geçmişte devrimci harekete bir yarar getirmediği gibi bugün de getirmeyecektir. Bilakis, bu yanlış değerlendirmeler, dikkatleri yoğunlaştırdıkları noktalar nedeniyle, hem proleter devrimin tarihsel özgünlüğüne dair Marksist tezleri, hem de bir işçi devletinin sahip olması gereken temel özellikleri karartmakta, sosyalist dünya hayaline gölge düşürmektedirler.
Troçkist gelenek geçen 30 yıla rağmen despotik-bürokratik diktatörlüklere dair yaklaşımlarını gözden geçirmeden aynı yanlış tezleri tekrar edip duruyor. Örneğin, tıpkı eski Stalinist devletlerde olduğu gibi Küba’da da işçi sınıfının “egemen sınıf” olduğunu ileri sürüyorlar; sebep olarak söylenen, bürokrasinin üretim araçlarını özel mülkiyetine geçiremediğinden hâkim sınıf olamayacağı, ayrıcalıklı bir tabaka olarak kalacağı düşüncesidir. Oysa Troçki’nin ileri sürdüğü bu argüman geçerli ve doğru değildir. Avrupa ve Japonya dışındaki insanlık düşünülecek olursa, dünya tarihi, ilk uygarlıklardan başlayarak insanlığın binlerce yıl boyunca özel mülkiyeti tanımayan sınıflı ve sömürülü toplumlar halinde yaşadığını gösterir. Demek ki sömürücü bir egemen sınıf olmak için hiç de özel mülkiyete sahip olmak şart değildir. Yine Stalinist rejimlerde, “bütün üretim araçlarının toplumun ortak mülkiyetinde” olduğu iddia edilebiliyor. Bu iddia yalnızca yanlış değil, aynı zamanda imkânsızdır. Zira üretim araçlarının toplumun ortak mülkiyetinde olması durumu ile devletin mülkiyeti altında olması arasında çok ciddi bir farklılık vardır. Tüm toplumun ortak mülkiyetinden bahsedebilmek için sınıfların olmadığı bir toplumdan (komünist toplum) söz ediyor olmamız gerekir. Devlet mülkiyetine gelince, bahsettiğimiz ayrımı önemsemeyip, tarihsel gerçekliğe de gözlerini kapatanlar, devlet mülkiyetini her halükârda olumlu bir şey olarak kutsasalar da bu yaklaşım da Marksizme ait değildir. Üretim araçlarının çoğunun ya da tamamının devlette olması, tek başına alındığında, emekçiler için bir şey ifade etmez, önemli olan devletin kimin elinde, kimin yönetimi ve denetiminde olduğudur. Bu tür rejimlere atfedilen bir başka nitelik de bu toplumlarda “kâra göre değil ihtiyaca göre merkezi planlamayla yürüyen ekonomik ilişkiler”in geçerli olmasıdır. Gerçekten de bu ekonomiler kapitalist anlamda kâr güdüsüne göre işlemezler, ama emekçilerin ihtiyaçlarının karşılanması temelinde örgütlenmiş de değildirler. Merkezi planlamanın olması hiç de onları ehven-i şer kılmaz, çünkü bu planlama işçiler tarafından yapılmadığı gibi, onların katılımı, söz ve karar hakkı da yoktur.
Troçkist hareketteki yaygın değerlendirmelerde, işçi devletinin tarihsel anlamı, üreten-yöneten ayrımının bir proleter devrimle ortadan kaldırılmasının zorunluluğu unutturulur; işçi devletinin bürokrasisiz, sürekli ordusuz, siyasi polisi olmayan bir “yarı-devlet” olduğu, işçilerin konsey tipi öz-örgütlenmelerine dayanan doğrudan egemenliği anlamına geldiği neredeyse hiç vurgulanmaz. İşçi devleti için işçi demokrasisi adeta bir lüks haline gelir bu yorumlarda. Devlet mülkiyeti, planlı ekonomi ve dış ticarette devlet tekeli başlıkları öne çıkartılarak bunlar işçi devleti olmanın yeterli koşulları olarak sunulur bizlere. İşçiler için demokrasinin esamisinin bile okunmadığı Stalinist rejimler, işçilere sundukları kimi yasal haklar nedeniyle mazur gösterilmekle de kalmaz, bu sözümona “tarihsel kazanımları” korudukları için ilerici ve devrimci bir payeyle onurlandırılırlar bile. Sömürücü bürokratik bir sınıfın kendi egemenliğini devam ettirebilmek için onlara sunmak zorunda kaldığı kimi hakları, “proleter devrimin tarihsel kazanımları” olarak sunmak Marksizmle hiçbir şekilde bağdaşmaz. Parasız eğitim, sağlık ve barınma hizmetleri, iş güvencesi ve sosyal haklar gibi uygulamalar, emekçilerin sefil bir hayat sürmemesi için çok önemlidirler kuşkusuz, ama sözkonusu olan yalnızca sefaletten kurtulmak değil de insanlığın kurtuluşu hedefi olduğunda bu uygulamaların kendileri, hangi içerik ve kapsamda olduklarından, hangi bağlama oturduklarından, nasıl ve kimler tarafından hayata geçirildiklerinden bağımsız olarak ele alınamazlar. Gerçek bir proleter devrim sonucunda ortaya çıkacak bu tür toplumsal-tarihsel kazanımlarla, bürokrasinin egemenliği altında var olan biçimsel olarak benzer ama aslında iğdiş edilmiş haklar arasında özsel bir farklılık vardır. Emekçi kitlelerin devrimci mücadelelerinin ürünü olarak kazandıkları ve kurdukları işçi iktidarı aracılığıyla pekiştirerek garanti altına aldıkları hakların korunması ve sürdürülmesine dönük sahiplenici yaklaşımıyla, bürokratik diktatörlüğün sunmak durumunda kaldığı haklara dönük yaklaşımları arasındaki farklılık, işte bunun bir ifadesidir. İğdiş edilmiş bu tür hak ve uygulamalar, yıkılana kadar SSCB’de de mevcuttu, ama yıllarca siyasal iktidardan dışlanan emekçilerin bu sözümona kazanımlara ne denli yabancılaştıklarına ve onlara karşı nasıl vurdumduymaz hale geldiklerine hep beraber şahitlik etmiştik. SSCB’nin resmen dağılışının üzerinden 30 yıl geçmişken, sosyalist çevrelerin bu “kazanımlar mitolojisi”ne halen hiç sorgulamadan sahip çıkmaları dogmalara teslim olmanın somut bir göstergesidir.
Küba’da kapitalist restorasyon ilerliyor
Bu tür değerlendirmelerin yanlışlığı, dün SSCB için olduğu gibi ve hatta çok daha fazlasıyla bugün Küba için de geçerlidirler. Çünkü Küba’da bir proleter devrim hiç gerçekleşmedi. Küba’da ABD emperyalizmine karşı bir bağımsızlık ve ulusal kurtuluş savaşı verilmiş ve bu temelde bir devrim gerçekleşmişti. İktidarı ele geçiren gerilla kuvvetlerinin başındaki Castro önderliğinin, ABD ve Batı dünyasıyla uzlaşma girişimleri sonuç vermemiş, ABD’nin doğrudan askeri müdahale tehditleri (ve bu tehditlerin gerçeğe dönüşmesi) karşısında Kübalı ulusal kurtuluş savaşçılarına SSCB’nin şemsiyesine sığınmak dışında bir seçenek kalmamıştı. Kübalı ulusal devrimci önderlik bu şemsiyenin altına girmekle kalmayıp, SSCB’nin siyasi ve iktisadi desteğini garanti altına alma düşüncesiyle, SSCB benzeri bir rejim ve toplumsal düzen inşasına girişmişti. İşte bugün sosyalistlerin bahsettiği “kazanımlar”, işçi sınıfının iktidara hiçbir şekilde gelmediği bir ülkede, despotik-bürokratik bir rejim altında şekillenen uygulamalardır.
Yaratılan efsaneleri, düzülen güzellemeleri bir tarafa atıp gerçekliği olduğu gibi görmek istersek şunu vurgulamak kaçınılmaz hale geliyor: Küba’da uzun bir süredir kapitalist restorasyon doğrultusunda giderek hızlanan bir süreç sözkonusudur. Yani birileri kendilerini kandırarak Küba’yla sosyalizmi bir şekilde bir arada düşünmekte ısrar etseler bile, Kübalı bürokratlar çoktandır “o şekildeki sosyalizmden” ümidi kesmiş durumdadırlar. Bu süreç kimi sembolik görev değişimleriyle daha da hızlanarak ilerliyor. Son olarak bu yıl Nisan ayında yapılan parti kongresindeki görev değişimleri ve alınan kararlar, aynı süreçte yapılan anayasa değişimleri hep aynı yöne işaret ediyor: kapitalist restorasyon. Bu istikamette bu yaz boyunca hayata geçirilen yeni uygulamalarla süreç daha da hızlanmıştır ve yine bu yaz aylarında uzun süredir Küba’da görülmedik ölçüde toplumsal protestoların yaşanmasında da aynı sürecin etkilerini görmek mümkündür.
Amerikan emperyalizminin 60 yılı geçen ambargosu ve uyguladığı abluka, Kübalı emekçilerin yaşamını alabildiğine zorlaştırmakta ve ülkedeki yoksulluk ve yoksunluğun temel nedenlerinden birini oluşturmaktadır. Ama tek nedenin bu olmadığı açıktır. Yoksulluğun sürmesi ve derinleşmesindeki diğer bir başat neden ise Küba’daki parti ve devlet bürokrasisinin egemen sınıf konumunda olması, ülkenin zaten zayıf olan ekonomisinin tepesinde bir asalak olarak bulunmasıdır. Son yıllarda içine düştükleri zorlukları sözümona aşmak adına bu bürokrasinin hayata geçirdiği “reformlar”, kapitalist restorasyonu hızlandırarak toplumsal eşitsizliği daha da derinleştirmektedir. Önce SSCB’nin çöküşüyle dış destekten yoksun kalan Küba, Latin Amerika’daki “sol iktidarların” son dönemki gerileyişiyle birlikte oradan sağladığı avantajları da tümüyle yitirmiş durumdadır. Bu zorluklara son aylarda koronavirüs salgınının yarattığı çok boyutlu yıkımı da eklemek gerekiyor. Bu salgın nedeniyle getirilen seyahat kısıtlamalarından ötürü ülke ekonomisinin temel dayanaklarından turizm gelirleri buharlaşıp yok olmuştur. Yine salgından kaynaklı sınırlamalardan ihracat da büyük darbe almış ve %55’lik bir düşüş yaşanmıştır. Sonuçta geçtiğimiz yıl ekonomi %11 oranında küçülmüş ve döviz kıtlığı baş göstermişti. Bu durum temel ihtiyaçlarının çoğunu ithalatla karşılayan ülkede gıdadan ilaca birçok temel ihtiyaç maddesinin kıtlığını doğurarak emekçilerin yaşamını daha da zorlaştırmıştır. Dahası aynı faktörlerin etkisiyle koronavirüs salgınıyla mücadele de büyük darbe almış görünmektedir. Gerek emperyalist abluka, gerek bürokratik planlamanın doğurduğu sorunlar gerekse de döviz kıtlığı nedeniyle, ilaç ve tıbbi gereçler alanında da kıtlık yaşanmaktadır. Gelişmiş bir halk sağlığı sistemine ve hatta bu sayede üretebildiği kendi aşılarına rağmen Küba’da aşılama kampanyası, şırınga bulunamaması nedeniyle sekteye uğramış durumdadır! Temmuz ayında Küba’da protesto gösterilerinin patlak vermesinin zemininde yatan gelişmeler bunlardır.
Bugün Kübalıların çok büyük bir bölümü devrim öncesini görmemiş, kapitalist sömürü ve burjuva düzende yaşamın ne olduğunu hiç deneyimlememiş insanlardan oluşuyor. Yaşam koşulları alabildiğine kötüleştikçe, daha iyi bir yaşam beklentisi içerisinde burjuva propagandaya zihinler daha çok açılıyor. Bürokrasinin restorasyonu hızlandırma politikası, ideolojik kayışı da içeren bu durumu daha da meşrulaştırıp yükselen değer haline getiriyor.
2008 dünya iktisadi kriziyle açılan dönemde Küba’da arka arkaya benimsenen “reformlar”la birlikte kapitalist restorasyon sürecinin önü daha Fidel Castro’nun son döneminde açılmıştı. Her aşamada üretim araçlarının özel mülkiyetine ve buna dayanarak özel işletmelere daha geniş alanlar açılmasının kaçınılmaz sonucu, bu alanlarda yeniyetme bir burjuvazinin giderek semirmesi olmuştur. Bu kesim güç topladıkça özel mülkiyete ve özel şirketlere getirilen izinlerin kapsamının daha da genişletilmesini talep ediyor. Ve bu burjuva talepler giderek daha büyük ölçüde karşılanıyor. Dediğimiz gibi daha Fidel’in son döneminden başlayarak küçük ve orta büyüklükteki özel şirketlerin kurulmasına izin verilmişti. Raul Castro döneminde ülke yabancı sermaye yatırımlarına da açıldı. Gayrimenkul alım-satımı serbestleşmiş ve emlak piyasası oluşturulmuş durumdadır. Süreç ilerledikçe özel küçük işletmeler üzerindeki birçok sınırlama tümüyle kaldırılırken, tarımsal üretim daha da büyük oranda merkezi planlamanın dışına çıkarılıyor. Son alınan kararlarla, özel işletmelere izin verilecek sektör sayısı 127’den 2000’e çıkarıldı. Devletin tanımladığı iktisadi faaliyet alanlarından sadece 124’ünün devletin kontrolünde kalacağı açıklandı. Böylelikle, yüz binlerce küçük çiftliğin, zanaatkârların, küçük işletmelerin ve taksiciliğin yanı sıra birçok alan özel mülkiyete ve dolayısıyla işçi istihdamına da açık hale geliyor. Bu değişikliklerden önce, bu alanlarda çalışan 600 bin kişi vardı ve bunlar işçi sınıfının küçük bir kesimini (%13) oluşturuyordu. Önümüzdeki dönemde bu sayı ve oranın hızla artması bekleniyor. Aynı zamanda bu işletmelerle birlikte “işveren” sayısı da giderek artıyor; 2009 ilâ 2013 yılları arasında bu “işverenlerin” sayısı 3 katına çıkmıştır.
Fidel’den sonra iktidarın başına geçen Raul Castro döneminde süreç epey hızlanmıştır. Raul Castro, ilerleyen yaşı nedeniyle 2018’de devlet başkanlığı görevini bırakmış, 2021 Nisanında yapılan parti kongresinde partideki en üst mevki olan birinci sekreterlik görevinden de ayrılarak yerini yeni kuşaktan Diaz-Canel’e terk etmişti. Her ne kadar resmi görevlerinden çekilmişse de Raul’ün iktidar üzerindeki etkisinin ortadan kalktığını söylemek mümkün değildir. 1959 devriminin önderlerinden Raul Castro, o tarihten itibaren Devrimci Silahlı Kuvvetler (FAR) komutanlığını yürütmüş, ağabeyinin yerine devlet başkanlığı koltuğuna oturduğunda, orduyu çok daha belirleyici bir güç haline getirmişti. Tüm önemli ve büyük devlet şirketlerinin yönetimine FAR komutanları atanmıştı. Devlet bürokrasisindeki tüm kilit mevkiler sadık bürokratlar ve komutanlarla doldurulmuş ve böylelikle “reform sürecinde” kontrollü bir ilerleyiş hedeflenmişti. Küba ekonomisinin en temel direklerinden turizm sektörünün yanı sıra, ithalat-ihracat, depolar, madencilik ve finans alanını da kontrol eden GAESA adlı dev şemsiye şirket de gerçekte ordu tarafından yönetiliyor. GAESA’nın ülke ekonomisinin yüzde 80’ini kontrol ettiği söyleniyor. Aslında Raul, Çin’dekine benzer şekilde iktidar tekelini kaybetmeden restorasyon sürecini ilerletmekten yanadır, ancak Küba bürokrasisi içerisinde sürecin temposuna dair bir ayrışmanın olduğu bilinmektedir.
Nisan ayındaki kongrede, Raul’ün yanı sıra, Merkez Komitesinin 88 üyesi ile Politbüronun beşte biri kadar üyesi de emekliye ayrıldı. Bu değişim, devrime önderlik eden kadronun artık büyük ölçüde kenara çekildiği anlamına geliyor. Her ne kadar bu eski kadrolar kapitalist restorasyon doğrultusundaki adımlara cevaz vermiş olsalar da onların bu konuda çok ihtiyatlı oldukları, kontrolü elden kaçırmadan, belli sınırlar dahilinde tavizler vermekten yana olduğu biliniyor. Örneğin, Kongredeki konuşmasında bir yandan yeni tavizlerden bahsedip, bir önceki kongrede alınan restorasyonist kararların uygulanmasındaki aksaklıklar için sorumluları ağır bir şekilde eleştiren Raul, aynı zamanda muhakkak belli sınırları aşmamak gerektiğini (örneğin dış ticaret tekelini ve devlet mülkiyetini koruma gereği), aksi takdirde “sosyalizmin ve dolayısıyla ulusal bağımsızlık ve hükümranlığın” yıkıma uğrayacağını da vurguluyor. Raul’ün uyarılarını, bürokrasi içerisinde restorasyona karşı olanları sakinleştirmek, daha hızlı değişim isteyenlere de ayar çekmek için sarf edilmiş sözler olarak yorumlamalıyız. İşaret ettiği sözde sınırlar ve sözümona kırmızıçizgiler, harekete geçirilen kapitalist dinamikler tarafından aşındırılıp kenara atılacak, uygulanan “reform”lar daha geniş çaplı ve köklü “reform”lar için basınç yaratacaktır.
SSCB gibi görece devasa kaynaklara sahip bir ülkede bile “kumanda ekonomisi” ancak bir noktaya kadar işleyebildiyse, Küba gibi son derece kıt kaynaklara sahip küçük bir ada ülkesinde, hele de iktisadi ambargo altında ve despotik-bürokratik bir rejimin yönetimindeyken, ekonominin her geçen gün daha da kötüye gitmesinin önüne geçilemez. Son derece geri bir ekonomiyi, bürokratik bir kumanda ekonomisi çerçevesinde emekçileri “devrimci” nutuklarla ikna edip daha büyük ölçüde sömürerek ileri doğru sıçratmak belli bir dönem boyunca mümkündür ve geçmişte Stalinist rejimlerin çoğunda yaşanan bu olmuştur. Ama eninde sonunda bürokratik işleyiş bu dinamizmin çanına ot tıkar, ilerleme ve büyüme tıkanmaya başlar, kapitalizmden farklı dinamiklere bağlı da olsa krizler, kıtlıklar, iktisadi orantısızlıklar, karaborsa vb. olgular kaçınılmaz olarak ortaya çıkar ve ekonomiye damgasını basar. Ya kapitalizme geri dönüş ya da ekonomiyi hakikaten sosyalist bir temelde yeniden örgütleme ikilemi kendisini dayatır. Bu sonuncusu yalnızca devlet mülkiyeti ve dış ticaret tekelini değil, çok daha elzem bir başka faktörü, işçi yönetimini ve demokratik planlamayı gerektirir. Bu sonuncusunun önünü bürokrasinin açmasını beklemek hayal görmek demektir, zira böyle bir adım bürokrasinin ortadan kaldırılması anlamına gelir. Bu durumda, Raul gibilerin tüm sözde uyarılarına rağmen, bürokrasinin eninde sonunda restorasyonist politikaları hızlandırıp hayata geçireceğinden şüphe edilmemelidir, zaten epeydir yaşanan da budur.
Küba’daki restorasyon programını, vaktiyle Lenin’in Rusya için savunduğu Yeni Ekonomi Politikasına (NEP) benzetip, yüreklerini ferahlatanlar da mevcut. Oysa ki, Lenin bu adımları “kapitalizme geçici olarak taviz vermek”, nefeslenmek için “geri adım atmak” olarak görmekteydi, Kübalı bürokratlar gibi ya da 30 yıl önceki Gorbaçov gibi bu geri adımları “ileri doğru atılmış olumlu adımlar olarak” sunup işçileri kandırmamıştı. NEP tarzı politikaların tehlikelerine Lenin sürekli dikkat çekmiş, iktisadi alanda kapitalizme taviz verilmesi karşısında tek güvencelerinin siyasal iktidarın devrimci işçi sınıfının elinde oluşunda yattığını vurgulamıştı. İşçi demokrasisini güçlendirme ve bürokratizme karşı amansız bir savaş, tastamam bu yüzden, Lenin’in son kavgasının en başta gelen öncelikleri idi. Küba’da bunların hangisinden bahsedilebilir?
Şurası son derece nettir: Küba’daki sömürücü ve baskıcı rejim de tıpkı SSCB ve Doğu Bloku’ndaki benzerleri gibi eninde sonunda yıkılmaktan kurtulamayacaktır. Çok özgün koşullarda ortaya çıkmış birer tarihsel garabet niteliğindeki bu bürokratik despotik rejimlerin geleceği yoktur, tarihsel açıdan bakıldığında istikrarlı bir toplumsal düzen geliştirmeleri mümkün değildir. Onları yeni tipte post-kapitalist toplumlar olarak tahlil eden yaklaşımlar da bu yüzden doğru değildir. Bunların eğer dış müdahale olmazsa sittin sene bu şekilde kalabilecek toplumsal yapılar olduğu düşüncesi tamamen yanlıştır. Bu rejimler eninde sonunda yıkılacaklardır ama umalım ki onları yıkacak olan darbe işçi sınıfının devrimci isyanı olsun. Aksi takdirde, eğer bizzat sömürüp tahakküm altında tuttukları işçi sınıfı tarafından değil de emperyalistlerin dış müdahalesiyle ya da onlarla işbirliği içindeki iç güçlerce yıkılacak olurlarsa, bu durum burjuva ideolojisine güç katacaktır.
[*] Bu iki ana değerlendirme dışında, SSCB’yi kapitalizm sonrası yeni ve istikrarlı bir sınıflı-sömürülü toplum olarak değerlendiren “bürokratik kolektivizm” teorilerinden bahsetmek mümkündür. Bu yaklaşım diğerlerinden farklı olarak (bir iki istisnası bir tarafa bırakılacak olursa) daha ziyade bağımsız sosyalist aydınlar tarafından savunulan bir görüş olarak kalmıştır.
link: Oktay Baran, SSCB’nin Yıkılışından Küba’da Kapitalist Restorasyona, 10 Ekim 2021, https://marksist.net/node/7483
10 Ekim Katliamının 6. Yılı: Unutmadık, Unutturmayacağız!
Gençliğin Öfkesi Büyüyor!