Birleşik Krallık Kraliçesi II. Elizabeth geçtiğimiz günlerde öldü. 97 yaşındaki Kraliçe tahtta en uzun süre kalan kraliyet üyesi olarak tarihe geçti. Ölümünün ardından başta İngiliz basını olmak üzere dünya burjuva basını dokunaklı sözlerle Kraliçe’ye methiyeler düzdü. Egemen sınıfın muhtelif kesimlerinden gönderilen mersiyeler Kraliçe için hazırlanan özel sayılı gazetelerde başköşeye konuldu. Burjuvazinin kalemşorları onu “adanmış fedakâr bir ömür, İngiltere için ömrünü vakfetmiş bir vatansever, doğa dostu tonton bir ihtiyar” olarak parlatmak için tüm hünerlerini sergiledi. Ölümünün ardından İngiltere’de 10 günlük yas ilan edildi. Çok önceden organize edilen şaşaalı törenlerle “Bir ulus yasta”, “İngiltere kraliçesine ağlıyor” türünden yalan haberler sürekli dolaşıma sokuldu. Böylece cümle âleme İngiliz emekçilerinin monarklara sonsuz bir “sevgi ve hayranlık” duydukları mesajı verildi. Britanya’nın yoksul emekçileri hayat pahalılığına ve türlü adaletsizliklere karşı tarihi grevlerle tepkilerini dile getirirken, burjuvazinin yalan makineleri Kraliçe’nin ulusu ne kadar güçlendirdiğini, onun zamanında Britanya’nın nasıl da şaha kalktığını yazmakla meşguldü. Ne diyelim her sınıfın tarihi kendine. Burjuvazi Kraliçe’sini allayıp pullayadursun, gerçekler tüm direngenliğiyle burjuvazinin yalanlarla ve çarpıtmalarla dolu tarihine meydan okumayı sürdürüyor. O gerçekler ki bin bir acı ve ıstırapla bezelidir. Ve monarşinin kan, sömürü ve vahşet dolu geçmişini bütün çıplaklığıyla gün ışığına çıkarmaktadır.
Ne yazık ki kanla dolu bu geçmişe dair o kadar çok anlatı ve tanıklık var ki bu yazının sınırları çerçevesinde hepsine değinmek mümkün değil. Biz ancak Kraliçe’nin tahta çıkmasının ardından yaşanan birkaç tanesini burada anabileceğiz. Ama bu birkaç tanıklık dahi 315 yıldır süren Birleşik Krallık’ın ve bugün Kraliçelerin ve Kralların şahsında sembolize edilen “şirin” monarşinin gerçek yüzünü ortaya çıkarmaya ve ona ilişkin tüm destansı yalanları yerle bir etmeye yetecektir. Başlamadan belirtelim ki anlatacağımız hikâye çoklukla uygarlaştırma, demokrasi ve özgürlük götürme, terörle mücadele ve barışı tesis etme adına girişilen dört başı mamur bir barbarlık öyküsüdür. Ve bu öykünün yaratıcıları resmi tarihe “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” olarak geçen bir krallığın baş temsilcileri konumundaki krallar ve kraliçelerdir.
Babası Kral VI. George’un ölümünün ardından tahta geçen Kraliçe II. Elizabeth’in hükümranlığında dönemin İngiliz kolonilerinden Kenya’da gerçekleştirilen bir katliamla başlayalım. Pek çok Afrika ülkesinde yaşandığı gibi 1800’lü yılların sonuna doğru İngiliz emperyalizmi tarafından sömürgeleştirilince Kenya’nın da kaderi tamamen değişti. Zorla girişilen kolonizasyon süreciyle ülkenin yeraltı ve yerüstü tüm zenginliklerine ve bereketli topraklarına el konuldu. Kraliyet mensuplarının taçlarını zümrütlerle, elmaslarla ve türlü mücevherlerle süslemek adına binlerce Afrikalı ayaklarında demirden prangalarla madenlerde köle olarak çalıştırıldı. Sömürge valilerinin fermanlarına karşı çıkan ve topraklarını terk etmeyenler ise toplu kıyımlardan geçirildi. İşte Kikiyu halkının başlattığı Mau Mau ayaklanması bu vahşetin son bulması ve Kenya’nın bağımsızlığını kazanması uğruna İngiliz emperyalizmine karşı verilen önemli mücadelelerden birisiydi. Nitekim 1952-56 yılları arasında gerçekleşen bu ayaklanmadan birkaç yıl sonra Kenya bağımsızlığını kazandı.
Ne var ki yıllar önce kılıç şakırtıları ve sömürge birliklerinin nalları altında başlatılan kıyımlara bu kez modern tüfekler, havadan bombardımanlar ve Hitlervari yöntemlerle yenileri eklendi. Kraliçe II. Elizabeth’in yönetimindeki İngiliz emperyalizmi ayaklanmayı eşi benzeri görülmemiş bir vahşetle bastırdı. İngiltere’den özel olarak ordu birlikleri getirildi. Daha ayaklanmanın ilk evresinde ilan edilen olağanüstü halin ardından neredeyse nüfusun tamamını oluşturan 1 milyondan fazla Afrikalı “tedbir” amacıyla tutuklanıp toplama kamplarına ve hapishanelere götürüldü. Bu kampların Nazilerin çalışma kamplarından esinlenerek organize edildiği dönemin sömürge yönetiminin başsavcısı Eric Griffith-Jones tarafından yıllar sonra itiraf edildi. Çocuklar da dâhil on binlerce mahkûm açlık ve hastalıklara yenik düştü, geriye kalanlar sistematik işkencelerle kimi zaman canlı canlı yakılarak öldürüldü. Kraliçe amcası VIII. Edward gibi Nazilerle doğrudan el sıkışıp objektiflere poz vermedi. Ya da buna şansı olmadı diyelim. Ancak nasıl ki Hitler faşizmi Auschwitz toplama kampının kapısına “Çalışmak Özgürleştirir” sloganını astıysa, Kraliçe II. Elizabeth’in emrindeki sömürge yönetimi de Kenya’da kurduğu kampların kapısına “Emek ve Özgürlük” sloganını astı. Bu tarihsel analoji Kraliçe’nin nasıl bir mirasa sahip olduğunun ve nereden ilham aldığının çok çarpıcı bir özetidir. Nitekim toplama kamplarına asılan özgürlük sloganının aksine, monarşiyi bu denli vahşileştiren olgu, kolonilerin bağımsızlığından duyduğu korkuydu. Bu korkuyla girişilen katliamda tüm ayaklanma boyunca 32 beyaza karşılık 10 bin Afrikalı öldürülerek toplamda yüz bine yakın insan katledildi. Afrika’nın bereketli toprakları Kraliçe’nin askerleri tarafından kan deryasına çevrilmişken, II. Elizabeth İngiliz Milletler Topluluğu’na ait çeşitli ülkeleri dolaşıyor ve ziyaretlerinde Birleşik Krallık’ın dünya barışının asli unsuru olduğunu, yüzünde en ufak bir kıpırdanma olmaksızın büyük bir hayâsızlıkla dile getirebiliyordu.
Kenya’daki vahşetin bir benzeri 1948-1960 yılları arasında Malezya’da gerçekleştirildi. Malay vahşeti olarak tarihe geçen katliam II. Elizabeth tahta geçmeden dört yıl önce başlasa da taç giymesinden sonra sekiz yıl boyunca sürdürüldü. Bağımsızlık uğruna mücadele eden Malaya Komünist Partisinin askeri kanadı Malaya Ulusal Kurtuluş Ordusu (MNLA) İngiliz sömürgeciliğine karşı bir gerilla mücadelesi veriyordu. Monarşi bir kez daha bağımsızlıktan duyduğu korkuyla gerillaları ve sivil halkı büyük bir kıyımdan geçirdi. MNLA ile bağlantılı olduğu iddiasıyla 400 bin ilâ 1 milyon arasında insan toplama kamplarına doldurulup türlü işkencelerden geçirildi. Katliamların sonucunda 7 bine yakın gerilla ile 3 binden fazla sivil yaşamını yitirdi. Yemen’de 1962-1969 yılları arası yaşanan savaşta da monarşi bağımsızlıktan duyduğu tarihsel korkuyla hareket etti ve bağımsızlık karşıtı ülkelere milyonlarca sterlin aktardı. İngiliz emperyalizminin kışkırttığı bu savaş sonucunda yerinden yurdundan edilen on binlerin yanı sıra 200 bin kişi hayatını kaybetti. Üçüncü Dünya Savaşının cepheleri olan Irak, Afganistan ve Suriye’de yıllardır yaşanan dramın ve vahşetin baş sorumlularından birisi de yine İngiliz emperyalizmidir. Öte yandan Asya’dan Afrika’ya, Okyanusya’dan Kuzey İrlanda’ya dek neredeyse dünyanın her yanında yirmiden fazla bölgeyi gerek askeri işgaller gerekse de soykırım ve katliamlarla cehenneme çeviren, Birleşik Krallık’ın ta kendisidir. Burjuvazinin bir “moda ikonu” olarak parlatmaya çalıştığı ve “tonton bir ihtiyar” olarak resmettiği Kraliçe II. Elizabeth, bu krallığın en tepesindeki isim olarak, en azından kendi döneminde İngiliz emperyalizminin insanlığa karşı işlediği suçların hepsinin en tepedeki failleri arasındadır.
Birkaç örneğini aktardığımız bu karanlık kesitleri üst üste koyunca, burjuvazi tarafından yaratılan “pembe” Kraliçe tablosunun ne denli aldatıcı olduğu apaçık ortaya çıkıyor. Halkın gönlünde taht kurduğu iddia edilen kraliyet ailesinin, gerçekte kirli ve kanlı bir geçmişi olan sömürge imparatorluğunun temsilcileri olduğu ve bugünün kapitalist sınıfının en tepe temsilcileri arasında yer aldığı da yine tarihsel bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Bundan yaklaşık yüz yıl önce İrlandalı devrimci Marksist James Connolly’nin monarşiye dair söyledikleri bugün de geçerliliğini koruyor: “Monarşi, tarihimizin en karanlık ve en cahil günlerinde insanlığa açgözlülük ve ihanet eliyle dayatılan tiranlığın bir kalıntısıdır. İcazetini yalnızca yağmacının kılıcından ve üreticinin çaresizliğinden alır ve insanlığa armağanları sadece muzaffer ve utanmaz alçaklıkların habis örnekleriyle ölçülebildiği için meçhuldür.”[*]
V. George’un taç giymesinin ardından düzenlediği Kraliyet ziyareti vesilesiyle kaleme alınan bu yazının devamında Connolly, bugün kapitalist gericileşme ve yozlaşmayla iç içe geçmiş ve alabildiğine çürümüş İngiliz kraliyetine ayna tutmaktadır: “… bu kraliyet ailesi her ileri adıma karşı çıkmış, her reforma savaş açmış, her vatansevere zulmetmiş ve her hayırlı davaya kumpas kurmuştur. Tüm halk dostlarına iftira atıp, her zalimle dost olmuştur. Bugün gafil papazlar tarafından övülen bu kraliyet ailesi, tiksindirici suçlarla tarihe nam salmıştır. Cinayet, ihanet, zina, ensest, hırsızlık, yalan yemin; insanoğlunun bildiği her suç, Kral George’un soyundan gelmekten gurur duyduğu monarklardan biri tarafından işlenmiştir.”
1911 yılında yazılan bu satırlarda bahsedilen suçlar, bugün katmerli bir şekilde işlenmeye devam ediliyor. Öyle ki burjuva medyanın magazin sayfalarına ve çeşitli dizi ve filmlere de konu olan Buckingham Sarayının skandalları ve yolsuzlukları gündemdeki yerini hep koruyor. Ancak önemle belirtelim ki burjuvazinin çarpıtarak güldürü kıvamında kitlelere servis ettiği skandalların, yolsuzlukların, şatafatlı saray yaşamının İngiliz emekçilerine ödettiği bedel son derece ağırdır ve hiç de gülünç değildir. Kestirmeden söylemek gerekirse burjuva cumhuriyetlerinin son derece gericileştiği ve en baskıcı biçimlere dönüştüğü günümüz koşullarında monarşi denen garabet, toplumun kurtulması gereken safradan başka bir şey değildir. İngiltere özelinde ise İngiliz kraliyet ailesi, başta İngiliz emekçileri olmak üzere İngiliz Milletler Topluluğu’na bağlı tüm ülkelerin emekçilerini sömüren ve halkın her geçen gün büyüyen yoksulluğunu derinleştiren bir parazittir. İşlediği suçların hiçbirinin hesabını vermeden ölen Elizabeth’in dünyanın en zengin kadını olması, bu parazitlerin nasıl bir sömürü çarkı üzerinde taht kurduğunu yeterince anlatıyor. Kraliyet ailesinin toplam 88 milyar dolarlık servete sahip olduğu söyleniyor. Oysa bu rakam buzdağının sadece görünen kısmına tekabül ediyor. Görünmeyen tarafta ise off-shore hesaplardan tutun da uyuşturucu ve silah ticaretine dek, çarşaf çarşaf yolsuzlukların cirit attığı bir kara para cenneti var. Paradise Belgeleriyle 2017 yılında ortaya çıkarılan rezalette Kraliçe Elizabeth’in monarşi adına 10 milyon sterlinlik hırsızlığı hafızalardan silinmiş değil. Dahası monarşinin yeni yüzü Kral Charles’ın Britanya militarizminin (savaş endüstrisinin) baş temsilcisi olması ve küresel ölçekteki faaliyetlerinde böyle nam salması, Üçüncü Dünya Savaşının daha da genişlediği bugünlerde bu cennetin sınırlarının da genişleyeceği anlamına geliyor. Hele de Ukrayna savaşının baş kışkırtıcısının İngiltere olduğu düşünülürse!
Hâsılı hangi boyutuyla ve neresinden ele alırsak alalım, monarşi denen kurum tam da Connolly’nin dediği gibi cinayetin, ihanetin, hırsızlığın, talanın ve sömürünün yeniden ve yeniden hortlatıldığı bir suç örgütüdür. Egemenlerin Kraliçe için yaratmaya çalıştığı “adanmış ömür” imajının gerçeklikle hiçbir ilişkisi yoktur. O da kraliyet mirasını sorgusuz sualsiz sahiplenen tüm diğer varisler gibi sınıf tarihimizin teşhir direklerine, milyonlarca yoksul emekçinin kanıyla lekelenmiş tacı ve tahtıyla çivilenmiştir. Emekçi sınıfların zihninde kraliyet ailesi daima bugünün kapitalist sınıfının en tepedeki temsilcilerinden biri olarak kalacaktır. Ne İngiltere işçi sınıfı ne de dünya proletaryası onun bu rolünü asla unutmayacak. Son kullanma tarihi çoktandır geçmiş bulunan kapitalist barbarlıkla birlikte örgütlü işçi sınıfı cümle bezirgânlardan hesabı mutlaka soracak.
[1] James Connolly, The British Monarchy Is an Affront to Democracy
link: Can Aytekin, Kraliçe Öldü, Monarşi Yıkılmayı Bekliyor!, 21 Eylül 2022, https://marksist.net/node/7755
İflas Eden Dış Politika, Açmaz ve Tornistanlar
“LGBT Karşıtı Miting”de Sergilenen Nefret ve İkiyüzlülük