Kapitalist sömürü düzeninin egemenleri tıpkı kendilerinden önceki sömürücü egemenler gibi emekçi kitleleri yönetmek, sistemin çelişkilerinin üzerini örtmek ve bunu kabul ettirmek için çeşitli araçlar geliştirmiş ve kullanmışlardır. Kimi zaman doğrudan zor gücüyle ama çoğu zaman propaganda ve manipülasyonlarla örgütsüz kitleleri kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettirmek, yarattıkları yıkım ve çelişkilerin üzerini örtmek için seferber etmiştir. Özellikle kriz ve savaş gibi olağanüstü dönemlerde çok daha yoğun ve doğrudan başvurulan bu yöntem Birinci Dünya Savaşı yıllarında görsel materyallerle etkisini daha da genişletmiştir. Kendinden önceki dönemlere göre daha gelişkin propaganda araçlarıyla egemenler çıkarları doğrultusunda milli duygulara seslenmiş, topyekûn seferberlik için yoksul emekçilerden “fedakârlıklar” istemiştir. Böylece hem üretim alanları hem de emekçi evleri savaş alanına dönüştürülmüş, savaşın parçası haline getirilmiştir. “Fedakâr ve vatansever” duyguların kabartılması noktasında özellikle emekçi kadınlara yönelik propaganda bombardımanına hız veren egemenler, artan ihtiyaçlar temelinde fabrika ve evlerde emekçi kadınları şekillendirmek ve kapitalist çıkarları doğrultusunda yönlendirmek için var güçleriyle çalışmıştır.
Cephe gerisindeki durumu kontrol etmek, savaş seferberliğini büyütmek ve tehlikeli işlerde çalışacak işçi bulmak için çarpıcı örneklere imza atan ülkelerin başında gelen İngiltere’de egemenler, bu noktada emekçi kadınların çalışma hayatındaki sınırlı çerçevesini genişletme ihtiyacı duymuş ve bizzat kadın işçilerin rol aldığı propaganda filmleri hazırlatmışlardır.
“Mühimmat İşçisinin Yaşamında Bir Gün”
Bugünkü teknolojinin çok daha gerisinde gerçekleşen Birinci Dünya Savaşında üretimden koparılan işçi ve emekçiler cepheye gönderiliyor, silah tutanlara ihtiyaç artıyordu. Bir yandan erkek işçilerin daha çok savaş cephelerine sürülmeleri, öte yandan kızışan savaşta artan cephane gereksinimi, silah sanayiinde üretimi zora sokuyordu. Savaş başlayalı bir yıl olmasına rağmen artan mühimmat gereksinimi 1915’te İngiltere’de Mühimmat Bakanlığının kurulmasına yol açmıştı. Bakanlık üretimi arttırmak için kısa süre içerisinde emekçi kadınlara çağrıda bulundu. Sonuçta birilerinin savaşa gönderilen erkek işçilerin yerini doldurması gerekiyordu. Savaşla birlikte artan yoksulluğun getirdiği baskı ve eşlik eden yoğun propaganda karşısında Bakanlığın çağrısı yüz binlerce kadın tarafından karşılık buldu. Savaşın sonunda 1 milyona yakın kadın mühimmat fabrikalarında çalışıyordu. O güne kadar daha çok temizlik, çocuk bakımı, mutfak işlerinde çalışan kadınlar artık sanayi işçisi olmuştu. Öyle ki bu kadınları tarif etmek için yeni bir kelimeye bile ihtiyaç duyulmuştu: Munitionette, yani kadın mühimmatçı. Bu ifade, kadın işçiler için sadece savaş yıllarında kullanılan bir lakap olarak kaldı. Çünkü hükümet, savaş bittiğinde kadınların fabrikayı terk etmesini ve fabrikaların tekrar erkek işçilerle doldurulmasını sağladı.
Bakanlığın, 1917’de Nottinghamshire’daki Chilwell Silah Fabrikasındaki işçileri kullanarak hazırlattığı propaganda filmi “Mühimmat İşçisinin Yaşamında Bir Gün”[1] adıyla kısa kesitlerden oluşuyor. Filmde kadın işçilere “örnek” bir işçi tarifi eşliğinde çalışırken neler yapmaları ve nasıl olmaları gerektiği anlatılıyor. İlk sahnede sabahın 5’inde evinden ayrılan kadın işçi trenle fabrikaya varır. Fabrikaya vardıklarında işçiler tulumlarını ve ayakkabılarını giyer, hazır olduklarında işbaşı kartlarını panoya asar ve 12 saat sürecek mesaiye başlarlar. Daha sonra ekranda dikkatle ve hızla top mermilerini hazırlayan işçi belirir ve “patlayıcıyı yerleştirip bombaları hazır hale getiren bir işçi” yazısı akar. İş güvenliğini de elden bırakmadıkları propagandasını yapan egemenler “Mühimmatçılar zehirli ve tehlikeli gazlardan korunmak için maske ve eldiven takıyorlar” bölümünü de filme almayı ihmal etmezler! Hatta “İşçilerin sağlığı özenle düşünüldüğünden yemeklerden önce ve fabrikadan çıkmadan önce yıkanmaları zorunludur” diye eklerler hemen arkasından. Ağır patlayıcıların üretildiği fabrikalarda “maske ve eldiven” ile geçiştirilen iş güvenliği önlemi daha sonra onlarca işçinin ölümüne yol açan patlamaların gerçekleşmesine engel olmayacaktır. İlerleyen yıllarda ağır patlayıcılarla ve zehirli kimyasallarla dolu fabrikalarda çalışmak işçileri meslek hastalıklarına ve iş cinayetlerine maruz bıraktı. Sadece Chilwell’de 4 yıl içinde 200’den fazla kadın işçi çeşitli patlamalar veya zehirlenmeler nedeniyle hayatını kaybetti. Ama filmlerin en vurucu sahnesi elbette ki sona saklanmıştır: “Zafer için çalışmak!” Bu sahnede bir kadın işçi ekrana bakar, maskesini indirir ve gülümser. İşte egemenler işçinin bir günlük yaşamına dair sadece bunu anlatır, onların gösterdiği son mutlu sondur ama gerçek hayat filmlerde anlatılanlardan çok farklıdır!
Erkeklerle kadınların işleri arasındaki sınırların daha keskin olduğu Birinci Dünya Savaşı öncesindeki günlerde bu algıyı dönemin çıkarları doğrultusunda değiştirmek ve çarkların dönmesini devam ettirmek üzere başlayan propagandaya afiş ve posterlerle de destek verildi. Savaş kızıştıkça sorunlar büyümeye, egemenlerin toplum üzerinde sürdürdüğü propagandanın yoğunluğu artmaya devam ediyordu. Hemen hemen her alanda emekçilerin üzerine düşen vazifeleri, sorumlulukları ve işbölümünü tarif eden afişler, kitaplar ve bunun daha geniş kesimlerce sahiplenilmesi için var olan çeşitli kurumlar devreye sokuluyor, olmadığı durumlarda yenisini inşa ediliyordu. Savaşa rağmen “mutlu” yüzlerle donatılan posterlerde yine emekçi kadınlar hedef alınıyordu.
“Bu kadınlar üzerine düşeni yapıyor”
Kadın işçileri fabrikada çalışmaya teşvik eden posterlerde çalışma koşullarının tehlikeli yönlerine hiç ama hiç yer verilmedi. Cepheye asker olarak gönderilmeyen kadın işçilerin fabrikalarda üzerlerine düşeni yapmaları gerektiği vurgulanarak bunun adeta bir “vatani görev” olduğu propaganda edildi. Birinci Dünya Savaşında hava gücünün savaş alanına girmesiyle mühimmat fabrikalarının yanı sıra uçak yapımında da yerini alan kadın işçiler, “ücretsiz eğitim ve bakım ödenekleri” gibi daha önce hiç sahip olmadıkları haklarla teşvik edildi. Bunların dışında 1916 yılında Bakanlığın “Savaş Cephanelerinde Kadın İstihdamı”[2] adlı broşüründe kadınlar yine “çalışkanlık ve fedakârlıklarıyla” övülüyordu. “Kadınlar sadece bir değil, iki torna tezgâhını çalıştırabileceklerini kanıtladılar” denerek, kadın işçilerin gururları okşanıyor, üretimdeki yoğun çalışma temposunun devam ettirilmesi sağlanmaya çalışılıyordu.
Fabrikalarda daha çok yer alan emekçi kadınlar giderek daha çok işçileşirken diğer yandan toplumdaki erkek egemen zihniyetin kadınlara yüklediği “asli” görevleri de unutturulmak istenmiyordu. “İyi bir eş” ve erkekler yokken evin koruyucuları olarak tasvir edilen propagandayı da sürdüren egemenler özellikle cepheye gitmek istemeyen işçileri ikna işini de yine kadınların sırtına yıkıyorlardı. “Korkak” eşlerine kızan kadın figürlerinin yer aldığı afişler, gazete demeçleri dolup taşıyordu. Örneğin evinin penceresinden çocuklarıyla birlikte bir annenin ve cepheye sürülen işçilerin olduğu romantik(!) bir sahnenin çizildiği bir afişin üstünde koca puntolarla “Britanyalı Kadınlar «GİT» Diyor” yazıyordu. İdealize edilen “kutsal aile” figüründe erkeklerin kadınlarını koruması, onlara “layık olması” ise bir başka propaganda içeriğiydi. Afişlerde erkeklerin sevgisinin nesnesi haline getirilen kadınların da “beklemeye, ağlamaya ve layık olmaya” değer olmaları gerekiyordu! Emekçi kadın “vatanseverlik” görevini yerine getirirken, evine, eşine ve çocuklarına olan sorumluklarını aksatmamalıydı!
Sıra mutfaktaki zaferde!
Savaş yıllarında yaşanan en büyük sorunlardan biri de açlık ve yoksulluk olmuştur. Cephede ya da evde herkesin savaşta olduğunun altını çizen egemenler içerdeki krizi yönetmek için tam bir seferberlik ilan etmişlerdir. Artan gıda sorunu ve bunun toplumsal yansımalarının önüne geçmek için bu kez mutfağa el atan iktidar sahipleri, evdeki tencerenin kaynaması işinin yine kadınların “beceri ve buluşlarıyla” üstesinden gelinebileceği propagandasını sürdürmüşlerdir.
Savaş devam ettikçe gıda tedarikinde büyük sorunlar yaşayan İngiltere’de bu kez Gıda Bakanlığı kolları sıvamış ve 1915 yılında Women’s Land Army (WLA – Kadın Ordusu) adıyla kadınların tarımda çalışmasını ve gıda üretimini yeniden canlandırmasını teşvik etmek için sivil bir örgüt kurdurmuştur. WLA çatısında bir araya getirilen kadınlar, işçiye ihtiyaç duyulan çiftliklere yerleştiriliyordu. WLA tarımda da rekabeti arttırmak ve “örnek işçi” imajını tekrar hatırlatmak için performansı yüksek kadınlara İyi Hizmet Kurdelesi verirken, çalışmalarını daha geniş kesimlere duyurmak için 1918’de The Landswoman adlı bir dergi çıkardı. Yayınladığı yazı ve afişlerle kadınları kendisine katılmaya çağıran WLA, savaş bittiğinde artık görevini yerine getirmiş ve 1919 yılında dağıtılmıştı. Elbette İkinci Dünya Savaşında tekrar işbaşı yapmak üzere!
Tarımsal üretim arttırılmaya çalışılırken, üretilen ürünlerin idareli kullanılması, propaganda birimlerinin ayrı bir çalışma konusu olmuştu. Bu kez posterler mutfaktaki tasarrufu arttırmak üzere kadınların “bilinçlendirilmesi” için basılıyordu. Ancak bu posterlerde özellikle dikkat edilen husus, asla yoksulluktan ve yokluktan bahsetmemekti! Bunun yerine tasarruf etmenin önemi ve bunun iç cephelerdeki savaş taktiğinin en önemli unsuru olduğu anlatılıyordu. Böylece savaşa cephede olan olmayan herkesin destek olduğu, tüm bunların ülke menfaatleri için bir sorumluluk olduğu vurgusu yapılıyordu. “Mutfak zaferin ta kendisidir! Daha az ekmek ye!” sloganıyla hazırlanan poster bu propagandanın en çarpıcı örneklerinden biriydi.
Peki, emekçi kadınlar ne anlatıyor?
Mühimmat fabrikalarında çalıştıkları dönemde 18-29 yaşlarında olan kadın işçiler yıllar sonra o günleri anlatıyorlar. Karşılaştıkları tehlikeli ve zorlayıcı koşullara dair hatırladıklarını anlatan 9 emekçi kadın, egemenlerin çizdiği resim karşısında yaşanan gerçekliğe dair başka bir pencere sunuyor.[3]
İşi mermileri doldurmak olan mühimmat işçileri TNT zehirlenmesine maruz kalıyorlardı. Patlayıcıların yıkıcılığını arttıran trinitrotoluene adındaki bu maddeye düzenli olarak temas edenlerin cildi sararıyor, saçları ise yeşile dönüyordu. Bu görünümleri nedeniyle genellikle bu işçilere “kanarya” deniliyordu.
Woolwich Arsenal’de çalışan bir işçi kadın şöyle diyor: “Tozun dokunduğu her şey sararır. Tüm kızların yüzleri, ağızlarının etrafı sarıydı. Dokundukları her şeyin sarı olduğu kendi yemekhaneleri bile vardı. Sandalyeler, masalar, her şey.”
Bir diğer emekçi kadın ise durumu şu sözlerle özetliyor: “Baştan aşağı sarısınız, her yerde o renk. Yastığın, kıyafetlerin… Bir süre sonra siyah saçlarımın yeşile döndüğünü gördüm. Her şeyim çok çabuk yıpranıyordu, onun içinde çalışıyorsun. Sonra fark ettim ki ne kadar yıkanırsan yıkan fark etmiyor. Çünkü sen artık sarısın.”
Tehlikeli TNT tozunu işlemenin yanı sıra, mühimmat işçileri fabrikalarda sağlıklarını tehlikeye atacak başka pek çok şeye maruz kalıyordu. Vardiyalı çalışan işçilerin yetersiz havalandırmayla beraber zararlı kimyasallara ve hatta bazen asbest gibi zehirli tozlara maruz kalması çok yaygındı. Kadın işçiler bunların yanı sıra bedenlerinden kat be kat fazla ağırlıktaki mermilerin kaldırılması ve makinelerin çalıştırılması dâhil vücutlarını kalıcı olarak yıpratacak işleri yapmak zorundaydı. Tüm bunlar uyuşukluk, baş ağrısı, egzama, iştahsızlık, siyanoz, nefes darlığı, çarpıntı, sarılık ve uzuvlarda ağrı gibi hastalıkları yaygın hale getiriyordu. O günlerde hiç zehirlenmediği için şanslı olduğunu düşünen işçilerden biri yaşadıklarını aktarıyor:
“Uçak torpidoları yapardık. Ve onlar ağırdı! Onları barutla doldururduk ve (… ) bu şekilde barakanın diğer ucuna kadar sırtımızda taşırdık. Sonra her iki haftada bir doktor gelirdi ve o da gözlerimize, dişlerimize falan bakarak kontrol ederdi. Bu doktoru hatırlıyorum, bir gün bize dedi ki, «kızların yarısının asla bebekleri olmayacak». Sanırım karnımızı parçaladığımızı düşünüyordu; barut midene, karnına giriyordu. (…) Ağzımızı kapalı tutmamız gerekiyordu. Aslında tehlikenin farkında değildik. (…) bize içmemiz için süt verirlerdi, sanırım içimizdeki zehri veya her neyse onu etkisiz hale getirmek için. Bu yüzden, «Oh, ülkemiz için ölmeyi dert etmiyoruz!» derdik! Dediğim gibi, çok gençtik, farkında değildik.”
Mühimmat fabrikaları yapılan üretimin türüne bağlı olarak değişse de genellikle sağır edici derecede gürültülü ortamlardı. Küçük alanlarda çok fazla makine yer alıyor ve işçiler bu gürültülü ortamda çalışmak zorunda kalıyordu. Bu duruma bir başka işçi şöyle değiniyor: “Biraz kirli ve gürültülüydü. Bağırmadan konuştuğunuzu duyamazdınız. Gürültü gerçekten korkunçtu, tüm makineler sürekli çalışıyordu. Kendini duyuramazdın! Sadece işbaşında değilken konuşabiliyordun. Bütün gün ayakta durmak zorundaydın; biraz yorucuydu ama ulusa hizmet etmekten bir farkı yoktu. Savaş zamanıydı ve olan buydu işte!”
Yaygın iş kazaları ve işçi ölümleri
Top mermisi gibi ağır ve tehlikeli malzemeler üreten makinelerin olduğu yerde elbette iş kazaları da ciddi sorunların arasında yerini alıyordu. Bazı fabrikalarda “sıradan” bir olay haline gelen iş kazalarında pek çok işçi hayatını kaybetti. Savaş döneminde işçi sınıfı bir taraftan cephede bir taraftan fabrikalarda öldürülüyor, katlediliyordu. Artan “fedakârlık ve vatanseverlik” propagandası eşliğinde fabrikalarda ölen işçiler neredeyse konuşulmuyordu bile. Devlet özellikle “ulusal çıkarlar” adı altında bu haberleri basından uzak tutuyor, iş kazalarını ve işçi ölümlerini gizliyordu. İş kazası geçiren bir kadın kendi yaşadıklarını şöyle aktarıyor:
“Küçük kazalar oldu. Elbette, her zaman birinin zarar gördüğünü duymuşsundur. Demek istediğim, ambulansın insanları birçok kez dışarı çıkardığını gördüm ama sadece hafif yaralandılar, ciddi bir şekilde incinmediler. Mermilerden birini lehimlerken, biraz geri gitti ve sonra parmaklarıma vurdu. Bu yüzden bu parmaklarım her zaman biraz sakat olmuştur! Bu durum yaklaşık altı hafta işten uzak kalmama neden oldu. Kolumu kullanamadım; kolumu askıya aldılar. Ücretimi alabilmek için her gün işe gitmek zorunda kaldım. Evde kalmam mümkün değildi, bana ödeme yapmazlardı. Hiçbir şey yapmasam da her gün işe gitmek zorunda kaldım!”
Çok fazla patlamaların olduğu fabrikalarda tutulan muazzam miktardaki patlayıcı maddeler potansiyel bir tehdit oluşturuyordu. Patlamaların en büyüklerinden biri Ocak 1917’de Londra’nın East End bölgesindeki Silvertown’da meydana geldi. Resmi rakamlara göre 73 kişi öldü ve 400 kişi yaralandı. Yakınlarda çalışan bir işçi patlamanın yıkıcılığını şöyle hatırlıyor: “Korkunç bir patlama oldu. Üstümüzde bir Zeplin olduğunu düşündük; bizi gerçekten sarstı. Patlama her yeri salladı.” Ayrıca mühimmat fabrikaları savaş döneminde diğer ülkeler tarafından da hedef alınan noktalardı. Savaşın seyrini değiştirmek, mühimmat sıkıntısı yaşatmak için bu fabrikalar pek çok saldırıyla da karşı karşıya kalmıştı. Fabrikalar her açıdan tam bir savaş alanıydı! “Ben oradayken iki patlama oldu. Birincisi, 42. mermi deposunda olmuştu. Annem 41. depoda çalışıyordu. Bense E bloktaydım ve patlama olan yer adeta bir blok gibi karşıya geçmişti. Gece vardiyası için oraya yeni gelmiştik. Çalışmaya yeni başlamışken bu patlamayı duyduk. Çok fazla insan öldü.”
Uzun ve yorucu çalışma saatleri
Kızışan savaş cephane talebi ve üretim baskısını arttırıyordu. Bu nedenle işçilerin çalışma saatleri çok uzundu. Gece gündüz çalışan fabrikalarda işçilerin mesaileri ortalama 12 saate kadar uzuyordu. Bu kadar tehlikeli işlerin yapıldığı fabrikada gece vardiyalarında çalışmanın korkutucu ve çok yorucu olduğunu belirten işçiler uyanık kalmak için çok efor sarf ettiklerini anlatıyorlar. Hayatlarının sadece uyumak ve çalışmaktan ibaret olduğunu belirten işçilerin birisi yaşadığı kısırdöngüyü şöyle özetliyor: “Kendime vakit ayırma ve eğlenme konusunda hiçbir özgürlüğüm yoktu. Hayat sadece uyku ve işten ibaretti. Çünkü gündüz vardiyasındayken eve geldiğimde saat 7 olurdu. Çayımı içtiğimde yatmaya hazırdım. Sabah 6’dan akşam 6’ya kadar çalış, gece devam et: 6’dan ertesi sabah 6’ya kadar. 5’te treni yakalamak için saat 4’te kalkmam gerekiyordu. Yani, 17 yaşındaki bir kız için uzun bir gündü.”
Böylesine yorucu bir işgününe rağmen, mühimmat işçilerinin dinlenme vakti bulacak molaları pek olmazdı. Bazı işçiler yemek molası da dâhil hiç ara vermeden çalıştıklarını anlatıyor. Öyle ki bazı fabrikalarda yemekhane hatta tuvalet bile olmadığını belirtiyorlar. İşin yoğunluğunu ve molaların yetersizliğini bir kadın işçi şu sözlerle anlatıyor: “İşteyken, sabah kahvesi için 15 dakikamız vardı, sonra akşam yemeği için bir saatimiz. Bazen de akşam yemeği için bu süre yarım saate düşüyordu. Öğleden sonra bir fincan çay için 10 dakikalık bir çay molası verirdik. Çayı çoğu zaman kendimiz yapardık, çünkü daha hızlıydı. Kantine gidip sıraya girip beklemekten daha çabuk olurdu.”
Çoğunlukla ayakta çalışan kadın işçiler cephanelerin dış yüzeylerinin temizlenmesi, mermilerin doldurulması, boyanması, cilalanması ve istiflenmesi, patlatıcıların montajı ve bunları koyacak kasaların yapılması gibi sürekli tekrarlayan işler yapıyordu. “Beni ateşleme bölümüne gönderdiler. Bunun gibi bir kapak vardı. Bu kapağın açılması, çıkması gerekiyordu ve hepsi yaklaşık bir düzine farklı şeyden oluşuyordu: küçük yaylar, şunlar, bunlar... Her parçanın ölçülmesi gerekiyordu. Doğru basıncı verip vermediğini görmek için yayları sıkıştırma ve benzeri şeyler. Biri bunu yapardı, biri diğerini yapardı. Bir kutuyu yüklerken, diğerini de başkasına verirdin: bir sonraki kız ona düşeni yapardı. Tezgâhın sonuna geldiğinde, diğer uca tekrar monte edilerek geri gelirdi. Bütün işi kendin yapamazdın. Böyle yapılırdı.”
Fabrikalardaki cinsiyet ayrımcılığı
Birinci Dünya Savaşının başlangıcında, İngiltere’deki kadınların sahip olabileceği iş türleri üzerinde sıkı kontroller vardı. Toplumsal algının yanı sıra yasalarla da bu çerçeve çizilmişti; kadınlar temizlik, çocuk bakımı gibi daha çok ev işlerinde çalışıyordu. Kadınlar geleneksel olarak “erkek” işi olarak görülen bir işi devralmaya başladığında bu duruma tepkiler de yükseldi. Kadın mühimmat işçileri erkek işçi arkadaşları tarafından çoğu zaman dışlanmalarına ve eşit ücret almamalarına tepki gösterdiler. “Bu adamlar bize işi göstermek istemiyorlardı. Bizim başımızdaki başcavuş Bond «bir zorlukla karşılaşırsan bana gel» demişti. Ama bir erkek bana kaba davrandı diye ona gitmeyecektim; hiçbir zaman bu sebeple başçavuşa gitmedim. Bize ekmek kapılarını göstermek istemiyorlardı! Kadınlar geliyordu, ücretleri keseceklerdi, ah kadınlar! İşte böyle. Hep bunlara katlanmak zorundaydık. Bana hiçbir şey anlatmadılar, ama bir erkeğin ücretini elinden alacağınızı hissediyordunuz: «Aha, işte lanet kadınlar geliyor» Nasıl bir his olduğunu bilirsiniz.”
Sonuçta kadınlar daha ucuz işgücü olarak fabrikalarda çalışmaya başlamıştı ve erkek işçiler bunu ücretlerini düşürecek hatta işsiz kalmalarına sebep olacak bir tehdit olarak görmüşlerdi. Savaşla birlikte eski düzenleri sarsılan bilinçsiz ve örgütsüz işçiler için bunun sorumlusu da ne yazık ki kadınların kendisi olarak görülmüştü. Fabrikalarda erkek-kadın olarak düşmanlaştırmayı kışkırtan, bunun önünü açıp ekmeğini yiyen de yine egemenlerin kendisiydi.
Savaş bittiğinde kadın işçilerin “doğal” rollerine geri dönmesi istendi. Kadınların özellikle sanayi üretimindeki istihdamı hızla düşürüldü. “Cephane yapmak kadın işidir” yazan afişler bir anda yok edilmişti. Kadınların istihdamındaki genel artışın amacı erkek egemen zihniyetin süregelen kalıplarına darbe vurmak değildi elbet. Kadınlar savaş zamanında üzerine düşen “vatani” görevlerini yerine getirmişti, şimdi “asli” görevlerine dönme vaktiydi! Kapitalist çıkarlar neyi gerektiriyorsa onlar yaşanmıştı. Söz konusu olan kapitalist egemenlerin kârı ise bugün ak olan yarın kara olabiliyor. Bu dün de öyleydi bugün de aynı. Ancak gerçekler, egemenlerin gösterdiği kurgu kesitlere ya da süslü resimlere rağmen, yaşanan acı ve yoksulluğun içinde öylece var olmaya devam ediyor. Bunu değiştirmek için büyütülecek mücadele de yine kadın ve erkek işçilerin elbirliğiyle olacaktır.
link: Pınar Şafak, Savaş, Propaganda ve Emekçi Kadınlar, 8 Mart 2021, https://marksist.net/node/7282
Bilimin Kapitalizmle İmtihanı
Fukuşima Faciası 10. Yılında