Bugün kapitalist sisteme mücadele etmeden koparıp atamayacağı zincirlerle bağlı her işçi, daha önceki sömürü sistemlerinde ezilenlerin hayatının ne kadar katlanılmaz olduğunu düşünülebilir. Geleceğin komünist toplumunun insanı için ise çok daha hayrete düşürecek veriler bırakacağımızdan kimse kuşku duymasın. Mücadele etmek için uygun ruh hali, uygun zaman ve uygun koşullar bulamamış, patronlardan arta kalan zamanı da kölece yaşamaya harcamış işçi kuşaklarını incelemeye değer bulurlar herhalde!
İnsanın özelliği özgürlük, mutluluk ve insanca yaşamak için, kendisinden sonraki kuşaklara yani çocuklarına insanca bir yaşam bırakmak için mücadele etmektir. Ama ne yazık ki sınıflı toplumlar ortaya çıktığından bu yana, toplumda insanların büyük bir kısmı için özgürlüğün, mutluluğun anlamı değiştirildi. Binlerce yıl köle, serf ya da kul durumunda olan insanlar, içinde bulundukları sömürü sistemlerinin değirmenini döndürmek için gözleri dağlanan yük hayvanları gibi yaşadılar. Köleler, serfler ve Asyatik toplumun kulları, hem içinde bulundukları koşulların tanrı buyruğu olduğuna inandırıldıklarından hem de daha fazla zulüm görmemek için, aynı zulüm ve kölelik koşullarını çocuklarına devrettiler.
Kapitalist sistem de işçi sınıfını razı ettiği yaşam tarzıyla, işçilerin kafasında binbir türlü yanılsama yaratmıştır. Kölelik düzeninde, azat edilmek istendiğinde, 'efendim olmazsa ben kime hizmet edeceğim, efendim ona olan hizmetimden memnun değil mi?' diye sızlanan köle gibi, sınıf bilincinden yoksun işçiler de 'patronlar olmazsa kim bize iş verecek, kim çocuklarımızın karnını doyurmamızı sağlayacak?' sorusunu sormaktadırlar. Oysa işçileri besleyen patronlar değil, tam tersine patronları besleyen, palazlandıran, onlara kâr üstüne kâr kazandıran işçilerin kendileridir. Ekmek kapısı olarak gösterilen fabrikaları, üretim araçlarını yapan, hammaddeleri çıkaran, işleyen, toplumdaki tüm zenginlikleri yaratan ama en sefilce yaşama lâyık görülen de yine işçi sınıfıdır.
Köleler efendileri için 'ses çıkarabilen aletler'di. Bugün burjuvazi egemen sınıf olarak geçmişteki egemen sınıflar kadar pervasızca davranamıyor, sınıf çelişkilerinin üzerini allayıp pulladığı renkli motiflerle kapatırken işçi sınıfına 'siz de çok çalışırsanız bizim gibi olursunuz' diyor. Burjuvazi ne tür bir alet olduğumuzu açıktan tanımlamasa da, bizler onun için gerçek anlamda 'kâr getiren aletleriz'. İşçiler hangi işyerinde, hangi patron için çalışırlarsa çalışsınlar, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar aynı kaderle karşı karşıyadırlar. Onlar patronlar için kâr üreten araçlardır. Yeterince kâr üretmediklerinde işten atılırlar ve acımasızca en sefil koşullara terk edilirler.
Patronlar için işçiler sanki insan değildir. Mücadele etmedikleri sürece işçiler de bunu kabullenmiş durumdadırlar. Boyun eğmekle her defasında hem kendilerine hem çocuklarına aynı kaderi, aynı insanlık dışı koşulları yaşatmaktan başka bir şey yapmazlar. Bu, hem patronların hem kendilerinin yarattığı bir kaderdir. Patronlar, bizleri kölelik koşullarına razı etmek için önce bizlerin ruhlarını köleleştirirler. Bizim korkak, ezik, kendini eksik gören, kendini insan yerine koymayan birer köle olmamızı sağlarlar. Köle olmayı kabul eden bir insan, efendisi olmadan yaşayamayacağını düşünür, tüm ömrünü ona adar ve ona kölece itaatten vazgeçmek istemez, ta ki ona köle olmadığı gerçeği tüm çıplaklığı ile gösterilene kadar!
Sınıf mücadelesinin gerilediği dönemlerde, işçi sınıfının büyük çoğunluğunun, nasıl bir dünyada yaşadığını, ne için yaşadığını, varlığıyla, davranışlarıyla, düşünceleriyle neye hizmet ettiğini anlaması kolay değildir. Kölelik koşullarında yaşamak istemediği bir şeydir ama bundan kurtulabilmesinin mümkün olup olmadığını düşünmesi, ne yapması gerektiği konusunda çaba sarf etmesi, olağan dönemlerde pek mümkün olamaz. Egemen ideoloji olan burjuva ideolojisi, yaşamının her hücresine sızmış, tüm yaşamını ele geçirmiş ve planlamış durumdadır. Bu dönemlerde herkes bir duvar örer etrafına. Bu duvarın kırılabilmesi ancak mücadeleyle ve kitle psikolojisinin vurucu darbesiyle mümkündür.
Burjuvazi, işçi sınıfına dinlenebileceği, düşünebileceği, nasıl bir dünyada yaşadığını sorgulayabileceği boş zaman bırakmaz. Gün içinde işyerinde çalıştığı saatler, daha doğrusu işe başlama saati bellidir; akşam işten çıkma saati ise genellikle işin bitişine göre ayarlanmıştır. Bir işçi için işyerinde iş bittikten sonra eve geldiği saat, boş saatidir. Bu saatleri istediği gibi kullanabildiğini düşünür. İster sırt üstü yatar televizyon seyreder 'ki genelde yapılan budur' ister bir arkadaşıyla ya da komşusuyla futbol veya magazin haberleri üzerine sohbet eder 'bu da burjuvazinin işçi sınıfını uyuttuğu bir gündemdir' ister evde kavga çıkmasın diye geç saatlere kadar kahveye gidip iskambil oynar ya da maç seyreder. Okunacak materyaller ise maç yorumlarının verildiği gazeteler, tüketimin özendirildiği dergilerdir. Bunlar sınıf bilincine sahip olmayan bir işçinin kendi özlemlerini gerçekleştiremeyeceğini bile bile üzerinde çok kolay yorum yapabileceği, hayal kurabileceği, hayranlıkla seyredebileceği, kendi bilinç düzeyindeki diğer insanlarla konuşabileceği konulardır. Bunlar onun sosyalleşme araçlarıdır.
Burjuvazi, işçinin evinde geçireceği zamanı bile planlamıştır aslında. Eve gelindiğinde, iş yorgunluğu kendini daha çok belli eder. İşyerinde bir makine gibi çalışır, yorulduğunu bile düşünemez. Ancak eve geldiğinde insan olduğunu hatırlama fırsatı bulur. Evde güya canının istediğini yapmak ister. Oysa orada da zamanın büyük bir kısmını televizyon seyretmek alır. Her akşam ayrı bir dizi seyredilir. Özel olarak beklenen, bağımlılık yaratan diziler de vardır. Patronuyla 'aşk' yaşayıp sınıf atlayan işçi kızlar, kısa yoldan para kazanarak 'akıllı' olunması gerektiğini öğütleyen diziler, haksızlıklara karşı bireysel mücadelenin 'erdemli' olduğunu öneren filmler, bu dünyada patronlarla mücadele etmek yerine dünyevi meselelerden el etek çekilmesi gerektiğini tavsiye eden mistik filmler izlenir. Sonra ertesi gün yeniden işe başlamak için, ailevi meseleler dışında hiçbir şeye kafa yormadan uyumaya çalışılır. Her şey burjuvaziye daha iyi hizmet etmek için!
Gerçekten de olağan dönemlerde işçi sınıfının büyük çoğunluğu için, iş dışında geçirilen zaman tam da burjuvazinin planladığı gibidir. Bunda şaşılacak bir şey de yoktur. Çünkü burjuva ideolojisi çok güçlüdür. Olağan dönemlerde işçi sınıfı Marksizmle tanıştırılmadığı sürece burjuva ideolojisi onu esir alır. Hayatının her anını bu ideoloji belirler. Asıl sorgulanması gereken, kapitalist sistemle mücadele etmeye niyetlenmiş olanların burjuva ideolojisine karşı ne kadar direnebildiği, işçi sınıfının mücadelesine sarılırken kendini burjuva ideolojisinden ne kadar kurtarabildiğidir. Mücadeleye atılmış her işçi, her devrimci, çıktığı bataklığa sırtını tam olarak çevirmiyorsa, kapitalist sistemin yarattığı bir birey olduğunu ve sistemin onun üzerinde bıraktığı çamurları görmüyorsa, hayatını mücadeleye göre planlamıyorsa, değişmek için adım atmıyor, sürekli 'zamanım yoktu, moralim bozuktu, kendimi iyi hissedemediğim için işlerimi yapamadım, maddi sıkıntılarım had safhada, eşimle problemlerim var, konsantre olamıyorumâ?¦' mazeretleriyle geçiştirmeye çalışıyorsa, gerçek anlamda mücadeleye atılmışolamaz. Mücadele etmeye karar vermiş bir işçi, iş dışında kalan zamanını ve patron için tüketmiş olduğu enerjiden geri kalanını sınıfının mücadelesi için yeterince kullanamıyorsa, kendini burjuva ideolojisinin çarkından kurtarabilmiş değildir. Kapitalizm devam ettikçe bu koşullara karşı mücadele gereği de devam edecektir. Yaşamak için çalışmak zorunlu olduğuna göre, işçiler hep yorgun, halsiz, canları sıkılmış olduklarını bir bahane olarak ileri sürerlerse, o takdirde bu mücadeleyi kim verecektir ki?
Mücadele hep uygun olacağı bir zamana ertelenir: 'Ücretim daha iyi olduğunda, ekonomik sıkıntılarla kafam meşgul olmadığında, daha bol zamanımın olacağı bir işte çalıştığımda, daha az yorulacağım zaman, moralimi bozacak durumlar ortadan kalktığı zaman, vs. vs.' Tüm bunlar kapitalizmde mümkün olsa bile mümkün olmayan bir şey var ki, işçi sınıfı mücadeleye kararlı bir şekilde, hiçbir engel tanımadan ileriye atılmadığı, örgütlü olmadığı,bilinçli olmadığı sürece, en rahat işte de çalışsa, çok iyi ücretler de alsa, bu sistemin yarattığı tüm pislikleri iliğine kadar yaşayacak, stres, yorgunluk, mutsuzluk, anlamsızlıklar içinde boğulacak ve onu mücadeleye itecek bir enerjiyi içinde kendiliğinden bulamayacaktır.
Patronlar için son derece disiplinli, çalışkan olunur. Zamanında işe gidilip patron istediği zaman işten çıkılır, işler yetişmediyse, evde can sıkıcı bir durum olup olmadığı düşünülmeden, patronun canının sıkılmaması için sıkı bir şekilde çalışılır. Ama sıra mücadele için okumaya, öğrenmeye, bilinçlenmek için zaman ayırmaya, etkinlik ve eylemlere katılmaya geldiğinde, iş dışında kalan zamanın nasıl kullanılacağı ne yazık ki planlanmaz. Bu sanki, yorgun olunmayan, sevgili, eş, arkadaş ve dostlarla birlikteliklerden, sohbetlerden arta kalan zamanlarda rastgele yapılacak bir iş gibi görülür. İşyerindeki disiplin için, 'Biz işyerinde disiplinli olmak zorundayız, çünkü bunu yapmazsak işten atılır, aç kalırız' diye düşünülür. Evet, gerçekten de bir işçi, patronun iş disiplinine uymazsa tam da bunlar olur! Ama işçiler, yalnızca patronların sistemi için ömürlerini tüketmek yerine, kendi kuracakları dünya için emek harcasalar, kendileri olmasa bile kendilerinden sonraki nesillere patronların işten atma tehdidiyle yaşayacakları bir dünya yerine, kimsenin yaşamak için köle gibi çalışmak zorunda olmadığı bir dünya bırakırlar.
İşyerinde yapılması gerekenler eksiksiz yapılır, hatta diğer iş arkadaşlarından daha iyi çalışılmak istenir. Çok iyi bir işçi denilmesi, 'herkesten iyi iş yapar, sıkı çalışır' denilmesi herkesin hoşuna gider. İyi bir işçi olmak elbette kötü bir şey değildir. Ama bunun anlamı özünde patrona daha çok kâr sağlamak, kapitalist sistemin varlığına can katmaktır. İşçilere tembel olmaları öğütlenmemelidir elbette ki; mücadeleci bir işçi çalışkan, iş disiplininde de örnek bir işçidir. Önemli olan iş disiplininden öğrendiklerimizi, sınıfımızın mücadelesi için kullanabilmek, iş saatleri dışında bize kalan süre içinde okumak, tartışmak, mücadele için yapılması gerekenlere zaman yaratabilmek, patronların bizi düşürdükleri yılgınlık psikolojisine kendimizi kaptırmamaktır.
İş saatleri içindeki yıpratıcı koşullar, genellikle iş saatleri bittiğinde yorgunluk, adale ağrıları bezginlik, mide bulantıları, halsizlik, ateş basması vs. şeklide hissedilir. Bunlar aslında bizi insan olmaktan çıkaran iş koşullarının bedenimizdeki ve ruhumuzdaki yansımalarıdır. Ama iş saatleri içinde iş performansımızı genellikle etkilemezken, iş biter bitmez geriye kalan zamanımızı etkileyen, hatta mücadele isteğiyle yola çıkmış işçileri bile bir ölçüde engelleyen bir durumdur. İş süresi dışında, işin olmadığı günlerde sızlanmalar, yorgunluğun dile getirilmesi çok daha fazla olur. Yorgun hissedildiği için kitap, dergi, gazete okunmaz! Hafta sonu bir günlük tatil bile hemen ertesinde başlayacak işin stresi içinde geçer. İşten önceki gün 'lanet olsun, yarın yine iş var' sözünü her hafta sonu söylemeyen bir işçi yoktur herhalde. İşe lanet edilir, ama işe köle olunduğu düşünülmez. Nefret edilen, sevilmeyen bir iş için her gün gidilir, çalışılır, ama bundan kurtulmanın tek yolu olan mücadele için aynı şey yapılmaz. Mücadele etmeyen işçiler kadar, mücadeleye kararlı bir şekilde devam etmeyenler de, aslında bu dünyada ortadan kaldırılması gerekenlerle ilgili görevlerini sonraki kuşağın sırtına bindirmekten, görevlerini onlara ertelemekten ve onlara daha beter yaşam koşulları bırakmaktan başka bir şey yapamazlar.
Burjuvazinin sınıf deneyimi şunu göstermiştir: Örgütsüz işçi sınıfı asla bu sistemi ortadan kaldıramaz. Yanılsamalar dünyasında yaşamaya itilen işçi sınıfı, kendi gerçekliğinin ve gücünün farkında olmadan, değirmeni döndüren kör yük hayvanı gibi, göremediği gerçekleri yok saymaktan, kendi bireysel yaşamının nasıl bataklığa döndürüldüğünü, karanlıklar içinde tüm yaşamının kapitalizme kâr üretmekten başka bir anlam taşımadığını, açlık ve sefaletle karşı karşıya gelmesinin sorumlusunun kapitalizm olduğunu anlamadan ömür tüketir. Buna rağmen işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesi kaçınılmazdır. Ama bu mücadeleye önderlik edecek, yığınların hareketine doğru siyasal çizgiyi gösterecek, omurga olacak doğru siyasal bir önderlik önceden yaratılmadığı sürece işçi sınıfı yenilmeye mahkûmdur, tıpkı geçmişte olduğu gibi.
Kapitalizmi güçlü kılan işçi sınıfının güçsüzlüğüdür. İşçi sınıfının dönüştürücü gücü niceliğinde değildir. Onun asıl gücü, mücadeleye atılmış kararlı, bilinçli, örgütlü varlığına bağlıdır. Mücadeleye atılmış her işçi bu örgütlü omurgaya eklenmek için, onunla kaynaşmak için hareket ettiğinde, kararlı, sarsılmaz, yorulmaz, hayat dolu, enerjik ve mutlu olacaktır. Kaybedilecek olanlar, sadece kapitalist sistemin pislikleridir, oysa kazanacak koca bir dünya var!
link: Aylin Dinç, "Zamanımız Yoktu, Mücadele Edemedik!", 15 Kasım 2005, https://marksist.net/node/7190
İşçi Hareketinden: Ekim 2005
Küresel Isınma