Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinde devlet başkanı olan
Mihail Gorbaçov’un 30 Ağustosta ölmesinin ardından dünya medyasında onunla
ilgili pek çok yazı yazıldı. Batılı burjuva kalemlerin önemli bir kısmı
Gorbaçov’a “20. yüzyılın en büyük siyasetçilerinden”, “tarihin akışını
değiştiren lider”, “Soğuk Savaşı bitiren lider”, “Nobel Barış ödüllü siyasetçi”
güzellemeleri yaptı. Doğu Bloku’nun ve SSCB’nin dağılması sürecinde üstlendiği
belirleyici rol düşünüldüğünde burjuvazinin Gorbaçov’u neden kahraman ilan edip
övdüğü sır değildir. Gorbaçov hiç kuşkusuz düşünce ve eylemleriyle dünya
burjuvazisine büyük hizmetlerde bulunmuş, moral üstünlük elde etmesine katkı
sağlamış bir figürdür.
1991’de SSCB’nin yıkılmasıyla dünya burjuvazisi hiç vakit
kaybetmeden kapitalizmi muzaffer ilan etti. Sosyalizmin çöktüğünü, bunun
kapitalizmin sosyalizme üstünlüğünü ortaya koyduğunu, kapitalizmin insanlık
için tek ve en üstün alternatif olduğunu propaganda etti. İnsanlığın artık “tek
kutuplu dünyada” “barış ve huzur içinde” yaşayacağı masallarını tedavüle soktu.
“Komünizm, kapitalizmden kapitalizme giden en zahmetli yoldur” şeklindeki en
pespaye argümanlarla komünizm mücadelesinin boş ve yararsız olduğunu ileri
sürdü. Burjuvazinin ideologları “proletarya öldü, tarihin sonu geldi, ideolojilerin,
sınıf mücadelelerinin devri geçti” gibi en ipe sapa gelmez yalanları piyasaya
sürdüler.
Aslında burjuvazinin SSCB’de çökenin sosyalizm olduğunu bu
denli rahatlıkla propaganda edebilmesi ve bu yalanların bu denli etkili
olabilmesi hiç de şaşırtıcı değildi. Bu, en temelde, Ekim Devrimini Stalin
önderliğinde gerçekleştirilen bir karşı-devrimle ezen, devletçi, totaliter bir
rejim kurarak egemen sınıf katına yükselen ve son lideri Gorbaçov olan Sovyet
bürokrasisinin günahıydı. Stalin ve despotik-bürokratik diktatörlük kendi
çıkarları uğruna onyıllar boyunca SSCB’deki rejimin sosyalizm olduğu yalanına
yaslanmaktan geri durmadı. “Tek ülkede sosyalizm” sözde teorisiyle pekâlâ
devletli sosyalizm olabileceğini, kapitalizmle sosyalizmin uzun bir tarihsel
dönem boyunca yan yana var olabileceğini savundu. Bu teoriyle zehirlediği dünya
sosyalist hareketini paralize etti, dünya devrimi fikrinden uzaklaştırdı,
dünyada ilk sosyalist toplumun Stalin’in önderliğinde Sovyetler Birliği’nde
kurulduğu, sosyalist anavatanın korunması gerektiği palavralarıyla peşinden
sürükledi, likide etti. Dolayısıyla içinde bulunduğu çağ bakımından tam bir
garabet olan bu diktatörlük yıkıldığında, dünya sosyalist hareketi de büyük
oranda bu enkazın altında kaldı. Sosyalizm idealinin kitaplarda yazanın aksine
gerçek hayatta başarılı olamadığı, “reel sosyalizm” tarihsel deneyinin
kapitalizm karşısında yenilgiye uğradığı yönündeki propagandaya zemin
hazırlayan çöküş, sosyalist harekette derin bir hayal kırıklığı, moralsizlik ve
yenilmişlik duygusu yarattı.
Milenyum dönemecine doğru ilerleyen tarihsel süreçte işte
bunlar yaşanıyordu. Genç kuşaklar “sosyalizm denendi ve çöktü” yalanlarıyla
zehirleniyor, sosyalizm mücadelesinden, toplumsal mücadele fikrinden
uzaklaştırılıyor, bireyciliğin, bencilliğin, apolitikliğin tuzağına
çekiliyordu. Proleter devrim ve sosyalizm için mücadele demode, bu mücadeleyi
sürdürenler dinozor olarak damgalanıyordu. Bu koşullarda dünya burjuvazisi
tabiri caizse köpeksiz köyde değneksiz geziyordu. Dünya işçi sınıfı ise
örgütsüzlüğün, dağınıklığın, güçsüzlüğün bedelini en ağır biçimde ödüyordu ve
ödemeye devam ediyor. Tarihsel ömrünü doldurmuş kapitalizmin içine girdiği
çıkmazda debelendiği, emperyalist hegemonya kavgasının kızıştığı, Üçüncü Dünya
Savaşının farklı biçimler alarak yayıldığı, otoriterleşme, totaliterleşme
eğiliminin güç kazandığı, toplumsal sorunların girdaba dönüştüğü, doğanın
yıkıma sürüklendiği, işçi sınıfının isyanlarının ülkeden ülkeye yayıldığı,
insanlığın kapitalizmi yıkıp sosyalizme doğru ilerlemenin eşiğinde olduğu,
bunun hem tarihsel hem de yaşamsal bir zorunluluk olarak kendini dayattığı
günümüzde, dünya sosyalist hareketi bu denli güçsüzse bunun nedenini bu arka
planda aramak gerekir.
Bu gerçekler hesaba katıldığında, Türkiye’de ve uluslararası
arenada sosyalist ve komünist etiketli kimi çevrelerin ve isimlerin Gorbaçov’un
ardından kaleme aldıkları yazılarda dile gelen nefret ilk bakışta haklı ve
tutarlı görünebilir. Ne var ki bu nefretin temelinde Gorbaçov’a ilişkin
sağlıklı değerlendirmeler değil “reel sosyalizm” denilen garabetin çökmesinin
yarattığı hayal kırıklığı vardır. Kutsadıkları SSCB’nin çökmesini Gorbaçov’un
ve ekibinin ihanetinin bir sonucu olarak görmeleri vardır: “Mihail Gorbaçov
uğursuz bir misyonu yürüttü. Kendi başına değil, yukarıda iki örneğine
değindiğim bir Çete’yle birlikte. Bu Çete gökten düşmedi, Sovyet toplumunun ve
Komünist Parti’nin içinden çıktı. Böyleleri hep beslenecek çöplük bulabilir;
daha önemlisi, Sovyet toplumunun sorunlarının istismar edilmesi için boşluk bırakılmıştı.
Sovyet devrimcilerinin bıraktığı boşluklarda Batı yanlısı veya ajanı, yeni bir
sermaye sınıfı yaratmaya tutkulu, anti-komünist, halk düşmanı alçaklara gün
doğdu. Siyasal tarih geriye doğru bir zorunluluklar zinciri olarak okunamaz. Ne
Gorbaçov’un bir haine dönüşmesi zorunluluktu, ne de Çetesinin koskoca ülkemizi,
uluslararası işçi sınıfının en ileri kazanımını yıkması.”[1]
İşte böyle, vaktiyle resmi komünizm denen akımın bir parçası
olanlar başta gelmek üzere sosyalist hareketin önemli bir bölümü, halen
yatışmamış bir öfkeyle Gorbaçov’un arkasından kin kustular. Onu “sosyalist
anavatanın çökmesine neden olmuş hain” diyerek yerden yere vurdular. Tarihsel
ilerleyişi rayından çıkaran bir uğursuz muamelesi yaptılar. Kazak Abdal’ın
meşhur hicvine atıfla “derince kazın kuyusun” diyerek Gorbaçov’un tarihe
gömülmesini ve unutulmasını dilediler. Ve bir kez daha gerçeğe sırtlarını
döndüler.
Doğrusu bu tutum, Marx’ın Louis Bonaparte’nin 18 Brumaire’i
kitabının ikinci baskısı için yazdığı önsözde Victor Hugo’ya yönelik
eleştirilerini hatırlatmaktadır: “Victor Hugo, hükümet darbesinin sorumlusuna
(Louis Bonaparte’a –E.Ş.) karşı acı ve nükteli sövüp saymalarla yetiniyor.
Olayın kendisi, ona, duru gökte çakan bir şimşek gibi görünüyor. Olayı,
yalnızca, tek bir bireyin şiddet eylemi olarak görüyor. Bu bireye, tarihte eşi
görülmemiş kişisel bir girişkenlik gücü yükleyerek, onu küçültmek yerine
büyüttüğünün farkına varmıyor.” İlerleyen satırlarda hükümet darbesini salt
daha önceki tarihsel gelişmenin sonucu olarak gören Proudhon’a yönelik
eleştirilerini de dile getirdikten sonra Marx, şöyle devam eder: “Bana gelince,
ben, tersine, Fransa’da sınıf savaşımının nasıl olup da sıradan ve gülünç bir
adamın kahraman rolü oynamasına izin veren koşulları ve durumu yarattığını gösteriyorum.”
Elif Çağlı da, henüz Gorbaçov işbaşındayken Bir Tarihsel Dönemin Sorgulanması
altbaşlığıyla kaleme aldığı Marksizmin Işığında adlı çalışmasında Sovyet
bürokrasisinin Marksist analizini yapar. Böylelikle hem Stalin önderliğinde
adım adım bir karşı-devrimin hayata geçirilmesine, bürokratik bir diktatörlüğün
ortaya çıkmasına, bürokrasinin egemen sınıf katına yükselmesine izin veren
tarihsel koşulları ve durumu, hem de bürokratik diktatörlüğün çıkarlarını
korumak isteyen Gorbaçov gibi bir adamın bu girişimleriyle SSCB’nin yıkılışını
hızlandırmasına neden olan tarihsel koşulları ve durumu açığa çıkarır.
Sovyet bürokrasisinin Marksist analizi
Bizler tarihsel hafızayı diri tutmanın, Gorbaçov’u ve onunla
sembolize olan siyasal ve tarihsel gelişmeleri doğru kavrayıp değerlendirmenin,
gerekli muhasebeyi yapıp dersler çıkarmanın, o dönemin günümüzü belirlemeye
devam eden etkilerini anlamanın önemli olduğuna inanıyoruz. Çünkü “her kritik
güncel sorunda gelişmeler karşısında doğru bir devrimci tutum almak ancak doğru
bir teorik kavrayış temelinde mümkün olduğundan, kaçınılan tüm teorik sorunlar
her adımda karşımıza tekrar çıkarlar.”
[2] “Bürokratik diktatörlük altında yaşanan sürecin «sosyalizm» ile
özdeşleştirilmiş olması, dünya proletaryasının devrimci kavgasına çok ağır bir
darbe indirmiştir. Bu darbenin yarattığı sonuçların giderilebilmesi için
Stalinist «tek ülkede sosyalizm» anlayışı ile, Marksist sosyalizm anlayışı
arasındaki derin ayrılığın, uzlaşmaz karşıtlığın, bütün açıklığıyla
proletaryaya kavratılması gerekiyor.”
[3]
Çağlı’nın Marksizmin Işığında çalışması bu görevi yerine
getirme çabasının ifadesidir. Çağlı bu çalışmasında Marksist yönteme bağlılık
ve derin bir analiz gücüyle, Sovyetler Birliği deneyimini ve sosyalizmin teorik
sorunlarını irdelemiştir. SSCB’de 1924-1928 arasında gerçekleşen bürokratik
karşı-devrimi, bu diktatörlüğün 1936’ya kadar devam eden pekişme sürecini,
Sovyet bürokrasinin işçi sınıfının sırtında egemen sınıf katına yükselişini,
rejimin niteliğini ve bu sınıflı, sömürülü fenomenin sosyalizm olarak
yutturulmaya çalışılmasının verdiği zararları anlatmıştır. SSCB’de ve
benzerlerinde “reel sosyalizm” olarak lanse edilen bürokratik kumanda
ekonomilerinin tıkandığını, çökmeye yazgılı olduğunu, çöküşün salt kişilerin
eylemlerine ya da “ihanetine” bağlanamayacağını vurgulamıştır. Çöküşün
nedenlerini ayrıntılarıyla ortaya koyarak bir tarihsel dönemin kapanmakta
olduğunu yazmıştır.
Çağlı’nın çözümlemeleri dikkatle ve samimiyetle ele alındığı
zaman apaçık görülecek gerçek şudur: Gorbaçov’un işbaşına geldiği SSCB’de,
sosyalizmin varlığı bir tarafa, muzaffer Ekim Devriminin ardından bir işçi
devleti olarak hayat bulan Sovyet devleti çoktandır tarihe karışmıştı. Gorbaçov
1931’de Kuzey Kafkasya’nın bir köyünde dünyaya geldiği zaman Stalin önderliğinde
gerçekleştirilen ve devrimin tüm kazanımlarını yok eden bürokratik karşı-devrim
çoktan tamamlanmıştı. O yıllar bürokratik diktatörlüğün pekiştiği, güçlendiği
yıllardı. Gorbaçov’un 1952’de üye olduğu SBKP ise, sosyalizm ideali için
dövüşenlerin örgütü değil, bürokratik diktatörlüğün iktidar aygıtı ve Gorbaçov
gibiler için ikbal kapısıydı. Nitekim Gorbaçov SBKP içinde yükselerek 1985’te
parti genel sekreteri olduğunda
[4] “SSCB’de yıllardan beri varlığını sürdüren, fakat iktidardaki bürokratik
oligarşinin (resmi KP’nin) marifetiyle her defasında üstü örtülüp halktan
gizlenen ve çözülemediği için de kartopu gibi büyümüş olan yapısal sorunlar,
artık sistemi kökünden sarsmaya ve tehdit etmeye başlamıştı.”
[5]
Çağlı, Gorbaçov’un göreve geldiği dönemde, kapitalist dünya
pazarına entegrasyon çabalarının yasallaştırılması, genelleştirilmesi, bu
gidişin önündeki engellerin temizlenmesi doğrultusunda bir genel seferberlik
başlatıldığını hatırlatır. Bu seferberliğin Stalinist bürokrasinin “sosyalist
blok” olarak adlandırdığı tüm ülkelerde bürokratik rejimlerin çözülüşünü
hızlandırdığını ve ani çöküşleri gündeme getirdiğini vurgular. Doğu Avrupa’daki
bürokratik devletlerin çöküşünün ve son hızla burjuva parlamentarizmine
geçilmesinin, bu ülkelerdeki bürokratik devletlerin tarihsel açıdan “eğreti”
karakterini sergilediğini dile getirir.
“Bürokratik rejimlerin bunalımı, 1980 dönemecinde artık bu
durumun bizzat bürokrasi tarafından dile getirilmek zorunda olduğu muazzam
boyutlara ulaşmış bulunuyordu. Brejnev döneminde baskılarla dışa vurumu
ertelenen basınç (hem dünya kapitalist ekonomisinin, hem de kitlelerin eskisi
gibi yaşamak istememelerinin bindirdiği basınç), Gorbaçov döneminde patlamalı
biçimde açığa çıktı. Gorbaçov’un işbaşına gelmesiyle başlayan yeni dönem,
«ileri sosyalizmin kurulduğu» yolundaki masalların artık bir kenara bırakıldığı
ve olaylara «gerçekçi» bakış açısının zorunluluğunun bürokrasi tarafından ifade
edilmeye başlandığı bir dönem oldu. Gorbaçov, «ekonominin tam bir çöküntünün
eşiğinde olduğunu, yoğun büyümeye geçişin başlamadığını, hatta yaygın gelişme
potansiyelinin bile gerilediği»ni ilân etti.”
[6]
İşte Gorbaçov’un 1987’de Merkez Komite Plenumunda sunduğu,
tüm dünyada geniş yankı uyandıran ve resmi KP’lerce sonun başlangıcı olarak
kabul edilen raporun arka planında bu gerçekler vardır. Rapor, “Sovyetler
Birliği ekonomisinin içinde bulunduğu durumu, devlet aygıtındaki siyasal
yozlaşmayı, Sovyet toplumunda yaşanan sosyal ve psikolojik çöküntüyü vb. gözler
önüne sermekteydi. Gorbaçov’un ekonomik, toplumsal ve siyasal yaşamdaki
olumsuzluklara ilişkin yaptığı açıklamalar ve verdiği somut örnekler, SSCB’nin
«gelişmiş sosyalist bir toplum» olduğuna ve hatta komünizmin eşiğinde
bulunduğuna inananlar üzerinde kuşkusuz soğuk bir duş etkisi yapmıştı.
Gorbaçov’un raporu, SSCB’nin içinde bulunduğu durumu «kriz öncesi durum» olarak
değerlendiriyor ve eskiden beri süregelen resmi söylemlerin aksine, bu ülkede
ekonomik ve toplumsal yaşamın hiç de parlak olmadığını itiraf ediyordu.
Yıllardan beri yapılagelen resmi propagandanın aksine, Sovyetler Birliği’nde
üretici güçlerin gelişme düzeyi kapitalist ülkelerdekinin çok gerisinde kalmış,
emek üretkenliği gerilemiş, ürünlerin kalitesi alabildiğine düşmüş, yatırımlar
durmuş, 70’li yılların başından beri yapılan ekonomik planların çoğu
gerçekleşmemiş, ulusal gelir son yirmi yılda yüzde elli gerilemiş ve nihayet,
Sovyet toplumunda temel ihtiyaç maddelerinin kıtlığıyla yüz yüze gelinmişti.”
[7] İşte bu raporun ardından Gorbaçov
perestroyka adı verilen
ekonomik ve politik yeniden yapılanma programı ile
glasnost adı
verilen demokratikleşme programını başlattığını duyurdu.
Elif Çağlı’nın, söz konusu çalışmasında modern endüstri
çağında yaşadığımızı hatırlatması ve bu çağda zuhur eden Sovyet bürokratik
diktatörlüğünü “anakronizm” olarak tanımlaması boşuna değildir. 1917
Rusya’sının son derece geri koşullarında patlak veren devrim proletaryayı
iktidara taşımıştır. Bunun üzerine bir de devrimin yalıtık kalması ve Stalin’in
şahsında simgelenen bürokratik egemenliğin kurulmasıyla birlikte, Sovyetler
Birliği’nde kurulan devrimci işçi iktidarı son bulmuştur. Ortaya çıkan
bürokratik diktatörlük, ulusal kalkınma planlarıyla, büyük sanayi hamleleriyle
kapitalist dünya pazarının basıncı altında yol almaya çalıştı. Fakat “üretici
güçlerin toplumsal nitelik kazandığı bir çağda, ekonominin dünyasal işleyiş ve
ilişkilerinden koparak, ulusal düzeyde uzun vadeli bir gelişmeyi sağlamak
mümkün değildi.” Dünya kapitalist sisteminin varlığından ve bindirdiği
basınçtan kaçıp kurtulmak olanaksızdı. Gorbaçov’un raporu bu basınç altında
daha fazla yol alınamayacağının itirafından başka bir şey değildi.
“Ekonominin, dünya ekonomisi niteliği taşıdığı bir çağda, ya
dünya proleter devrimiyle kapitalizmi aşmak ya da kapitalist dünya sisteminin
etkisi altında, son çözümlemede onunla tam bir entegrasyona yönelmekten başka
bir seçenek yoktur”
[8] diyordu Çağlı. SSCB’deki bürokratik diktatörlük de doğası gereği bu ikinci yolu
tutuyordu. “Ekonomik çöküntü karşısında teslim bayrağını çeken bürokrasi,
kurtuluşu dünya kapitalist işleyişine entegrasyonda gördüğü için, artık «reel
sosyalizm» propagandasından vazgeçiyordu. Kapitalist piyasa ekonomisinde
keşfettiği «üstünlükleri» cansiperane biçimde savunacağı yeni bir dönemi
başlatıyordu.”
[9] Çağlı’nın vurguladığı üzere, dünya kapitalizmine entegre olarak ve
burjuvalaşarak, toplumsal ayrıcalığını artık yeni bir temelde (burjuva düzen
temelinde) yapılandırmak isteyen Sovyet bürokrasisinin uluslararası kapitalizme
entegre olma çabalarında şaşılacak bir yan yoktu. Nitekim Gorbaçov, Sovyet
bürokrasisi içinde yürütülen tartışmaların, kavgaların ardından baskın gelen bu
yönelimi yönetmek ve sonuca ulaştırmak üzere başa getirilmişti.
Ancak “bürokrasi bir yandan dünya kapitalizmine entegre
olmayı isterken, diğer yandan bu geçişin yine de «istikrarı» bozmayan,
kontrollü biçimde gerçekleşmesini dilemekteydi. Ve bürokrasinin korkulu rüyası,
dipten gelen bir dalgayla «istikrarın» bozulması idi. O nedenle de, sosyalizm
hedefine duyduğu düşmanca hisleri açıkça dile getirmekten mümkün olduğunca
kaçınmak ve bu kez de, kapitalist piyasa ekonomisine bulanmış bir «sosyalizm»
anlayışıyla bilinçleri çarpıtmak bürokrasinin boynunun borcu oldu. «Sosyalizmin
piyasa ekonomisini dışlamadığı» biçimindeki nutuklar, bürokrasinin kendi
geleceğini tehlikede gördüğünde şeytanla bile pazarlıktan kaçınmayan «soysuz»
bir sınıf olduğunu bir kez daha kanıtlamaktaydı. Bürokrasi, proletarya
tarafından iktidardan devrilip her şeyi yitirmektense, kapitalist restorasyon
sürecinin kontrolünü ele alıp, eski kimliğini tarihin çöp sepetine fırlatmaya
ve kapitalizm temelinde yeniden yapılanmaya hazır, «piç» bir sınıf olduğunu
gösterdi”
[10] diyordu Çağlı. Öyle ki Gorbaçov perestroyka ve glasnostu, “sosyalizmin
karşılaştığı tıkanıklıkları aşmak, gelişmeye ayak bağı olan eski düşünce ve
kalıpları kırmak, her alanda atılımları gerçekleştirerek, çağdaş koşullarda
sosyalizmi daha da ilerletmek” olarak sunmaktan çekinmiyordu. Gorbaçov’un
estirdiği değişim rüzgârlarıyla esrikleşen sosyalistlerse bu programlarla
sosyalizmde eksik olan demokrasi unsurunun da hayat bulacağını söylemekten geri
durmuyorlardı.
“Ama 1989’un sonuna gelindiğinde işler birden çatallaştı.
Gorbaçov’un estirdiği değişim rüzgârları Doğu Avrupa’da fırtınaya dönüşmüş ve
bir bütün olarak bürokratik rejimler sallanmaya başlamıştı. 1989 yılının Aralık
ayında ani bir şekilde patlak veren ve hızla gelişerek Çavuşesku’yu iktidardan
alaşağı eden Romanya’daki ayaklanmanın ardından, bu kez tüm gözler Sovyetler
Birliği’ne ve Doğu Avrupa’ya çevrilmişti.”
[11] Nitekim Kasım 1989’da Berlin duvarı yıkıldı.
[12] Dönemin dışişleri bakanı Eduard Şevardnadze Doğu Bloku’nun çözülüşünü “SSCB’nin
Varşova Paktı üyelerinin tercihlerine saygı duyması” şeklinde yorumluyor,
dışişleri sözcüsü Gerasimov ise Frank Sinatra’nın “I did it my way” şarkısına
atıf yaparak, bu çözülmeyi “reform ve özgürleşme” olarak sunuyordu.
“1990 yılına girildiğinde, Romanya’dakine benzer olaylar
Varşova paktına dâhil diğer ülkelere de sıçradı. Polonya, Doğu Almanya,
Macaristan, Çekoslovakya ve Bulgaristan’da resmi KP’lerin toplum üzerindeki bürokratik-totaliter
iktidarlarına karşı, yer yer isyana varan kitle gösterileri başladı.
Kitleler değişim istiyordu. Olayların gelişimi, bu toplumlarda artık
hiçbir şeyin eskisi gibi devam edemeyeceğini ve sancılı bir değişim sürecinin
başladığını göstermekteydi.”
[13]
Bu gelişmeler yıllar süren büyük bir bunalımın dramatik
dışavurumundan başka bir şey değildi ve nihayetinde Sovyet bürokrasisinin
korktuğu başına geldi, bunalımın başrolünde bulunan SSCB de yıkıldı. “19
Ağustos 1991’de, SSCB’de iktidar tekelini uzun yıllar boyunca elinde bulunduran
yönetici egemen bürokrasinin bir kanadı, liberalleşme doğrultusunda gelişen
reformları durdurmak ve böylece iktidardaki eski pozisyonunu korumak için
askeri bir darbe teşebbüsünde bulunmuştu. Orduya ait tanklar başkent Moskova’nın
caddelerini işgal ediyor ve Meclis binasını kuşatma altına alıyordu. Bu askeri
darbe girişimi hem bürokrasinin diğer kanatlarının darbeyi kabullenmemesi hem
de emekçilerin bürokrasi içindeki bu çatışmada nötr kalmaları nedeniyle
yenilgiye uğradı. Üç gün içerisinde yenilgiye uğrayan askeri darbe, aslında
korumaya çalıştığı SSCB devletinin birliği ve dirliğine indirilmiş son darbe
olarak iş gördü ve SSCB’nin resmen dağılışına giden yolu sonuna kadar açmış
oldu. 1991 yılı Aralık ayının son günlerinde SSCB resmi olarak son buldu.”
[14]
1917’de gerçekleşen Ekim Devrimi ilk yıllarında iç savaş da
dâhil büyük bedellerle yaşatılmaya çalışıldı. Ancak tarihsel ve kültürel olarak
geri bir arka plana sahip olan Rusya’da gerçekleşen bu devrim Stalinist
bürokratik karşı-devrimle ezildi. Rusya proletaryası da dünya proletaryası da
bu ihanet nedeniyle kuşaklar boyunca çok büyük bedeller ödedi. Çözülüş süreci
ve ardından gelen yıllarda bu bedelin büyüklüğü daha net biçimde açığa çıktı,
nice acılar yaşandı. Fakat tüm bu yaşananlardan gerekli dersleri çıkarmayanlar
hâlâ despotik-bürokratik diktatörlükleri sosyalizm olarak kutsamaya ve yıkılan
bu rejimlerin ardından gözyaşı dökmeye devam ediyorlar. Bu tutumlarıyla
gerçeklerden kaçmakla kalmıyor, dünya proletaryası için bedeli çok ağır olan
bir yanılsamayı sürdürüyorlar.
[1] Aydemir Güler, Derince Kazın Kuyusun…, sol.org
[4] Gorbaçov, 1985’ten 1991’e kadar Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez
Komitesi Genel Sekreterliğini yürüttü. 1990’da yapılan bir düzenlemeyle devlet
başkanlığı sistemine geçilince SSCB Devlet Başkanı seçildi.
[6] Elif Çağlı,
age, s.248
[8] Elif Çağlı,
age, s.246
[9] Elif Çağlı,
age, s.248
[10] Elif Çağlı,
age, s.249
[12] Gorbaçov aynı yıl Aralık ayında Malta’da düzenlenen bir zirvede Batılı
liderlerle yan yana geldi. Burada NATO’nun doğuya doğru daha fazla
genişlemeyeceği sözünü aldıktan sonra Eylül 1990’da, Varşova Paktı yani Doğu
Bloku üyesi olan Doğu Almanya’nın NATO üyesi olan Batı Almanya ile birleşmesini
onayladı. ABD-NATO ittifakının bu anlaşmaya uymaması ve doğuya doğru
genişlemeye devam etmesi Rusya’nın 2022 başında Ukrayna’ya saldırmasının
başlıca gerekçesini teşkil etti.