İnsan yaşadığı koşullara uyum sağlayabilen bir canlıdır. Doğanın getirdiği nice yeni koşullara göre şekil almış, o koşullara göğüs germek için sürekli üretmiş ve bugünlere gelebilmeyi başarmıştır. İnsan açlığa, hatta susuzluğa belirli bir süre dayanabilir. Ama nefessiz kaldığında saniyeler içinde yaşam fonksiyonlarını kaybeder. Yani insanın en temel ihtiyacıdır nefes almak. Hatırlanacak olursa ABD’de canice katledilen George Floyd’un son sözleri “Nefes alamıyorum” olmuştu. Nefessiz bırakılarak öldürülen Floyd’un sözleri tüm dünya dillerinde ortak bir slogana dönüştü: “Nefes Alamıyoruz!” Yaşam sadece nefes alıp vermek demek değilken “Nefes Alamıyoruz” cümlesinin ortak bir slogana dönüşmenin kuşkusuz bir anlamı var. Kapitalist sistemin kokmuş karanlık kuyusunda; bu rutubetli, pislik içindeki bir havada nasıl nefes alır insan?
Evet, bugün toplumun büyük çoğunluğu nefes almakta zorlanıyor. Fizyolojik olarak yoksullukla baş başa bırakılan çoğunluk, psikolojik olarak da bir kıskacın içine itilmiş durumda. Kapitalizmin arttırdığı eşitsizlik, bir tarafta yoksulluğu bir tarafta zenginliği biriktirirken, ezilen sınıfın payına fiziksel ve psikolojik baskılar, zorluklar da düşmüştür. İki sınıf arasındaki eşitsizliğin devasa boyutlara ulaştığı günümüzde ise psikolojik sorunlar çok ciddi boyutlara ulaşmış durumda. Bu sorunların başında “endişeli, kaygılı” anlamına gelen “anxious” sözcüğünden türeyen anksiyete bozukluğu gelmektedir. Bunun yanında obsesif kompulsif bozukluklar, bipolar bozukluklar, deliryum, paranoya, şizofreni gibi uzunca bir liste oluşturabileceğimiz çok çeşitli psikolojik hastalıklar her geçen gün yaygınlaşmakta ve fobi olarak nitelendirilen korkular artmaktadır.
Dünya Sağlık Örgütünün yaptığı araştırmaya göre her yaşta 264 milyondan fazla insan depresyondan muzdariptir. Örneğin Fransa’da açıklama yapan Sağlık Bakanı Olivier Veran, özellikle salgının başlangıcından bu yana 8 bin kişinin psikolojik yardım hattı tarafından takip edildiğini aktarırken, psikolojik yardım sunan ücretsiz numaranın günde 20 bin, Nisan ayından bu yana ise 2 milyondan fazla çağrı aldığını belirtiyor. Sadece depresyon değil pek çok ruhsal hastalık da gün geçtikçe artmaktadır. DSÖ’nün verilerine göre tüm akıl bozukluklarının yarısı 14 yaşından önce başlıyor. Tüm çocuk ve ergenlerin yaklaşık beşte biri bir akıl sağlığı sorunuyla karşı karşıya. Akıl sağlığı problemleri gün be gün artmasına rağmen bu sorunların tedavisi için dünya çapında ayrılan bütçe, küresel sağlık harcamalarının %2’sinden daha az. Özellikle düşük ve orta gelirli ülkelerde depresyon hastalarının %85’i tedavi görmüyor ve dahası tedavi gördüğü iddia edilenlere de ya yanlış teşhisler koyuluyor ya da yanlış tedavi yöntemlerine yönlendiriliyor. Anti-depresan ilaçların peynir ekmek gibi dağıtılmasından da anlaşılacağı üzere psikolojik bozukluklarda gerçek bir tedavi söz konusu değildir. Gerçek anlamda psikolojik tedavi ve bakım sürecinden yararlanabilenler ile bakıma ihtiyacı olanlar arasında bir uçurum bulunmaktadır.
Psikolojik hastalıkların yaygınlaşması ve depresyon halinin artarak kalıcı hale gelmesi artan intihar vakalarından da anlaşılacaktır. DSÖ’ye göre her yıl yaklaşık 800.000 kişi intihar ederek hayatını kaybediyor. Bu da dünyada yaklaşık olarak her 40 saniyede bir kişinin intihar ettiğini gösteriyor. İntihar girişiminde bulunanların sayısı ise bu rakamlardan kat be kat fazla. 15-29 yaş arası gençlerde yol kazalarından sonra en çok ölüm sebebinin intihar olduğu biliniyor. İşin vahametinin anlaşılması açısından Japonya’da geçen Ekim ayında intihardan ölenlerin sayısına bakmak yeterlidir. Japonya Emniyet Müdürlüğünün açıklamasına göre, ülkede sadece Ekim ayında yaşamına son verenlerin sayısı 2153. Sağlık Bakanlığının verilerine göre ise salgın başından Kasım ayına kadar Covid nedeniyle ölenlerin sayısı 2087. Elbette bu veriler açıklananlarla sınırlı. Dünyanın tüm ülkeleri intihar gibi ciddi sosyo-ekonomik nedenleri olan bir soruna işaret eden bir veriyi açıklamaktan imtina ediyor. Yoksa Japonya’da intihardan ölen insan sayısı bu denli artmışken dünyanın diğer ülkelerinde yerinde sayması beklenemez. Çok uzaklara gitmeye de gerek yok. Türkiye’de son bir yılda canına kıyanlardan sadece medyaya yansıyanları hatırlamak bile durumun içler acısı halini anlamaya yetecektir.
Artan sorunların kaynağı
“Gidecek yerim yok, yaşanmaya değer bir hayatım da”, “Yeni yıl dilek çemberimiz… İş bulmak”, “ Bu dünya yaşamak için çok kötü bir yer, bunu istemiyorum”, “Çocuklarıma bakamıyorsam, çocuğuma bir pantolon alamıyorsam niye yaşıyorum ki?”, “Çocuklarım aç”, “Ben hakkımı size helal ediyorum. Siz de bana hakkınızı helal edin. Biliyorum, sizi çok üzdüm. İşsizlikten bunaldım”, “İş, aş”… Bu sözler son birkaç yılda Türkiye’de intihar ederek yaşamına son verenlerin duyurmaya çalıştıkları isyan çığlıkları. Daha nice söylenmemiş olanlarla birlikte bu sözler, yaşamına son veren insanların iç çekişlerinin ve yaşadıkları sıkıntıların sarsıcı bir özeti. İşsizlik verilerindeki “şeffaflığından” ve “güvenilirliğinden” tanıdığınız Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, sadece 2018 ve 2019 yılında ülke genelinde 6748 kişi intihar ederek yaşamına son verdi. Üstelik bu kişilerin 566’sı geçim sıkıntısı sebebiyle yaşamına son verdi. Bunlar dışında son iki yılda 880 kişi mental (zihinsel) ve davranışsal bozukluklar, 109 kişi şizofreni, şizotipal ve deluzyonel bozukluklar, 40 kişi ruhsal (duygusal) bozukluklar nedeniyle ölürken, 1949 kişi ise cinayet ve saldırı sonucu hayatını kaybetti.
Ekonomik krizin derinleşmesi, işsizliğin ve yoksulluğun artış göstermesi ile birlikte depresyon ve intiharların artış gösterdiği ve önümüzdeki dönemde daha da artacağı ortadadır. 2018 yılında %7,3 olan intihar vakalarının 2019’da %9,4’e yükselmesi, henüz açıklanmasa da 2020’de sadece medyaya yansıyanlardan da tahmin etmesi zor olmayan rakamlar acı tabloyu gözler önüne sermektedir. Peki, artan psikolojik bozuklukların ve bunun bir sonucu olan intiharların kaynağı nedir? Bugün sermayenin sığındığı en büyük liman olan Covid-19 virüsü sanki tüm bu sıkıntıların baş sorumlusu gibi lanse ediliyor. Pandemi öncesi güllük gülistanlık olan emekçilerin yaşamını bir anda mı karabulutlar kapladı? Yoksa kara bulutların geleceğini önceden kestiren burjuvazi yağmur duasına mı çıktı?
Kapitalist sistem krizi emekçilerin yaşamını kahırlı hale getireli uzun yıllar oluyor. Şimdiki durum bu kahırlı yaşamın çekilmezliğinin alenen artmış olmasıdır. Pandemi bahanesiyle milyonlar işsizliğe terk edilirken, geride kalanlar ise uzun ve yorucu çalışma saatlerine ve düşük ücretlere mahkûm ediliyorlar. Uzun çalışma saatleri ile yorulan bedenler, işin stresinin yanında bir de işsiz kalma korkusunun stresiyle boğuşuyor. Her krizde başvurulan kredi mekanizması ile geçim sıkıntısı çeken toplumun büyük çoğunluğu borç bataklığına saplanıyor ve daha da sıkıntılı günleri yaşamaya mecbur bırakılıyor. İçinden geçtiğimiz pandemi döneminde ücretsiz izne çıkarılan yüz binler büyük bir belirsizliğin içine düşmüş durumda. Bunun yanında Covid-19 ve dahası pek çok hastalığa sahip milyonlar çaresizce bekleyişlerini sürdürüyorlar.
Sözde insan sağlığını düşünen politikacılar, virüsün yayılmasını engellemek için almaları gereken gerçek önlemler ve sosyal-ekonomik destek yerine insanları yalnızlığa ve yalıtılmışlığa mahkûm ediyorlar. Hatta bununla da yetinmeyip insanların yaşam tarzlarına, sosyal haklarına da müdahale ediyorlar. Kısacası kuşkucu, korkak, kutuplaşan, yalnızlaşan ve çaresiz hisseden bir ruh hali ve toplum profili yaratılmaya çalışılıyor. Önümüzdeki günlerde daha da sık duyulacak olan kapitalizmin çelişkileri ve sorunları saymakla sıralamakla bitmez. İnsanlığın boğulmasına neden olan, sinir sistemini yıpratan kapitalizm artık daha fazla sorun üretmenin ötesine geçemez. Daha fazla işsizlik, daha fazla savaş, daha fazla yıkım, daha fazla göç, daha fazla yoksulluk, daha fazla ölüm… İşçi sınıfının örgütsüz olduğu koşullarda maalesef bu kara liste uzayıp gidecektir. Milyonlarca insan aynı sorunlarla boğuşurken ve birlikte ayağa dikilip kurtuluşa yelken açmak varken, örgütsüz oldukları için kendilerini çaresiz ve yalnız hissedenler birer birer yitip gidiyorlar.
Her sınıf kendi önlemini alır
İçinden geçilen sistem krizinin yarattığı sonuçlar kuşkusuz sadece işçi sınıfını ilgilendirmiyor. Burjuvalar da karşılarında dağ gibi dikilen bu krizi nasıl aşacaklarına, kapitalizmin hal ve gidişatını nasıl yoluna koyacaklarına kafa patlatıyorlar. Önümüzdeki dönemde karşılarına çıkabilecek küresel riskleri analiz ediyor, çeşitli plan ve programlar hazırlıyorlar. Örneğin kitlelerin psikolojik durumunu derinden etkileyen işsizlik, sadece işçilere değil burjuvaziye göre de en büyük risk faktörü. Geçtiğimiz aylarda Dünya Ekonomik Forumu tarafından yapılan bir araştırmaya göre, şirket yöneticileri işsizliği önümüzdeki 10 yılda en büyük endişe kaynağı olarak görüyorlar. Özellikle koronavirüs sonrası odağın pandemiyle ilgili harcamalara ve sözde önlemlere kaymasının işsizliği çok hızlı bir şekilde arttırdığı söyleniyor.
Geçim sıkıntısı ve benzer sorunların psikolojik rahatsızlıkların artmasına neden olduğu bağlantısından yola çıkılarak çeşitli veriler ortaya koyulmuş durumda. Örneğin yalnızca depresyon ve anksiyeteden kaynaklı olarak ekonomik üretkenlikte yaklaşık 1 trilyon doların kaybedildiği söyleniyor. Araştırmalara göre Birleşik Krallık’ta stres, depresyon veya anksiyete, işle ilgili tüm hastalık vakalarının % 44’ünü ve sağlık nedeniyle kaybedilen tüm işgünlerinin % 54’ünü oluşturmaktadır. Dünya Ekonomik Forumunun yaptığı bir araştırmaya göre ise 2011-2030 yılları arasında çeşitli düzeylerdeki psikolojik rahatsızlıklar nedeniyle küresel çapta 16 trilyon dolarlık kayıp oluşacağı tahmin ediliyor. Yani kapitalistler meşreplerinden ödün vermeyerek meseleyi ekonomik olarak masaya yatırıp çözüm arıyorlar. Bu çözüm arayışının sonucunda da akıl hastalıklarının ve depresyon gibi sorunların sistemin selameti için çözülmesi gerektiği görüşüne varıyorlar. Mesela DSÖ’ye göre depresyon ve anksiyetenin bakım masrafı için harcanan her bir dolar, 5 dolar olarak geri gelmektedir. İşte bu nedenle de düşük maliyetlerle akıl hastalıkları tedavi edilebilir, sadece bu konuda biraz farkındalık yaratmak gerekmektedir! Burjuvazinin ve onun sözde bilimcilerinin akıl hastalığı dediği, sağlığı bozulmuş insanlar için verdikleri psikolojik tedavi tavsiyeleri, günlük yaşamını nasıl idame ettireceğini bilmeyen insanların gerçekliğine son derece uzak kalmaktadır. İşte kapitalizmin tıyneti! Bir taraftan toplumu fiziksel ve psikolojik olarak hasta eden burjuvazi, bir taraftan da sömürüyü arttırmak için sağlıklı işçiler istiyor. Amaç toplum sağlığı, refah, barış vs. değildir. Asıl amaç kâr çarklarını döndürürken kapitalizmin kendi elleriyle yarattığı kriz engellerini aşabilmektir.
İnsanlara akıl tutulması yaşatan, toplumun boğazına çöküp nefessiz bırakan bu hastalıklı sistem yaşamaya devam ettiği müddetçe ne yazık ki pek çok kötü şey gibi depresyonların ve intiharların da sonu gelmeyecektir. Çünkü egemenlerin ve onların araştırma kurumlarının söylediklerinin aksine ne sağlık sorunu, ne konut sorunu, ne eğitim sorunu, ne açlık sorunu vb. kapitalizm altında çözülür. Bu sorunlar sistemin doğasına uygun bir biçimde emekçilerin karşısında bir duvar gibi dikilmeye devam eder. Yani işçi sınıfının önünde yıkılması gereken duvarlar, kırılması gereken çarklar duruyor. Nasıl ki burjuvazi kapitalizmi yaşatmak için önlemler düşünüyor, varını yoğunu seferber ediyorsa, işçi sınıfı da insanlığı ve dünyayı yaşatmak için kendi önemlerini almalı ve mücadele içinde bu sisteme karşı bağışıklığını güçlendirmelidir. Her ne kadar işçi sınıfını birbirinden koparmaya, yalnızlaştırıp sindirmeye çalışsalar da bugün dünya meydanlarında işçilerin grevleri, eylemleri tüm baskı, yasak ve korkutma çabalarına rağmen devam ediyor. Biliyor ve inanıyoruz ki, mücadele eden işçi sınıfı, derin, temiz bir nefes alacağımız dünyanın kapılarını elbet açacaktır.
link: Başak Güler, Kapitalizm Buhranda, İnsanlık “Depresyonda”, 31 Aralık 2020, https://marksist.net/node/7142
Tek Sorun Kopya, Çözümü Ayna!
Asgari Ücret, Azami Kölelik