Kapitalizm sadece savaşları ve sömürü mekanizması ile insanlığı tahrip etmekle kalmıyor, aynı zamanda daha fazla kâr edebilme arzusu temelinde doğayı da mahvediyor. Bugün insanlık kapitalizmin yarattığı yoksulluk, açlık, sefalet ve savaşlar gibi büyük sorunlarla uğraşmakla birlikte, günümüzde bunlara küresel ısınmadan kaynaklı yıkıcı büyük afetler de eklenmeye başlandı. 1980'li yılların başında bilim adamları tarafından kabul edilen bir gerçeklik haline gelen küresel ısınmanın etkilerini özellikle 1990'lı yıllardan itibaren görmeye başladık.
19. yüzyıl ortalarından itibaren, iklimin doğal değişimlerinin yanında, bu değişimlere insanın etkisinin olup olmadığı konusu 'sessizce' konuşulmaya başlanmıştı. Ancak bu konu üzerinde yüksek sesli tartışmalar 20. yüzyılın ortalarına kadar yapılamadı. 1970'li yıllardan itibaren yapılan bilimsel araştırmalarla 'insanlığın küresel ısınma üzerindeki etkileri' ortaya çıkarıldı. İşte bu araştırmaların sonuçlarına göre, bugün 'insan etkinlikleri' sonucunda, 1850 yılına göre atmosferdeki CO2 (karbondioksit) oranı %31, metan gazı %151 artış göstermiştir.
Sera gazları olarak adlandırılan bu gazların atmosferdeki olağanüstü artışı, güneş ışınlarının atmosferde daha fazla hapsolmasına ve sonuç olarak yer yüzeyi sıcaklığının artmasına yol açmaktadır. Bilim adamları buna sera etkisi diyorlar. Bu durumun sonucu olarak, 1800'lü yıllardan itibaren ortalama yer yüzeyi sıcaklığının 0,4 ilâ 0,8 °C arasında arttığı tespit edilmiştir. Aynı zamanda sıcaklıkların 1976 yılından itibaren her on yılda 0,15 °Carttığı da bir başka bilimsel araştırmanın bulgusudur.
Bu birkaç derecelik sıcaklık artışları küçük gibi görünebilir, ama gerçekte çok büyük değişiklikler anlamına gelmektedir. Bilim adamları bu artışın 2 °C'yi geçmesi halinde dünyanın geri dönüşsüz biçimde zarar göreceğini söylüyorlar. Bu yüzyılın sonuna kadar bu eşiğin aşılması büyük bir olasılık olarak görülüyor. Artışın en gözle görünür etkisi, gece-gündüz arasındaki sıcaklık değişimlerinin azalması, yaz-kış sıcaklıklarının birbirine yaklaşması ve iklim kuşaklarının değişmesidir. Bu ise binlerce canlı türünün, yaşam koşullarındaki değişiklik nedeniyle yok olması demektir. Yaşanan tayfunların, kasırgaların, deniz suyunun sıcaklığının artması sonucu ortaya çıktıkları biliniyor. Dolayısıyla küresel ısınmayla birlikte bunların sayısında ve şiddetinde büyük artışların yaşanması kaçınılmaz olacaktır. ABD'de yaşanan son tayfunun yol açtığı felâket tablosu, yaşanabilecekler hakkında bir ipucu sunsa gerek.
Küresel ısınmanın bir başka sonucu da, yağış rejimlerinin değişmesi neticesinde, yağış alan bölgelerin daha çok yağış alması, kurak bölgelerin ise iyice kuraklaşmasıdır. Bu durum ise milyonlarca insanı açlık ve susuzluk tehlikesinin beklediğini gösteriyor.
20. yüzyıl boyunca zaman zaman inişler olsa da genel bir artış eğilimi içinde gördüğümüz sıcaklıklar, 1990'lı yıllar boyunca rekor üzerine rekor kırdı. 1998 yılı yüzyılın en sıcak yılı olurken, ardından gelen yıllar bu rekoru tekrar tekrar kırdı. En son yapılan ölçümlerde 2003 yılı en sıcak yıl olarak kayıtlara geçti. Son aylarını yaşadığımız 2005 yılının ise en sıcak yıl olması bekleniyor. Sonuç olarak her yıl bir öncekinden ortalama olarak daha sıcak olma eğilimindedir.
Evren ve bunun içinde bulunan dünya başından beri sürekli değişimler, başkalaşımlar yaşadı. Yaşadığımız dünya defalarca buzul çağına girdi ve buzul çağından çıkarak ısındı. Bugün de dünya büyük çaplı bir iklimsel değişim sürecinin eşiğine gelmiş gibi görünüyor. Ancak bu değişim süreci dünyanın daha önceden defalarca yaşadığı doğal değişim süreçlerinden farklı olarak bu kez 'insan faktörü'nü de barındırıyor ve bu faktör nedeniyle değişim süreci hızlanmış durumda.
İşte tartışma da bu noktadan ortaya çıkıyor. Egemenlere göre, bilinçsiz olan insanlık doğayı kötü kullanarak, sürekli üreyip yeryüzüne yayılarak vb. doğayı değiştirmektedir. Peki gerçekten de doğanın yok olma sürecini tetikleyen insanlık mıdır, yoksa içinde yaşadığımız bu kapitalist üretim sistemi midir?
Kapitalist üretim ve doğa
Dünya üzerinde kapitalizmin nüvelerinin belirmesi ve sürecin ilerlemesiyle birlikte insanlık bambaşka bir yola girmiş oldu. Modern kapitalist üretime geçişle birlikte daha fazla kâr amacıyla üretimin arttırılması, çok daha fazla miktarlarda hammadde ihtiyacını doğurdu. Hammaddenin temel kaynağı olan doğa her geçen gün bir öncekinden daha fazla sömürülmeye başlandı. Yeni hammadde kaynakları bulabilmek için yeni coğrafyalar keşfedildi.
Kapitalist üretim biçiminin dünyanın her yerine yayılması, kendine yeni yeni hammadde kaynakları bulması çok uzun zaman almadı. Sanayileşme sürecinde gerek fabrikalara yer açmak amacıyla gerekse de tarımsal üretimi arttırmak üzere yeni tarım alanları elde etmek için ormanlar yakılmaya başlandı. Ayrıca bu fabrikalarda çalışacak işçilerin barınabilmeleri için de yer gerekliydi. Yeni yerleşim yerlerinin kurulması için dönümlerce ormanlık alan yok edildi.
Marx ve Engels'in Alman İdeolojisi'nde büyük sanayi şöyle anlatılır: 'Dünya tarihini ilk olarak hakiki bir şekilde bu büyük sanayi yarattı. Ve bunu, bütün medeni milletleri ve bu milletlerin her ferdini, ihtiyaçlarını tatmin etmek bakımından dünyanın geri kalan bütününe tâbi kılabildiği ölçüde gerçekleştirdi ve böylece milletlerin daha önceki o tabii yalnızlığını ve birbaşınalığını ortadan kaldırdı. Tabiat bilimlerini sermayenin kölesi haline getirdi ve işbölümünün son tabii veçhesini de yok etti. Emek içinde mevcudiyeti mümkün olan bütün tabii unsurları, genel olarak ortadan kaldırdı ve bütün tabii ilişkileri para ilişkileri haline getirecek şekilde değişikliğe uğrattı. Tabii şehirlerin yerine, üç beş gün içinde yerden mantar gibi biten büyük sanayi şehirleri peydahladı. ... Ticaret şehirlerinin kır üzerindeki zaferini kesin noktasına ulaştırdı.'[1] Doğa, insanlığın doğuşundan bu yana, böyle bir toplu saldırı ile karşılaşmamıştı.
Sanayi devriminin hemen ardından doğada büyük değişimler gözlenmeye başlandı. Daha sanayi devriminin ilk yıllarında büyük fabrikaların çevresinde bulunan yeşilliklerin renkleri solup grileşmişti. İngiltere'de Emekçi Sınıfın Durumu kitabında Engels'in bu dönemdeki değişmeleri tasvir ettiği bölümler bunu açık bir şekilde sergiler: 'kasabalar ise çirkin konut bloklarıyla, yollarıyla, arka sokaklarıyla kötü ve düzensiz kurulmuştur; kömür dumanı kokar, buraların yaygın yapı malzemesi bir zamanlar parlak kırmızı olan tuğlalar zamanla siyahlaşmış, donuk bir renge dönüşmüştür.'[2] Doğadaki bu değişimin o dönemdeki asıl kaynağı yoğun kömür kullanımıydı. Bugün kömürün yoğun bir biçimde kullanımı ortadan kalktı ve yerini çok daha fazla enerji içeren petrol, petrol ürünleri veya kapitalist piramidin üstünde bulunan ülkelerde nükleer enerji aldı. Çünkü ne kadar çok enerji üretilirse, o kadar fazla makine kullanılabilir ve böylece o kadar çok üretim yapılabilirdi!
Kömürün ve ardından petrolün yoğun olarak kullanılması sonucunda değişen, sadece evlerin ve yeşilliklerin rengi değildi. Asıl değişim doğanın derinliklerinde karşılığını buldu. Yoğun kapitalist sanayileşme sonucunda atmosfer derinden yaralandı.
19. yüzyıldaki sanayi devriminin başlarında atmosferdeki karbondioksit miktarı 270 ppm seviyesinde iken, 2004'te 375 ppm seviyesine ulaştı. Ancak bu artışın büyük bir kısmı son 30 yıllık zaman dilimi içinde yaşandı. Eğer kapitalizm hâlâ alaşağı edilmemiş ve dünya da yok olmamışsa, şu anki tahminle 21. yüzyıl ortalarında 450 ppm seviyesine ulaşacağı tahmin edilmektedir. Bu rakam sanayi devrimi öncesi seviyenin iki mislidir.
Kapitalizmden önceki toplumlarda varolan çevre sorunları lokal düzeylerde kalan ve doğanın üstesinden gelebileceği sorunlardı. Ancak, anarşik yapısı ve doğayı ve insan emeğini alabildiğine sömürme eğilimiyle, kapitalizm, doğanın kirlenmesinde, bozulmasında büyük bir sıçrama yaratmıştır.
Bugün yaşadığımız iklimsel değişim her ne kadar doğanın yaşadığı bir sürecin başı ya da sonu gibi görünüyorsa da, bu değişim insanlığın kapitalist üretim sistemiyle körüklediği bir değişimdir. Bu değişim, doğayı hor kullanmanın, yaşadığımız dünyayı sadece sınai üretimin hammadde deposu ve bir çöplük olarak görmenin yarattığı bir değişimdir.
Marx'ın açıkladığı gibi, insanoğlu doğaya egemen olduğu oranda doğayı sömürmeye başladı. Ve bugün doğa alarm sinyalleri veriyor. Ozon tabakası delindi, buzullar eriyor, hava sıcaklıkları artıyor, denizler, nehirler ve içme suyu kaynakları kirlendi. Artık nefes aldığımızda ciğerlerimize daha fazla karbondioksit giriyor. Her gün birçok canlı türü yok oluyor. Ve her geçen gün kapitalizm insanlığı bir yok oluşa doğru yaklaştırıyor.
Burjuvazinin çözüm arayışlarının ikiyüzlülüğü
Küresel ısınma tezleri 1980'li yıllarda ciddi olarak incelenmeye başlanmıştı. 1992 yılında bir çözüm getirebilmesi umuduyla Rio toplantıları yapıldı. 1995 yılının sonlarına doğru IPCC (Uluslararası İklim Değişikliği Paneli) tarafından açıklanan raporda, yaklaşık 2000 bilim adamından gelen verilere dayanılarak, iklim değişiminin doğal nedenlerden dolayı değil, 'insan etkilerinden' kaynaklı olduğu açığa kavuştu. Kuşkusuz bunlar burjuvazinin bilim adamlarıydılar ve suçu genel olarak insanlığın üzerine atarak kapitalizmi aklıyorlardı. Hatta dünyanın en büyük kapitalistlerinin temsilcisi olan G. W. Bush, dünyadaki karbondioksit salınım miktarının artmasının asıl sebebinin büyük baş hayvanların gaz çıkarmaları olduğunu bile iddia etmişti. Bütün ayak diremelere ve petrol tekellerinin karşı koyuşlarına rağmen, Nisan 1997'de, Japonya'nın Kyoto kentinde düzenlenen konferansa katılan ülkeler, atmosfere karıştıklarında sera etkisi yaratan karbondioksit, metan, kloroflorokarbon, hidroflorokarbon, asitoksit gibi gazların salınımını engelleyecek ya da azaltacak koşulların altına imza attılar. Kyoto protokolü[3] karbondioksit salınım miktarlarının 1990 yılı baz alınarak önce sabitlenmesini, ardından azaltılmasını şart koşuyordu.
1997 yılında ortaya çıkan Kyoto Protokolü ancak 2005 şubatında yaşama geçirilebildi. Ama bu protokol adeta ölü doğan bir bebek gibidir. Nitekim dünya nüfusunun %5'ini barındırıp, karbondioksit salınımı olarak dünyadaki toplamın %25'ini gerçekleştiren ABD, Kyoto Protokolünü imzalamadı ve imzalamamaya devam ediyor. Öte yandan Kyoto Protokolü ile sadece 1990 yılının salınım miktarlarının geçilmemesi hedefleniyor. Bu ise burjuvazinin bir şey yapıyormuş gibi görünüp aslında yapmadığını açıkça ortaya koyuyor. Eğer karbondioksit emisyonunun tamamen durdurulmayıp da azaltılmasıyla yetinilirse, açıktır ki atmosferdeki karbondioksit miktarı azalmayacaktır.
Küresel ısınmanın baş sorumlusu olan sera etkisi yaratacak gazlardan kurtulmak için fosil kökenli yakıtların kullanımının sınırlanması değil, tamamen bırakılması gerekir. Fosil yakıtlara alternatif olarak sunulmaya çalışılan nükleer enerji kapitalistlerin bir başka ikiyüzlülüğüdür (bkz: Deniz Moralı, Radyoaktif Kapitalizm, Tarih Bilinci Yay.). Bu yakıtlar yerine çok daha zararsız olan hidrojen, güneş enerjisi, rüzgâr enerjisi ve füzyon teknolojisi gibi alternatif enerji kaynakları kullanıma açılabilir.
Tek çözüm kapitalizmi ortadan kaldırmaktır
Kapitalistler dünyayı ve dünyadaki yaşamı hiçe sayıyorlar. Burjuvazi için önemli olan insanlığın nasıl ve hangi şartlar altında yaşadığı değildir. Burjuvazi dünyadaki sıcaklıkların artması ve buna bağlı olarak insanlığın yok olması olasılığını değil, sadece kendi cebine girecek olan paraların sıcaklığını düşünür. Çünkü onun için yaşamın yegâne anlamı daha fazla kâr etmektir. Kârlarının azalmasını istemeyen kapitalistlerin çözüm olarak ortaya sundukları projeler sahtekârlık ve göz boyamadan başka bir şey değildir.
Kapitalizm daha fazla kâr edebilmek için bir yandan teknolojiyi geliştirirken, bir yandan da onun insanlığın yararına ve sınırsızca gelişmesinin önünde en büyük engeli teşkil ediyor. Teknolojik gelişme insanlığın yaşamını kolaylaştırmaktan çok burjuvazinin kârını arttırmaya endeksleniyor. Bütün bunların sonucunda doğa tahrip ediliyor ve insanlığın yaşam kaynakları bir bir kurutuluyor.
Bu üretim sistemi altında, yani kapitalist bir dünyada, ne doğanın ne de insanlığın kurtuluşu söz konusu olabilir. İnsanlığın ve doğanın kurtuluşu birbirinden bağımsız değil, tam tersine birbirine göbekten bağlıdır. Çevre sorunlarının özü toplumsaldır, yaşadığımız üretim sistemine bağlıdır. Ve bu üretim sistemi ortadan kaldırılmadığı sürece, doğanın bu şekilde kullanımı ve böylece de yok olma süreci durdurulamaz.
Bir kez daha hep bildiğimiz ve yinelediğimiz o söz bütün gerçekliği ve canlılığı ile kendisini doğruluyor: Kapitalizm öldürür! Ya sosyalizm ya yok oluş!
Leeds Üniversitesi öğretim üyesi Profesör Chris Thomas tarafından Nature dergisinde yayınlanan bir yazıda 'küresel ısınma 2050'ye kadar bitki ve hayvan türlerinin dörtte birini ya da 1 milyondan fazlasını yok edecek' denmektedir. Otomobiller ve fabrikaların gaz yayılımında en büyük etkenler olduğunu vurgulayan Thomas, yayılan gazların, 21. yüzyılın son yıllarına doğru ortalama sıcaklıkları tarihte görülmemiş düzeylere yükselteceğini belirtmekte. Ve eğer bir çözüm üretilmezse, türlerin kitlesel tükenişlerinin tarihte görülmemiş boyutlara ulaşabileceğine dikkat çekmekte.
Yerkürede 1992 verilerine göre 12,5 milyon tür yaşamaktadır. Bu türlerin insan marifetiyle yok olma hızları doğal yok olma hızlarının 100 ila 1000 katı olarak tahmin edilmektedir, bu eğilim devam ederse 50 ilâ 100 yıl içerisinde mevcut türlerin %10-50'sinin yok olacağı hesaplanmaktadır. Bugün doğadaki kuş türlerinin yaklaşık %15'i 'ki bu 1000 türe karşılık geliyor' tükenme tehdidi ile karşı karşıya bulunmaktadır. Doğadaki besin zincirinin bir kez kırılması inanılmaz sonuçlara yol açacağından canlı türlerinin bazılarının ortadan kalkması, diğer canlı türlerini de doğrudan etkileyecektir.
Dünya besin üretimi giderek sınırlı sayıda bitki türü ve çeşidine bağımlı hale gelmektedir. Balık stoklarının %47'si tamamen tüketilmiştir; %18'i aşırı tüketildiği için yok olmaktadır, %10'u ise aşırı tüketildiği için verimliliğini yitirmiştir. Okyanuslarda birikmiş olan karbon miktarları yüzünden okyanusların asitliği artmıştır. Bu, balıkların yaşamını doğrudan etkileyecek bir durumdur. Hepsi birer karbon emme makinesi olan mercanların yavaş yavaş ortadan kalktığı görülüyor. Böyle bir durum doğadaki karbon zincirinin kırılmasına ve buna bağlı olarak karbondioksit emisyon miktarlarının inanılmaz boyutlarda artmasına sebep olabilir.
Yapılan araştırmalara göre, dünya yüzeyinin ortalama sıcaklığı 20. yüzyıl boyunca 0,6 ºC kadar artmış, son kırk yıldır atmosferin 8 kilometrelik alt kısmında sıcaklıklar yükselmiş, kar örtüsü ve buzlanma ise %10 civarında azalmıştır.
Bilim adamlarının yaptığı araştırmalara göre, 11 bin 700 yıl önce Afrika'yı etkisi altına alan hava dalgasıyla oluşan Kilimanjaro buzulu erimeye başladı. Science dergisinde yayımlanan araştırmada, 'uydu verilerine bakılırsa, 2020 yılında Kilimanjaro'nun beyaz şapkası yok olacak' deniliyor. Yok olacağından söz edilen Kilimanjaro'nun tepesinde bulunan buz tabakası, şu anda bile susuzluk çeken Tanzanya'nın nehirlerini besleyen ana kaynak. 2025 yılı itibariyle dünya nüfusunun neredeyse yarısının su kıtlığıyla karşı karşıya kalacağı tahmin edilmektedir. Halihazırda dünyadaki her altı kişiden birinin mutlak açlık sınırının altında yaşadığı da dikkate alındığında, kapitalizmin yarattığı felaketin boyutları daha net kavranabilir.
[1] Marx-Engels, Alman İdeolojisi, Sosyal Yay., 1968, s.106-107
[2] Engels, İngiltere'de Emekçi Sınıfın Durumu, Sol Yay., 1997, s.92
[3] bkz: Ozan Demirci, Küresel Isınma ve Burjuva İkiyüzlülüğü: Kyoto Protokolü, www.marksist.com
link: Vedat Karpat, Küresel Isınma, 15 Kasım 2005, https://marksist.net/node/7189
"Zamanımız Yoktu, Mücadele Edemedik!"
Toplam Kalite Yönetimi mi, Toptan Köleleştirme Yöntemi mi?