Sıkışmışlığı artan ve günden güne sallantılı hale gelen rejimin, dış politikadaki tornistanları da, faşist ittifak içi çelişkileri de, çelişkili uygulamaları da, deneme yanılmaları da, dağılma emareleri de ve kuşkusuz gaddarlığı da artıyor. Fakat her geçen gün çıkmazı büyüyen rejimin çaresizce attığı adımlarla yüz yüze olduğu derin sorunları çözme olanağının bulunmadığı her vesileyle ortaya seriliyor. Birkaç ay soluklanmak ve zaman kazanmak üzere atılan adımlar sorunları daha da büyütüyor ve iktidarın toplumdaki meşruiyeti daha fazla sorgulanıyor.
Rejimin çıkmazının son dönemki en belirgin yanlarından birini dış politika alanında sergilediği “tükürdüğünü yalama” tutumu oluşturuyor. Ekonomisi çöküş halinde olan, ileri sürdüğü iddiaların hepsi teker teker çöken ve geçen sonbahardan beri önüne koyduğu iktisadi hedeflerin neredeyse hiçbirine ulaşamayan rejim, günü kurtarıp seçimlere kadar bir miktar toparlanabilmek için kapı kapı dolaşıp para bulmaya çalışıyor. Ayrıca askeri seferler düzenleyerek halkın milliyetçi duygularını köpürtüp ekonomik sorunlarını unutturmayı umuyor. Nitekim bugünlerde Yunanistan’la adım adım yükseltilen bir gerilime tanık oluyoruz. Gerek içeride her gün yenisi patlak veren skandalları gölgede bırakmak için gerekse milliyetçiliği bu “kadim düşman” üzerinden köpürtmek çok daha geniş kabul görebileceği için, Yunanistan’a yönelik efelenmeler, azarlamalar, tehditler gırla gidiyor. Ancak bunun kontrollü bir hırlama olduğu aşikârdır. Fakat geçmişte gayet işe yarayan bu tür çıkışların ve gerilimlerin bugün geniş kitleler nezdinde eskisi kadar etkili olması pek mümkün değildir.
Öte yandan rejimin sıkışmışlığını aşmakta bir faydası dokunabilecek tüm “dünün düşmanları” bugün bir kez daha kardeş ve dost ülke oluvermiştir. Bugün, daha düne kadar 15 Temmuz’un arkasındaki güç ve ana destekçisi olduğu söylenen Birleşik Arap Emirlikleri’nin liderinin Erdoğan’ın sarayında “en iyi şekilde” ağırlandığıyla övünülüyor. Bu çark edişin karşılığının 10 milyar dolar olduğu söyleniyor. Benzer şekilde, haklı olarak katil ilan edilen Suudi veliaht prens de geçtiğimiz haftalarda sarayda resmi törenlerle ağırlanmıştır. Onlardan da 20 milyar dolar civarında bir girişin sözünün alındığı, bunun bir miktarının swap mekanizmasıyla yapılacağı, kalanının da Suudi Varlık Fonu tarafından İstanbul Borsasında hisse senedi satın alınması yoluyla şimdiden aktarıldığı konuşuluyor. Son dönemde İstanbul Borsasındaki istisnai yükseliş ve yabancı para girişi düşünüldüğünde, bu iddiaların gerçek olması gayet olasıdır. Zaten “sıkı dostumuz” olan Katar’dan gelecek 15 milyar dolar ve Rusya’dan gelecek 10 milyar dolar ile kısa vadede kasaya 55 milyar doların girmesi planlanıyor! Bu paralarla dövizi dizginlemenin, yeni ulufeler dağıtmanın, emekçilerin gözünü boyayacak kimi iyileştirmeler yapmanın (asgari ücrete resmi enflasyonun üzerinde bir zam, EYT sorununun, 3600 ek gösterge meselesinin kısmen halledilmesi, kimi taşeron işçilere kadro verilmesi, kışın doğalgaz, yakıt ve elektrik fiyatlarının sübvanse edilmesi, öğrencilerin KYK borçlarının faizinin silinmesi, 6 milyon dar gelirlinin icra ve haciz işlemleri başlayan elektrik, su borçlarının 2 bin liraya kadar olan kısmının silinmesi, intörn hekim ve diş hekimlerine asgari ücret ödenmesi, gelir vergisi dilimlerinin değiştirilmesi vb.) ve böylelikle de “düze çıkıyoruz” algısı yaratmanın hesabı yapılıyor. İktidar dışarıdan bulunacak paralarla ekonomiye biraz nefes aldırarak seçimlere öyle gitmek istediği görüntüsünü çiziyor. Fakat sürecin olağanüstü karakteri nedeniyle seçimlerin olup olmayacağı belli değildir. Kaldı ki bunlarla ekonominin düze çıkması da zaten mümkün değildir, olsa olsa göz boyamak mümkün olabilir.
Bir de doğrudan para girişi sağlamasa da hem orta ve uzun vadede iktisadi yararları olacak hem de siyaseten el rahatlatma amacı güdülen geri adımlar söz konusudur. Mısır ve İsrail’le ilişkilerin düzeltilmesi bu kapsamdadır. Her ikisiyle de hedeflenen şeylerden biri Doğu Akdeniz hidrokarbonlarının paylaşımı hususunda Türkiye’nin dışlanmasına son verilmesidir. Mısır’la diplomatik görüşmeler yeniden başlatılmıştır. Düne kadar katil ve terörist İsrail devletine bu sıfatlar da dâhil demediğini bırakmayan iktidar, bugün İsrail’le de “normalleşmek” zorunda kalıyor, çünkü ABD’yle ilişkileri düzeltmenin ön koşullarından birisidir bu. Dahası ABD’deki Yahudi lobisinin desteğini tekrar kazanmak da ABD’yle olan kimi sorunları çözmek açısından yararlı olacaktır diye düşünülüyor. Bunlar tükürdüğünü yalamak demekmiş, Filistin halkını bir kez daha yüz üstü bırakmak anlamına gelirmiş, ne gam! Burjuvazinin dış politikasında zaten ilke diye bir şey yoktur, bu iktidarda ise onun zerresini bile aramak boşunadır.
Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, İsrail, Mısır… Hepsinde de edilen onca iddialı ve ağır laftan, “bu can bu bedende oldukça” vb. sözlerinden sonra tam yol tornistan edilmiştir. AKP’nin eski önde gelenlerinden Cemil Çiçek bile, bir halk deyişini tadil ederek, “adama kirlettiği testiden su içirirler” diyor. Ama gerçekleri çarpıtma, halkı aldatma öylesine arsızlık boyutuna ulaşmıştır ki, hâlâ “içimizdeki mandacılara rağmen dış politikamızı güçlendirdik, itibar ve özgüven kazandırdık” diyebiliyorlar. Gerçek tam tersidir, TC’nin dış politikası yurtdışında alay konusudur. Şantajcı, blöfçü, pazarlıkçı ve güvenilmez bulunmaktadır.
Dış politikada iflasın son çivisi, teslimiyet ve tornistan silsilesinin son ayağı, görünen o ki, Suriye olacaktır.
Soçi zirvesi: Rusya’yla yeni pazarlıklar
Rusya’nın Erdoğan’ı Suriye’yle resmi ilişki kurmaya zorlaması yeni değil. Ancak bu adımın, cihatçılar aracılığıyla Suriye’de kazandığı mevzileri terk etmek anlamına geldiğini bilen Erdoğan, ABD’yle anlaşmanın bir yolunu bularak Rusya’yı dengelemiş ve bu sayede İdlib’de kalabilmişti. Fakat rejimin içine düştüğü ekonomik açmaz alabildiğine dayatmasına rağmen, Erdoğan, iktidarını ayakta tutabilecek siyasi ve ekonomik desteği ABD ve Avrupa’dan alamadı, alamıyor. Bastıran kur krizi ve ekonominin uçurum kenarında dolaştığı koşullarda Erdoğan’ın Putin’e el açmaktan başka çaresi kalmamıştır.
Erdoğan, Batı ile Rusya arasında Ukrayna savaşıyla artan gerilim ve oluşan boşluklardan yararlanarak kendisine alan açmaya çalışıyor ama sıkışmış rejim bu durumu da arzu ettiği ölçüde kendi lehine çeviremiyor. 5 Ağustosta Soçi kentinde Putin’le bir araya geldiğinde Erdoğan’ın iki ana beklentisi vardı. Birincisi, iç politikada çok ihtiyaç duyduğu Rojava’ya yeni bir sefer için Rusya’dan onay almak. İkincisi de Batı ambargosu altında olan Rusya’ya nefes alabileceği kanallar açarak, ondan gerekli karşılığı komisyon olarak koparmak.
İkinci hedefte başarılı olunmuş gibi gözüküyor, tabii ne kadar istendi ve ne kadar tırtıklanabildi onu bilemeyiz. Ama bir miktar paranın Türkiye’ye akmaya başladığını biliyoruz. Akkuyu Nükleer Santralinin sahibi olan Rosatom adlı şirketin 15 milyar doları Türkiye’ye transfer etmeye başladığı, artan Merkez Bankası rezervlerinden anlaşılıyor. Rus oligarklar paralarının bir kısmını Türkiye’ye gönderiyorlar. Varlıklı Ruslar Türkiye’den konut alıyorlar, bu yılın ilk beş ayında 20 bine yakın ev satıldığı ve bunların 4 milyar dolar civarında bir meblâğa karşılık geldiği söyleniyor. Bunun dışında doğalgaz ve petrol alımında rublenin kullanılması hususunda anlaşılmış ki, döviz sıkıntısı çeken Türkiye açısından bu da bir parça soluklanabilmek demektir. Türkiye’nin Rusya’dan ithal ettiği günlük petrol miktarının son dönemde iki katına çıkmış olmasını da bunlara ekleyelim. Tüm bunlar hem paraya alabildiğine sıkışan Türkiye’nin hem de ambargoları delmek için yeni kanallar arayan Rusya’nın işine geliyor. Her ne kadar Türkiye (Kıbrıs’la birlikte) Rusya’nın Batı’ya açık kalan nadir kapılarından biri olsa da, Çin ve Hindistan başta gelmek üzere çeşitli ülkelerle Rusya zaten hammadde, petrol ve doğalgaz ihracatını sürdürmektedir. Bu açıdan, aradaki ilişkide, karşısındakine esas muhtaç olan Türkiye’dir. Rusya, Türkiye’yi yanında tutmak ve daha fazla kendisine doğru çekmek istiyor. Ve bu konuda eli güçlüdür. Üstelik rejimin Rus sermayesini Türkiye’ye çekerek Rusya’ya yaptırımları delme fırsatı yaratması Batı’nın tepkisini çekiyor. İngiliz ve Amerikan gazetelerinde Erdoğan’ın Rusya’yla daha fazla yakınlaşmasının “endişeyle izlendiği” yazılıyor. ABD, Erdoğan iktidarının üstünden atlayarak, yaptırım uygulanan Rus kurum ve kişileriyle iş yapmamak hususundaki tehditlerini bir mektupla TÜSİAD’a iletiyor: “Yaptırım uygulanan Rus kurum ve kuruluşlarıyla ilişkilerin, Türkiye’nin finansal kurumlarını ve işletmelerini yaptırım riskine maruz bırakabileceğini lütfen unutmayın.” Sadece uyarının kendisi değil yapılış biçimi de çok şey anlatıyor: Erdoğan’a güvenmiyoruz bari siz yapmayın diyorlar.
Rojava’ya dönük yeni bir saldırı konusunda onay almaya gelince. Rusya böyle bir onayı vermediği gibi, bu meseleleri “Esad’la birlikte çözün” diyerek, Suriye’yle tekrar ilişki kurun talimatını vermiş oldu. Durum buyken Erdoğan’ın yeni Suriye seferi hesapları bozulmuş demektir. Zira Rus Dışişleri Bakanı Lavrov da, “Suriye’de yeni askeri eylemler kabul edilemez” diyerek bu yolu tıkadı. ABD de “tüm tarafları ateşkes hatlarını korumaya çağırıyoruz” diyerek yeni operasyona yeşil ışık yakmamıştır. Bu koşullarda Erdoğan hâlâ “bir gece ansızın” şarkısını terennüm etse bile, yeni bir saldırı doğrultusunda atacak adımı şimdilik kalmamıştır. Beklenen tornistan da bu gelişmeler üzerine gelmekte gecikmemiştir. Erdoğan’dan ve onun sözcülerinden Suriye’yle diyalog kurulabileceği yönündeki açıklamaları birbiri ardına sökün ediyor. Dışişleri Bakanı iki ülke istihbaratları arasında görüşmelerin başladığını dile getirdi. Faşist iktidar blokunun Perinçek kanadı da Esad’la görüşmeye gönderiliyor. Yandaş medyada her gün Suriye’yle resmi ilişkilerin kurulması üzerine yazılar çıkarken, Türkiye egemenlerinin ikiyüzlülüğüne ve utanmazlığına yakışır şekilde, sanki Suriye’deki yıkımın en büyük sorumlularından biri Türkiye değilmiş gibi kalem oynatılıyor. Bu arada devletin gazetecisi Ertuğrul Özkök’ün birden bire Esad’ın laikliğini ve modernliğini keşfettiğini de belirtelim.
Erdoğan’ın emperyal politikası çökmüştür ve bu iflas tabutuna son çivi de Suriye politikasıyla (bu politikanın ana ekseninin mimarı Davutoğlu’dur) vurulmaktadır. Aslında İhvan üzerinden Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da egemen olma hayalleri suya düşeli çok oluyor ama Erdoğan yenildiğini kabullenmeyerek süreci uzatıyordu. Gelinen noktada artık Erdoğan apaçık söylemese de onun iktidarı altında şekillendirilen yayılmacı hayallerin suya düştüğünü kabullenmek zorunda kalmıştır. Bu dışarıya dönük yeni saldırgan hamlelerin artık mümkün olmadığı anlamına gelmiyor kuşkusuz, ama bunlar çırpınma ve su üzerinde kalma mahiyetindeki girişimler olacak ve sonucu değiştirmeyeceklerdir. “Esed’i yenmek, yenmemek gibi bir derdimiz yok” denmesi, aslında izledikleri politikanın iflasının itirafı niteliğindedir. Zira başlangıçta hedefin tam da bu olduğunu dünya âlem biliyordu. Ardından Esad rejimini yıkamayacağı anlaşılınca ve Rojava’da Kürtler siyasi-askeri egemenliği ele geçirince, Suriye politikasının ekseni Kürt hareketini ezmek, olmadı gelişimini engellemek noktasına kaydı. Faşist blokun temel eksenlerinden birini ve çimentosunu oluşturan bu hedefi yalnızca Erdoğan’ın değil, tüm iktidar bloku ve hatta düzen muhalefetinin ana bileşenlerinin de güttüğünü ve gütmeye de devam edeceklerini belirtelim.
TC açısından, Esad rejimiyle kurulabilecek bir resmi temasın amacının esasen Kürt hareketini ezmek olduğu açıktır. Ek olarak, bu temas ve yapılacak düzenlemeler sayesinde Türkiye’ye kaçan Suriyelilerin bir kısmının vatanlarına dönüşünün sağlanması, göçmenler hususunda iktidara dönük kızgınlığın azalması anlamına da gelebilir. Erdoğan ve ekibinin, Suriye’yle resmi ilişki kurma yönündeki açıklamalarla esasen Rusya’yı tatmin etmeyi hedeflediğini, bunun ötesini pek gerçekçi görmediğini söylemek mümkündür. Zira iktidar blokunun Erdoğan kanadı, Esad’la anlaşmayı son tercih olarak görüyor, çünkü bu, işgal ettikleri topraklardan ve İdlib’den çekilmek, dolayısıyla da elindeki tüm kozları resmen yitirmek demektir. Diğer taraftan gerek ordunun önemli bir kesimi, gerekse de MHP ve Avrasyacılar açısından temel ve öncelikli sorun, yeni nüfuz alanları kazanmak değil, Kürt hareketini ezmektir. O nedenle onlar böylesi bir yeniden yakınlaşmaya Erdoğan’a göre çok daha hazır ve isteklidirler. Her iki ülkenin de yaşadığı Kürt sorununun açmaz haline gelişi, Erdoğan’ın işgal ettiği toprakları bırakmama arzusu, Suriye ile Türkiye’nin yakınlaşmasının önüne aşılması zor engeller olarak dikilmektedir. TC istese bile Suriye tarafı normalleşmeye yanaşmak istemeyebilir; Suriye ordusu içerisinden gelen TC’ye dönük güvensizliği dillendiren beyanlar az değildir. Şunu da hiç unutmayalım ki, TC bölgede esas oyun kurucu durumunda değildir, o bugüne kadar “oyun bozan” olarak sürece dâhil olmaya çabalıyordu. Ama Suriye’yle yeni bir yakınlaşmayı her iki taraf da istese bile aşılması gereken hem iç hem de dış engeller çoktur. ABD’nin, İran’ın, İsrail’in ve İdlib’deki cihatçı çetelerin böylesi bir süreci engellemek isteyecekleri bellidir. Böylesi bir yakınlaşmanın en bariz sonucu Kürt hareketinin ezilmeye çalışılması olacağına göre, bu yakınlaşmaya Kürt hareketi de elindeki imkânlarla karşı çıkacaktır. İdlib’de Türk bayraklarının yakılarak protesto gösterileri düzenlenmesini, Rojava’nın çeşitli merkezlerinde karşılıklı saldırıların sayısında yaşanan önemli artışı ve kışkırtmaları bir de bu gözle değerlendirmek gerekir. TC hem Kürt halkını (son olarak Haseke’de oyun oynayan çocuklar İHA’larla bombalanmıştır) hem de Suriye rejimine ait askeri üsleri hedef alırken, Suriye de TC destekli dinci çetelerin hâkim olduğu bölgelere asker sivil gözetmeksizin saldırılar düzenliyor.
Soçi zirvesinden hemen sonra F-16 konusunu görüşmek üzere ABD’ye bir heyet gönderildiğinin açıklanmasıyla, S-400’ler konusunda şaşırtıcı bir açıklama geldi Rusya’dan. Belli ki, Rusya, TC’ye kendisine kazık atmaması ve verdiği sözleri tutması, Esad’la da görüşmesi için mesaj vermektedir. Rus yetkilileri “Türkiye’nin, ikinci parti S-400 hava savunma sisteminin tedariki için bir sözleşme imzaladığını” duyurdular, ama bu duyuru Türkiye tarafından yalanlandı! Resmi açıklamaların yalanlanması ilk kez olmuyor. Ama artık işin cılkı çıkmış durumdadır. Kayıt dışı ikili görüşmeler diplomasinin yerini almıştır, bu görüşmelerde neyin konuşulduğunu, ne pazarlıklar yapıldığını bilmiyoruz. Halk hiçbir zaman bilmezdi de en azından ilgili bürokratlar bilirdi normal zamanlarda. Artık o da yok. Mevcut rejim, burjuvazinin işlerinin yönetiminde iç politikada olduğu kadar dış politika alanında da inanılmaz bir tahribat yaratmıştır.
Yalnızca bu örnek bile, dış politika ve diplomasi alanında ne denli çapsız davranıldığını, yıllar içinde oluşturulan burjuva teamüllerin yerle bir edildiğini, keyfiliğin ağır bastığını gösteriyor. Bir başka deyişle, burjuva devletin bekası adına ortaklarıyla birlikte faşist bir rejim inşa ettiler ama o devletin çivisini çıkarttılar. Arkadan gelip geç kalmışlığın acısıyla ülkenin zenginliklerini yağmalamak, çalıp çırpmak hususunda adeta kendi içlerinde yarışıyorlar. Çürüme derinleştikçe derinleşiyor. Devlet burjuvazinin genel çıkarlarını koruma işlevini önemli ölçüde kaybetmiş, iktidar çevresinin yağma aracına dönüşmüş durumdadır. Bu durum bir taraftan da bürokrasinin iç gerilimlerini arttırarak, gerginliklere yol açmakta, istikrarsızlığı büyütmekte ve zaman zaman kaçaklara, sızıntılara yol açmaktadır. Hatta kendi kişisel akıbetinden endişe etmeye başlayan bürokratlar, sonraki dönemlerini garanti altına almak için girişimlerde bulunuyorlar. Tarikatlarla, mafyayla, uyuşturucu tacirleriyle, paramiliter yapılarla içe içe geçip kaynaşmış bir rejim söz konusudur. Faşist rejimin sıkışıklığı artıp iç kenetlenmesindeki gevşeme ve çözülme süreci hızlanınca, pastanın küçülmesinin de bir sonucu olarak devlet içindeki klikler ve onların mafya uzantıları arasındaki kavga da kızışıyor. Bileşimi neredeyse tümüyle Erdoğan tarafından belirlenen üst yargı organlarından bile zaman zaman iktidarın hoşlanmayacağı kararlar çıkmaya, bu tür durumların sayısı artmaya başlamıştır. Aslında bunlar totaliter bir aygıtın monolitik yapısıyla bağdaşmayan gelişmelerdir ama gözümüzün önünde de yaşanmaktadır. Bunun anlamı mevcut rejimin artık son dönemini yaşamakta olduğudur. Bu asla onun kendi başına, kendiliğinden çökeceği anlamına gelmez. Tersine rejimin olağan yollardan sona erdirilemeyeceği, tüm çelişkilerine rağmen mevcudiyetini korumak için hiçbir melanetten kaçınmayacağı açıktır. Bu da demek oluyor ki, rejim çürüyüp dağılma emareleri gösterdikçe daha da çalkantılı, çatışmalı ve kaotik bir dönem yaklaşmakta ve ona karşı mücadeleyi büyütmenin yaşamsal önemi artmaktadır.
link: Oktay Baran, İflas Eden Dış Politika, Açmaz ve Tornistanlar, 10 Eylül 2022, https://marksist.net/node/7754
Uyan
Kraliçe Öldü, Monarşi Yıkılmayı Bekliyor!