Üretici güçlerin gelişmişlik düzeyinin bugün ulaştığı nokta, tüm insanlığın yiyecek, giyecek, barınma, ulaşım, temiz su, eğitim, sağlık gibi en temel ihtiyaçlarını asgari düzeyde karşılamanın ötesine geçmiş bulunuyor. Emeğin verimliliği bundan 100 yıl öncesiyle kıyaslanmayacak ölçüde artmıştır. Bilimsel ve teknolojik gelişmelerin sanayiye ve tarıma uygulanması sayesinde bugün çok daha az emekle çok daha fazla mal ve hizmet üretmek mümkün. Bunun mantıki sonucu olarak refahın ve bolluğun artması, çalışma saatlerinin azaltılması ve işsizliğin ortadan kalkması beklenirdi. Ancak kapitalizmle mantık bir arada olmuyor.
Bu yazıda asıl odaklanacağımız nokta, ihtiyaçları çok daha kısa çalışma saatleriyle gidermenin mümkün olduğunu göstermek olsa da, kapitalizmin söz konusu mantıksızlığının kendini gösterdiği çeşitli biçimlere kısaca işaret etmek istiyoruz. Meselâ, bugün insanlığın toplam emek potansiyelinden son derece yetersiz ölçüde yararlanıldığı halde büyük bir zenginlik üretilmekte, ama ne çare ki bu zenginliğin büyük bölümü bir avuç asalağın elinde toplanmakta, geniş kitlelere ise yoksulluk düşmektedir. Dünyanın en zengin üç kişisinin toplam serveti dünyadaki en yoksul 48 ülkenin gayri safi milli hasılalarının toplamına, en zengin 225 kişinin servetiyse 2,5 milyar insanınkine eşittir. Dünya nüfusunun en zengin %14'ü toplam gelirin %76'sına el koyarken, %81'i bu gelirden sadece %16'lık bir pay alabilmektedir. Birleşmiş Milletler verilerine göre, 1 milyardan fazla insan günde 1 doların altında bir gelirle mutlak açlık çekerken, dünya nüfusunun yarısından fazlası günde 2 dolardan az bir parayla yaşamaya mahkûm kılınmıştır.
Oysa kapitalizm engelinin ortadan kalkması ve başka hiçbir şeye dokunmadan zenginliğin tüm insanlığın hizmetine sunulması durumunda dahi, insanlığın sergilediği bugünkü tablonun tümüyle değişmesinin mümkün olduğunu görürüz.
Kişi Başına Gelir ($) | ||
1992 | 2004 | |
Dünya | 4.496 | 6.470 |
En zengin %5 | 25.012 | 40.577 |
En zengin %10 | 25.499 | 37.886 |
En yoksul %5 | 173 | 174 |
En yoksul %10 | 228 | 273 |
Örneğin, 2004 verilerine göre dünyada kişi başına düşen gelir 6470 dolardır. Yani eşit bir dağılımın söz konusu olması halinde, Afrika'nın en yoksul bölgesindeki insanların yaşam standardının Türkiye'deki şu anki ortalama yaşam standardının yaklaşık bir buçuk kat üzerinde olması pekâlâ mümkündür. Ne var ki, salt kapitalist üretim ilişkilerinin varlığı nedeniyle Sahra-altı Afrikalıların %75'inin yıllık geliri 730 doların altındayken, dünya nüfusunun en zengin %5'lik dilimi içindeki bir kişinin yılık geliri yaklaşık 40.600 dolardır.
Diğer taraftan bu yine de gerçekçi bir ölçü değildir, çünkü insan emeğiyle yaratılan mevcut zenginliğin ciddi bir bölümü de insanoğlu için gerçek anlamda yararlı olmayan bir biçim alıyor. Yararlı olmamanın ötesinde muazzam kaynaklar kullanılarak tastamam yıkım araçları üretilmekte. Son bir yılda dünyada askeri harcamalara ayrılan para yılda 1 trilyon (yani 1000 milyar) dolardan fazlayken, tüm dünyanın temiz su ihtiyacının karşılanması, atık su sistemlerinin sıhhi hale getirilmesi, çocukların aşılanması, okuma-yazma bilmeyenlerin eğitilmesi için gereken toplam miktar yılda sadece 45 milyar dolardır. Bunun yanı sıra lüks meta üretimi de bu israf ekonomisinin önemli bir bölümünü oluşturuyor. Yıkım araçları ve lüks tüketim sektörünün ekonomide tuttuğu yer bir yana, çok daha köklü bir israf kaynağı, kapitalizmin üretim araçlarının daha verimli kullanımını ve gelişimini köstekleyen özel mülkiyet ve ulus-devlet engelleridir. Tüm bu faktörler kapitalist ekonomiyi yararlı insan emeği açısından devasa bir israf ekonomisi yapmaktadır.
Her türlü zenginliğin ana kaynağı olan emeğin durumuna baktığımızda da benzer bir manzarayla karşılaşıyoruz. 8 saatlik işgününün yaygın bir şekilde uygulamaya koyulduğu son 100 yılda, iş saatleri hiç de emek verimliliğindeki artışa uygun oranda düşmemiştir. Düşmediği gibi, dünya işçi sınıfının üçte biri, kronik hale gelen işsizliğin pençesi altında kıvranmaktadır.
Birleşmiş Milletler verilerine göre 2,8 milyar işçinin 185 milyonu işsizken, buna geçici ya da kısa süreli işlerde çalışanlar eklendiğinde işsiz sayısı 1 milyarı geçiyor. İş bulabilip çalışanlar, kafalarında her an Demokles'in kılıcı gibi sallanan işsizlik tehdidi altında, daha düşük ücretlerle, daha kötü koşullarda, daha uzun saatlerde çalışmak zorunda kalıyorlar. 1800'lü yılların ikinci yarısında başlayan mücadelelerle 1900'lü yılların başlarında pek çok ülkede yasalaşan 8 saatlik işgünü, insanlığın 21. yüzyıla girdiği şu yıllarda işçi sınıfının büyük çoğunluğu için hâlâ hayal. Esnek çalışma adı altında işçinin tatil günlerinin, günlük çalışma saati uzunluğunun, çalışılan gün sayısının belirlenmesi tümüyle patronların insafına terk ediliyor. İşgününün 8 saatin altına indirildiği çeşitli Avrupa ülkelerinde dahi işgünü tekrar uzatılıyor, fazla mesailer yaygınlaşıyor. Bütün bunlarla birlikte bir yandan da işsizlik giderek daha katlanılmaz boyutlara çıkıyor. Bir tarafta günde 12 saat, haftada 6 (bazen 7) gün çalışan işçiler, bir tarafta yıllarca iş bulamayan milyonlarca işçi.
Marx'ın dediği gibi, 'kapitalist üretim biçimi genellikle, bütün pintiliğine karşın, kendi insan malzemesi konusunda çok hovardadır.'[1] Değişmeyen sermaye söz konusu olduğunda kılı kırk yaran kapitalistler, sıra emekçinin yaşamına ve sağlığına geldiğinde onu alabildiğine israf etmekten çekinmiyorlar. Mekândan, sağlık ve güvenlik harcamalarından, zamandan tasarruf, işçilerin hayatını hiçe saymak pahasına yapılıyor. İşçi sınıfının büyük bir kısmı, insan doğasına tümüyle aykırı biçimde, günün tüm aydınlık bölümünde, güneş görmeyen, temiz havadan yoksun, tozla ve kimyasal maddelerle dolu kapalı mekânlara hapsediliyor. Her yıl milyonlarca işçi, meslek hastalıkları ve aşırı çalışma yüzünden artan iş kazaları sonucunda çalışamaz hale geliyor ya da yaşamını yitiriyor. Fakat işçinin hayatını yitirmesi ya da ömrünün kısalması sermayenin umurunda değil, zira posasını çıkarıp kullanım dışı bıraktığı işçinin yerine istediği an yenisini bulabileceğini biliyor. Milyarlık işsiz ordusu aynı çarka girmek için sırada bekliyor.
4 saat bugün dahi mümkün!
Kapitalizmin bugün geldiği noktada emek verimliliğinin geçmişle kıyaslanmayacak düzeylere ulaştığını belirtmiştik. Açıktır ki, bu verimlilik düzeyine makineleşme sonucunda ulaşılmıştır. Ancak bu makineleşme yine de mümkün olanın çok gerisindedir. Elif Çağlı'nın belirttiği gibi, 'kapitalizm ekonomik ve teknik açıdan ileriye doğru yürüyüşünü sürdürüyor olsa da, bu durum üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki müthiş gerilim pahasına gerçekleşmektedir. Ve kapitalist üretim ilişkileri, üretici güçleri, özel mülkiyet engelinden kurtuldukları takdirde ulaşabilecekleri düzeyin gerisinde tutmaktadır. Onlara ket vurmaktadır. Kapitalizmin günümüzdeki gerçek yüzü budur.' [2]
Yapılan hesaplamalar, insanlığın sahip olduğu mevcut potansiyellerle 4 saatlik işgününün şu anda dahi mümkün, 2 saatinse düşünülebilir olduğunu göstermektedir. Bu konuda sadece bir fikir verebilmek bakımından yaklaşık bir hesap yapmak mümkün. Rakamların içerdiği hata payı bir yana, diyelim dünyadaki 2,8 milyar işçinin 1 milyarının işsiz ve günlük ortalama çalışma süresinin de 8 saat olduğunu veri olarak alalım. Tüm işlerin tüm işgücüne eşit olarak dağıtıldığını varsayalım. Bu durumda 1,8 milyar işçinin 8 saat çalışarak yaptığı işi 2,8 milyar işçinin kaç saatte yapabileceğini bulmalıyız. Bu hesabın sonucu olarak karşımıza 5,1 saatin çıktığını görürüz. Demek ki, mevcut işlerin tüm işçilere dağıtılması durumunda iş saatlerinin otomatik olarak yaklaşık 5 saate inmesi pekâlâ mümkündür.
Hesabımızı daha da ilerletelim ve kapitalizmin ortadan kaldırıldığı, çalışabilir durumdaki herkesin üretime katıldığı bir toplumu düşünelim. Dünyada çalışabilir durumdaki nüfusun yaklaşık 4 milyar kişi olduğunu biliyoruz. Bu durumda 1,8 milyar kişinin günde 8 saat çalışarak yaptığı işi 4 milyar kişinin günde 3,6 saat çalışarak yapabileceğini görürüz. Böyle bir toplumda, makinelerin üretime daha fazla katılacağını düşünürsek bunun daha da aşağıya inebileceği ortadadır.
Kapitalizmin temel güdüsü, en kısa sürede, en fazla ürünü, en az maliyetle elde etmek, yani işçinin emek gücünü sömürerek elde ettiği artı-değeri mümkün olduğunca arttırmaktır. Teknolojinin ve makineleşmenin gelişmesi işgününün kısalma olanağını beraberinde getirirken, diğer her şeyin aynı kalması durumunda işgününün kısalması semayenin kârının azalması anlamına gelecektir. Kapitalist toplumda makineleşmenin gelişmesiyle birlikte tam tersine bir eğilim görmekteyiz. Patronlar uyguladıkları her teknolojik yenilikle birlikte işgününün uzaması yönünde bir basınç bindirirler. Bunun nedeni yeni makinelerin maliyetini mümkün olduğunca çabuk amorti etmek ve uyguladıkları yeniliğin avantajlarını en kısa sürede devşirmek istemeleridir. Bunun için makineleri mümkün olduğunca uzun süre çalışır durumda tutmak zorundadırlar.
Peki patronlar neden işçi ve vardiya sayısını arttırmayı değil de var olan işçileri daha uzun süre çalıştırmayı tercih ediyorlar? Çünkü yeni işçilerin alınması yeni sigorta primleri, vergi gibi ek giderler anlamına gelecektir. Oysa kapitalist bunun yerine varolan işçileri daha uzun süre çalıştırdığında, daha yüksek saat ücreti verse bile, daha fazla kâr edecektir.
İşgününün uzunluğunu belirleyen temel faktör sınıf mücadelesidir
İşgününün fiziksel ve toplumsal olarak kuşkusuz bir azami sınırı vardır. Yani kapitalist, işçiyi günün 24 saati çalıştıramaz. Her şeyden önce işçinin, ertesi gün de aynı verimle çalışabilmesi için beslenme, dinlenme, yıkanma, giyinme, uyku gibi ihtiyaçlarını karşılaması gerekir. Bunun dışında, işçinin ve içinde yaşadığı toplumun gelişmişlik düzeyi onun ihtiyaçlarının daha da çeşitlenmesine yol açar. Kültürel ve toplumsal ihtiyaçların karşılanması için de bir süre gereklidir. Bu nedenle, işgününün fiziksel ve toplumsal olarak bir azami sınırı olmak zorundadır. Ne var ki sermaye çalışma süresini mümkün olduğunca yukarı çekmeye çalışırken işçi sınıfı da azaltmaya çalışır. Bu nedenle patronlar sınıfıyla işçiler arasında sürekli bir mücadele söz konusudur. O halde sınıf mücadelesi işgününün uzunluğunu belirleyen çok önemli bir faktördür.
İngiltere'de 1800'lü yılların ilk yarısında 10 saatlik işgünü için verilen mücadeleleri ve bu mücadeleler sonucunda 1850'lerde 10 saatlik işgününün yasal olarak kabul ettirilmesini, benzer sınırlamaların Avrupa ülkelerinde de getirilmesi izlemişti. ABD'de köleliğin ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanan iç savaşın meyvelerinden biri de, 1866'da 8 saatlik işgünü için mücadelenin gündeme sokulmasıydı. Bu uğurda mücadele edip yüzlerce şehit veren ve 1 Mayıs'ı ve 8 Mart'ı birer mücadele günü olarak dünya işçi sınıfına armağan edenin Amerikan işçileri olduğunu hatırlatalım. Demek ki işçi sınıfı bugün pek çok ülkede yasal olarak 8 saate inen çalışma saatlerini, patronların yüce gönüllülüğüne değil, yürüttüğü sınıf mücadelesine borçludur.
Açıktır ki, 'dünya üzerinde yaşamını sürdürebilmek için işgüçlerini kapitalistlere satmak dışında bir yaşam seçeneği bulunmayan milyonlarca insanın bugünü ve geleceği, üretici güçlerin gelişimi önünde akıldışı ve canavarca bir engele dönüşmüş bulunan kapitalist özel mülkiyet engelinin yıkılıp atılmasına bağlıdır.' [3]
Bu engelin ortadan kalkmasıyla birlikte, insanlık, sınıfların olmadığı, üretici güçlerin gelişiminin önünde doğa dışında hiçbir engelin bulunmadığı, çalışmanın zevk haline geldiği, insanların kendilerini sınırsızca geliştirebilecekleri bir topluma, komünist topluma doğru ilerleyecektir. İşte o zamandır ki, bugün kapitalist üretim tarzı nedeniyle bir dolap beygiri haline getirilmiş ve kendi doğasına yabancılaşmış insanın insan olmasının önündeki her türlü engel de ortadan kalkmış olacaktır. Ve insanlık, Engels'in dediği gibi, zorunluluklar dünyasından özgürlükler dünyasına sıçrayacaktır.
[1] Marx, Kapital, c.3, Sol Yay., şubat 1990, s.81
[2] Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı, Tarih Bilinci Yay., Ocak 2002, s.121
[3] Elif Çağlı, age, s.121
link: İlkay Meriç, Zorunluluklar Dünyasının Uzun Çalışma Saatleri, 15 Eylül 2005, https://marksist.net/node/7180
Irak'ta Anayasa Pazarlığı
Sosyal Forumlar, "İmparatorluk" ve Barışarock