Burjuva kanatların emekçi kitlelerin sırtında yaptıkları deve güreşi, 28 şubat günlerini andıran yeni tepişmelerle, bir tarafta ikiyüzlü bir laiklik savunuculuğu, diğer tarafta oportünist bir din istismarıyla devam ediyor. Her iki taraf da türlü numaralarla halk kitlelerini bu temelde kendi peşlerine yedeklemeye uğraşıyor. Oysa bıraktık daha ötesini, bunların, ne emekçi kitlelerin çalışma ve yaşam koşullarını, ne temel demokratik haklarını, ne de Kürt halkının yakıcı özgürlük taleplerini zerrece düşündükleri var. Tam aksine, ulusalcı, dinci, laikçi, liberal vb. değişik kisveler altında dolaşan tüm bu burjuva kesimler, bir bütün olarak işçi sınıfı ve diğer emekçi katmanların sömürüsünü daha da yoğunlaştırmak ve kölelik koşullarını daha da ağırlaştırmak için uğraşmaktadırlar.
Egemenler arasındaki kapışma elbette sahte değil. Ancak kapışmanın içeriği ve sebeplerine ilişkin sunulanlar gerçeğin yalnızca belirli yüzlerini ortaya koymakta, bütünün üzerini bir sis bulutuyla örtmektedir. Bu sis bulutu bugün bu denli yoğunsa, bunun tek sebebi, örgütsüzlük ve dağınıklık nedeniyle bağımsız ve etkili bir işçi sınıfı hareketinin yokluğudur. Bu durum geniş emekçi yığınların şu ya da bu burjuva kampın pasif destekçisi konumuna sürüklenmesine ve sonuçta tekrar tekrar ağır bedeller ödemesine yol açmaktadır. O nedenle sınıf bilinçli işçilerin burjuva kamptaki kapışmanın sınıfsal ve tarihsel anlamlarını kavraması son derece önemlidir. Gelecekteki yükselişin burjuva kamplardan herhangi birinin payandası olmaması için bu hazırlık elzemdir.
Ama sorun sadece genel anlamda gelecekteki yükselişin selâmeti sorunu değildir. Temelde dünya kapitalizminin içine girdiği yeni evre ve Türkiye kapitalizminin geldiği gelişme aşaması tarafından belirlenen bir rejim bunalımı söz konusudur. Bu Türkiye için önemli bir tarihi kırılma noktasıdır ve etkili bir devrimci işçi sınıfı hareketinin olması halinde burjuva düzenin bunalımına ve devrim fırsatına dönüştürülme olanağını temsil etmektedir.
Egemenler arasındaki kapışmanın ciddi bir kapışma olduğunun en önemli göstergesi devlet aygıtının değişik birimlerinin iç ve dış politika alanındaki birçok temel konuda bile ikilik sergilemeleridir. Yani devlet aygıtı bütünlüklü davranamamaktadır. Tam da bu nedenle dış güçler bile gülünç biçimde Türkiye'de iki ayrı devlet aygıtı varmış gibi hareket etmektedir. Örneğin ABD Türkiye'deki işlerini yürütebilmek için bir yandan hükümetle bir yandan da generallerle görüşmektedir. İşin aslı, normal şartlarda bunun bir yönetememe krizine yol açması gerekirdi. Ancak sınırlı ölçüde bir toplumsal muhalefet dinamiğinin bile olmaması nedeniyle egemenler kozlarını nispeten daha risksiz paylaşmaktadırlar. Bugün durum ne yazık ki böyledir. Ama elbet devrimin nefesini enselerinde hissedecekleri günler de gelecek.
Egemenler arasındaki kapışma, işçi sınıfının ekonomik ve demokratik talepleri için verdiği somut gündelik mücadele açısından da önem taşımaktadır. Zira bu kapışma burjuva demokrasisinin sınırlarında birtakım daralma ya da kısmi genişlemelere yol açmaktadır, ki bunlar işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele biçimlerinin belirlenmesinde önemlidir. Sınıf hareketinin düşük düzeyde seyrettiği böylesine boğucu koşullarda, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğünü yükseltmek için doğabilecek en küçük fırsatlardan bile yararlanmayı ustalıkla bilmek gerekmektedir.
28 şubatçı basınç ve güç dengesi
Bu noktalar akılda tutularak son ayların siyasal gelişmelerine bakıldığında, kapışmanın boyutlanarak ilerlediği görülüyor. Daha önceki siyasal değerlendirmelerimizde hükümet üzerindeki 28 şubatçı basıncın artırıldığı ve hükümetin bir sıkışma sürecine girdiği tespitini yapmıştık. Bu basınç Danıştay suikastıyla bir zirve noktasına çıkmış, ama hükümet yara bere alarak da olsa o kritik anları atlatmayı başarmıştı. Her şeyden önce hükümetin genelkurmay başkanlığına dönük manevraları geri tepmiş ve hiç istemediği halde Büyükanıt'ı sineye çekmek ve bazı bürokratları da kurban vermek zorunda kalmıştı. Yaz sonunda ordunun tepesinde gerçekleşen değişimle birlikte 28 şubatçı saflar güçlenmiştir ve o günden bu yana, kapışma sürecinin en yakın çarpışma hedefleri olan cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlere dönük olarak, yeni kartlar açılmakta, taraflar mevzilenmekte ve güç yığmaktadırlar.
Ecevit'in cenazesi, hâkim sınıf içindeki kapışma sürecinin son aylarını özetler nitelikteydi. Uzunca bir süredir hükümeti sıkıştırma ve özel olarak da cumhurbaşkanlığı sorununda hesaplarından caydırma gayretindeki 28 şubatçı cephe, halk desteği kazanma çabalarını bu tür gösterilerle bir ölçüde sokağa da indirmeye çalışıyor. Tescilli halk düşmanlarının halk desteği kazanma çabaları doğal olarak ikiyüzlülüğün en kaba biçimlerini doğurmadan edemiyor. Bundandır ki, çok değil birkaç yıl önce, ayakta zor duran Ecevit'i devirip yerine Hüsamettin Özkan'ı getirme operasyonuna girişen generaller şimdi onu bir aziz mertebesine yükseltip, cenazesinin hamiliğini ve hatta doğrudan organizasyonunu yapabilmişlerdir.
Ecevit'in cenazesi, bir kontrgerilla operasyonu sonucu ölen Danıştay hâkiminin cenazesinde ilk işareti verilen kitle gösterileri serisinin bir halkasıydı. Cenaze törenleri duygu patlamalarına uygun bir ortam sağladığı için özel bir ağırlık taşımakla beraber, gösteriler bunlardan ibaret değildi. Hatta bir süredir adeta fişte bekletilmekte olan Ecevit'in ölümü tam da 29 Ekim ve 10 Kasım gibi hassas günler civarına denk geldi. Böylece, araya sıkıştırılan 'Cumhuriyet İçin Halk Yürüyüşü' gibi gösterileri de hesaba kattığımızda bir iki hafta içerisinde birbiri ardına 4'5 gösteri-tören yapılmış oldu. Bunların hepsinde 'cumhuriyet' ve 'laiklik' vurguları yapılarak hükümete tekrar tekrar değnek gösterildi. İdrak sorunu olmayan hükümet de genel olarak 'saygıda kusur etmemeye' özen gösterdi. Hatta yavuz hırsız ev sahibini bastırırmış misali, 29 Ekim törenleri için gayretkeş bir inisiyatif gösterip 28 şubatçılara yaranmaya uğraştı.
28 şubatçı güçlerin halk desteği kazanma çabalarının bir diğer ayağını seçimlere dönük manevralar oluşturuyor. Parlamento ve siyasi partiler düzeyinde 28 şubat cephesinin bayraktarlığını CHP'nin yaptığı zaten biliniyor. Hatırlanacağı gibi CHP daha önce kendisine yönelen çeşitli türden 'sol ittifak' çağrılarına cevaben adı konmamış bir laik-milliyetçi cephe çağrısı yapmış ve 'sağa açılım' ilan etmişti. Sonraki günlerde CHP bu çağrısını daha da pekiştirerek sürdürdü. Bu doğrultuda son günlerde bir CHP-MHP flörtü iyice hız kazanmış durumda ve tüm burjuva basın da CHP-MHP koalisyonu olasılığı ile düşüp kalkıyor. şüphesiz seçmenin önüne AKP karşısında hükümet çıkarabilme ihtimali olan bir koalisyon formülünün sunulması, milliyetçi cepheleşme sürecinin bir hükümet formülüne doğru gelişmesi ve böylece çok daha net ve somut bir biçim alması anlamına gelecek. Zaten sonuçta tüm 28 şubatçı girişimin en önemli iki yakın stratejik hedefinden biri cumhurbaşkanlığı ise diğeri önümüzdeki seçimlerden AKP'siz bir hükümetle çıkılmasını sağlamaktır.
İşin kritik bir boyutunu oluşturan medya ayağında da tipik 28 şubatçı gelişmeler yaşanıyor. İsmailağa cemaati cinayeti, Yimpaş skandalı gibi konuların büyük sermaye medyası tarafından öne çıkarılışı bu sürecin bir parçasını oluşturuyor. Ama daha önemlisi, medyanın aynı 28 şubat öncesinde olduğu gibi generallerin adeta dolaysız basın sözcülüğünü yapmaya başlamasıdır. Yeni genelkurmay başkanının ilk işlerinden birisinin en büyük gazeteleri ziyaret etmek olması boşuna değildir. Basın onun burada verdiği 'mesajlar' üzerinden apoletleri yeniden kuşanmıştır. Orduya serzenişte bulunan şehit annesi vakası üzerine, basın vasıtasıyla yürütülen manipülasyon operasyonu bunun çarpıcı bir örneği olmuştur. Son örnek de yine Genelkurmay başkanının işareti üzerine Özgür Gündem gazetesinin ikinci kez 15 günlüğüne kapatılmasıdır. Bazı gazeteciler, 28 şubat öncesi verilen meşhur 'basın brifingleri'nin yeniden yapılabileceğine dair izlenimlerini boşuna aktarmıyor olsalar gerek.
Diğer taraftan yeni genelkurmay kadrosunun göreve başlama konuşmalarının vurguları da yeni döneme ilişkin bazı ipuçları veriyordu. Generaller 'emperyalizm'den, 'uluslararası kapitalizm'den şikâyet ediyor, 'Türk Devrimi'nin 'özgünlükleri'ne değiniyor ve 'devrimin tehlikelerle karşı karşıya olduğu'ndan dem vurarak laiklik ve milliyetçilik temelinde bir ulusal birlik çağrısı yapıyorlardı. Sanırsınız 60'lardayız ve 'anti-emperyalizm' söylemli genç radikal subaylar konuşuyor! Ulusalcı solcuların gözlerini yaşartan bu demagojik konuşmalar bir kitle desteği arayışının yansıması olduğu kadar, Chavez'den Hizbullah'a, Ahmedinecat'tan Hamas'a kadar uzanan bir çeşitlilikle tüm dünyayı saran demagojik anti-emperyalizm söylemlerinin de bir örneğini teşkil etmekte.
Ancak tüm gayretlere rağmen ve kısmen bu girişimlerin niteliğinin de gösterdiği üzere (yani kitle desteği kazanmaya özel bir gayret göstermeleri), hükümetin elinin henüz güçlü olduğunu tespit etmek gerekiyor. 28 şubatçıların gayretleri belirli ölçüde hasar vermiş ve onu bir ölçüde zayıflatmış olsa da, hükümetin kayıpları beklenenden daha az olmuştur. AKP hükümetinin Danıştay provokasyonunu savuşturmayı başarması ve ardından elindeki polis aygıtını etkili biçimde kullanıp başbakana yönelik suikast hazırlığını açığa vurarak kontrgerillayı belli ölçüde teşhir etmesi kritik etmen olmuştur. Ancak hükümetin aynı zamanda böyle hamleler yapabilmesine de olanak tanıyan asıl gücü iki noktaya dayanmaktadır. Birincisi, 28 şubatçıların hükümete karşı ABD desteğini sağlayamamış olmasıdır. ABD büyükelçisinin cumhurbaşkanını, orduyu, CHP'yi, YÖK'ü ve diğer yüksek bürokrasiyi hedef alarak, hükümet karşıtı laiklik hezeyanlarıyla 'kakofoni' diye alay etmesi bunu gösteriyor. İkincisi, AKP'ye dönük halk desteği henüz kırılabilmiş değildir. Anketlerde AKP hâlâ belirgin farkla birinci çıkmaktadır. Bu faktörler 28 şubatçıların manevra alanını sınırlamaktadır.
Bu iki temel faktörün yanı sıra, 10 yıl önceki 28 şubata nazaran bu alanı sınırlayan başka etmenler de bulunuyor. O zaman Refah Partisinin parlamento ve hükümet düzeyindeki gücü şimdiki AKP'ye göre çok daha zayıftı. AKP hükümeti bütünlüklüdür ve parlamento grubu da ezici bir çoğunluk oluşturmaktadır. Tüm bunları bir araya topladığımızda 28 şubatçıların manevra alanının 10 yıl öncesine göre daha dar olduğu açığa çıkıyor. 28 şubat sürecinde Refah'ın bölünerek içinden daha ılımlı bir kanat olarak AKP'nin doğurtulmasına benzer bir girişim şimdilerde muhtemelen eski AKP'li Ali Müfit Gürtuna'nın dışarıdan hamleleriyle gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Ancak tam da saydığımız nedenlerle mevcut şartlarda bunun başarı şansının olmadığını görmek zor değil.
Ama bu avantajlara bakarak hükümetin maçı kazandığını düşünmek ve 28 şubatçıların da acz içinde olduklarını sanmak gaflettir. Esasen hücumda olan onlar, savunmada olan hükümettir. Hatta işin aslına bakılacak olursa 28 şubatçıların muhtelif gözdağları ve müdahaleleri ile AKP darbe almış ve belli ölçüde hizaya gelmiştir denebilir. Bürokraside verdiği kurbanlar ve genelkurmay başkanlığına yönelik yaptığı manevraların geri teptiğini zaten yukarıda anmıştık. Öte yandan, bindirilen basınçla hükümet Kürt hareketini ve genel olarak olası her türlü toplumsal muhalefeti bastırmaya yönelik yeni yasaları çıkardı. 301. maddeyle gündemde olan ceza yasası değişikliklerinin yanı sıra, bunun en son örneği Kürt hareketinin seçimlerde bağımsız adaylar yoluyla parlamentoya girişini engellemeye dönük seçim yasası değişikliğiydi. Yani 28 şubatçıların dikte ettikleri kimi istekler aslında bizzat AKP tarafından şöyle ya da böyle yerine getirilmiş oluyor.
Burjuva siyasetinde eksen değişimi
Bu güncel siyasal gelişmeler aslında daha yukarıdan bakıldığında önümüzdeki dönemde Türkiye'deki siyasal mücadelelerin içinde cereyan edeceği ve bir süredir mayalanmakta olan siyasal iklimi belirginleştirmektedirler. CHP'nin önce 28 şubattan ve sonra da asıl olarak AKP hükümetinin kurulması ve ABD emperyalizminin Irak'a saldırı sürecinden itibaren geçirdiği siyasal evrim bu yeni atmosferi grafik biçimde göstermektedir. Örneğin son birkaç aya kadar hiçbir burjuva partisi (MHP dahil) açıktan açığa AB'ye karşı olduğunu ve bu sürece artık son verilmesi gerektiğini dillendirmezdi. Değişik yorumlama biçimleri olsa da AB konusunda kimsenin açıktan ihlâl etmediği resmi bir mutabakat ve yüzde 70'lerin üzerinde bir halk sempatisi söz konusuydu. Ama şimdilerde liberalleri telâşa düşüren biçimde bu iki cephede de AB mutabakatı kırılmış durumda. Sadece bu değil, bir Amerikan karşıtlığı da hızla güç kazanmıştır. Böylece bir ekseni laiklik, diğer ekseni anti-AB ve anti-Kürt milliyetçilik olan ve TC'nin kuruluş döneminin sorunlarının sürekli olarak gündeme geldiği bir siyasal çerçeve oluşmaktadır.
İşte bu da rejim bunalımı dediğimiz şeyin belirtilerinden biridir. Dünya siyasetinin dengeleri değişir ve I. Dünya Savaşı öncesinin jeopolitik oyunlarına geri dönülürken bir bakıma Türkiye açısından eski defterlerin açılması kaçınılmazlaşmaktadır. Bu yeni dünya koşulları, güdük ve tepeden inme bir burjuva devrimiyle kurulan Türkiye'deki rejimin dar çerçevesini sarsmaktadır. Ermeni Soykırımına ilişkin emperyalist parlamentolarda yasaların çıkarılmasından tutun Türkiye'nin sınırlarının değiştirildiği yeni Ortadoğu haritalarının bizzat Amerikan ordusunun yayınlarında alenen yer almasına kadar bir dizi aktüel olgu yalnızca bunun göstergeleridirler. Bu büyük ölçekli değişimin, bir kuşatılmışlık ve itilme kakılma hissinin yayıldığı Türkiye içinde eninde sonunda yeni bir siyasal atmosfer doğurması bir bakıma kaçınılmazdı ve şimdilerde yaşanan da bu atmosferin henüz erken aşamalarındaki oluşumudur.
Dünya esasta bir savaş konjonktürüne girmemiş olsaydı Türkiye'de milliyetçi hezeyanların yayıldığı bir atmosfer yerine AB sürecinin eşliğinde nispeten daha liberal bir atmosferin yaşanması belki beklenebilirdi. Ama bu konjonktür aynı zamanda bir yandan Avrupa'nın kendi içinde de sorunlar doğurur ve AB sürecinin içerden ciddi darbeler almasına yol açarken, diğer yandan 90'larda burjuvazinin dünya ölçeğindeki pompalamasıyla yayılan sahte iyimserlik de 2000'lerle birlikte ortadan kalkmaya başlamıştır. Türkiye'de de Öcalan'ın ABD eliyle Türkiye'ye teslim edilmesi ve ardından AB'yle yakınlaşmanın artmasıyla birlikte oluşturulan liberal iyimserlik havası yok olmaya başlamıştır. Halkın AB sempatisindeki istikrarlı düşüş bunu yalnızca sembolik biçimde göstermektedir.
Bu durum ifadesini artan bir 'vatan elden gidiyor' vaveylasında, demagojik 'anti-emperyalizm' söyleminde buluyor. Generallerin ve cumhurbaşkanının bile, uzunca bir süredir 'anti-emperyalizm' pozları kesen bir dizi tuhaf oluşumla aynı ağzı kullanmaları bu bakımdan manidardır. Sağda solda habire vatanseverlikten, yurtseverlikten dem vuran envai çeşit örgütlenmenin ortaya çıkması da, aslında kendisini rejimin asıl sahibi olarak gören statükocu güçlerin yeni dünya şartlarındaki korkularını yansıtıyor. Ortadoğu'daki genel karışıklık ve Kürt sorununun aldığı uluslararası boyut devam ettiği müddetçe Türkiye'de burjuva siyasetinde bu korkuların artan ölçüde belirleyici olacağını söylemek kehanet olmaz.
Diğer taraftan dünya ölçeğinde emperyalist 'medeniyetler çatışması' safsatasının inandırıcı kılınması çabaları içinde İslamın genel olarak hedef tahtasına oturtulması da Türkiye'deki durumu karmaşıklaştırmakta ve zaten 28 şubat sürecinden bu yana gündemde olan laiklik/din sorununa yeni bir boyut katarak onu gündeme yerleştirmektedir. Bu safsatanın kısa vadede dünya gündeminden düşme ihtimali olmadığına göre, Türkiye'de burjuva siyasetinde din ve laiklik eksenindeki sorunlarla milliyetçilik sorunu ağırlığını kaybetmeyecek, aksine arttıracaktır diyebiliriz. Türkiye'de burjuvazi içi kapışma bakımından bir tespit yapmak gerekirse, dünya ölçeğindeki emperyalist savaş konjonktürünün gelişimi, genel olarak sözde liberal burjuvazinin değil statükocu güçlerin elini güçlendirici bir durum yaratmaktadır. Bir süredir güç ve zemin kaybetmekte olan bu güçler için genel olarak daha elverişli bir zemin oluşmaktadır. Bu durum işçi sınıfını bölme ve birbirine düşürme çabalarının yeni bir itilim kazanacağı anlamına gelmektedir. Buna karşı uyanık ve hazırlıklı olunmalı, işçi sınıfının bağımsız, enternasyonalist çizgisi inatla yükseltilmeye çalışılmalıdır.
Egemenler arasındaki kapışma sadece onları ilgilendiren ve sadece onlar arasında kapalı devre cereyan eden bir oyun değildir. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu 'halkın sırtında bir deve güreşi'dir. Esasta okkanın altına giden her zaman emekçi halk kitleleri olmuştur. İşçi sınıfının örgütsüzlüğü ve dağınıklığı nedeniyle burjuva kamptaki çekişme tümüyle saptırıcı bir çerçevede cereyan etmektedir. Ne 28 şubatçı burjuva odaklar ne de halkın bir avuntu aracı olarak sarıldığı dini istismar eden din taciri burjuva siyaset esnafı, işçi sınıfının ve yoksul emekçi halk kitlelerinin dertlerine derman olabilir. Bunlar aynı sömürücü sınıfın değişik parçalarıdırlar yalnızca. Bunların herhangi birinden ne laiklik, ne demokrasi ne de eğitim, sağlık, konut, ulaşım, sosyal güvenlik gibi asgari gündelik toplumsal talepler alanında bir şey beklenebilir. İşçi sınıfına burjuva siyasetlerinden hiçbir zaman hayır gelmemiştir, bundan sonra da gelmeyecektir. İşçi sınıfının kurtuluşu kendi ellerindedir ve en temel ihtiyaçlar için bile yapılması gereken, sermaye düzenini her türden temsilcisiyle birlikte tarihe gömmektir.
link: Levent Toprak, Deve Güreşinde Yeni Evre, 9 Aralık 2006, https://marksist.net/node/7213
Küçük-Burjuvanın Anatomisi
“Avrupa Birleşik Devletleri” mi?