3 Kasımda ABD’de başkanlık seçimleri yapılacak. Seçimde Cumhuriyetçi Partinin ikinci dönem için yeniden aday gösterdiği mevcut başkan Donald Trump ile Demokrat Partinin adayı Joe Biden yarışacak. Başkanın yanı sıra 435 üyeli Temsilciler Meclisinin tamamı ve 100 üyeli Senatonun üçte biri de belirlenecek. Bu seçimler pek çok kesim tarafından Amerika’nın tarihindeki en önemli seçimler olarak görülüyor. Seçim sonuçları ne olursa olsun Amerika’yı bir kaosun beklediği vurgulanıyor hatta iç savaş çıkabileceği yorumları yapılıyor. Yorumların doğruluk derecesi elbette tartışılabilir ama böylesi yorumların bu kadar yaygın yapılabiliyor oluşunun, tüm dünyanın nasıl olağanüstü bir süreçten geçtiğini ortaya koyduğu apaçıktır.
Nicedir Marksist Tutum sayfalarında kapitalizmin içinde bulunduğu tarihsel kriz, bu krizin derinleştirdiği uzatmalı hegemonya kavgası ve genişleyen emperyalist savaş zemini göz önünde bulundurulmadan dünyadaki hiçbir gelişmenin doğru değerlendirilemeyeceği ifade ediliyor. En baştan vurgulamak gerekir ki ABD’ye hâkim olan siyasi atmosferi olağan seçim atmosferinin çok ötesine taşıyan tam da işaret edilen bu zemindir. Tüm dünyanın gözleri önünde, demokrasi ve özgürlükler ülkesi olmakla övünen Amerika’da yaşananlar, içinden geçilen tarihsel sürecin olağanüstü karakterinin yansımasıdır. Yeni cephelerle genişletilen emperyalist savaş, yıkıcı ekonomik kriz, karşılıksız basılan trilyon dolarlar, şişen finans balonları, Amerikalı işçi ve emekçilerin ağırlaşan sorunları, bir yandan adalet özlemi içindeki emekçilerin bir yandan kışkırtılan faşist çetelerin hareketlendirdiği ABD sokakları, toplumda yaratılan yapay kutuplaşma, yükseltilen ırkçılık, Trump’ın otoriterleşmeye hız veren, şiddeti körükleyen politikaları, yenilgi halinde seçim sonuçlarını tanımayacağı açıklamaları… Hiç kuşkusuz bu manzara seçimler olsun ya da olmasın kaosa gebe bir manzaradır ve bu bakımdan yapılan değerlendirmelerin hepten yersiz olduğunu söylemek için bir neden yoktur.
Birinci ve özellikle de ikinci emperyalist paylaşım savaşlarının ardından ABD, uzun yıllar küresel kapitalizmin lideri, hegemon gücü pozisyonunda olmanın sefasını sürdü. Ancak son 30 yıl içinde dünya dengelerinin değişmesi ve rakip güçlerin yükselmesi bu hegemonyanın sorgulanmasına, sarsılmasına, zayıflamasına neden oldu. Bu gidişata dur demek isteyen ABD çeşitli hamlelerle ön almaya çalıştı ve milenyum dönemeciyle birlikte emperyalist savaşı başlattı. ABD emperyalizminin bu savaştan muradı değişen dengeleri kendi lehine yeniden dizayn etmek, nüfuz alanlarını koruyup geliştirmek, hegemonyasının aşınmasının önüne geçmek, liderlik pozisyonunu pekiştirmek, rakip güçlerin yükselişine mani olmaktı. Elbette bu işin tereyağından kıl çeker gibi kolay olmayacağını biliyorlardı, bunun için “sonsuz savaş” yürütmek gerekecekti! Bu hesaba göre sonuçta savaş kazanılacak, 21. yüzyıl “Amerikan yüzyılı” olacaktı!
O günden bugüne ABD emperyalizmi dişli rakiplerine karşı şiddetli bir hegemonya mücadelesi yürütüyor, eski dengelere göre şekillenmiş statükoları, ittifakları sarsıp bozarak, söz konusu dengelerin ifadesi olan kurumları yıpratıp işlevsizleştirerek, savaşı cephe cephe körükleyerek ilerliyor. Bu kurtlar sofrası 21. yüzyılı insan kanının sebil gibi aktığı, acı feryatların gökyüzüne ulaştığı, doğanın yıkıma uğradığı, karabasanların sonunun gelmediği karanlık bir geceye dönüştürüyor.
Kapitalizmin tarihsel kriz ve çürüme çağında, ABD emperyalizminin kolay zaferler, hızlı sonuçlar beklemediğine, bu uğursuz çabasını sürdürmediği durumda tepetaklak yuvarlanacağını hesap ettiğine, savaşı bir ölüm-kalım meselesi olarak gördüğüne şüphe yoktur. Yani bir bütün olarak Amerikan emperyalizmi için savaş kaçınılmazdır. Ancak ABD egemen sınıfı kendi içinde kapitalist rekabetten, çekişmelerden muaf değildir. ABD’li kapitalistlerin çıkarları her alanda birebir örtüşmemekte hatta kimi zaman taban tabana zıt olabilmektedir. Tam da bu nedenle Amerikan egemen sınıfı içerisinde emperyalist savaşın hangi yol ve yöntemlerle, hangi taktiklerle yürütüleceği konusunda farklı eğilimler, derin anlaşmazlıklar bulunuyor. Uluslararası ittifak ilişkilerinin nasıl dizayn edileceği, diplomasi-saldırı dengesinin nasıl kurulacağı, küreselleşen ve çıkar ağları girift biçimde iç içe geçen bir dünyada ticaret savaşlarının dolaylı faturasının nasıl bertaraf edileceği, kaynakların ne kadarının kimlere aktarılacağı, kabağın kimin başında patlatılacağı gibi türlü konuda kavga yürüyor. İşte bu durum egemen sınıf içi gerilimi alabildiğine yükseltiyor ve yaklaşan seçimleri kavganın tarafları için çok önemli kılıyor.
Lakin bu seçimlerin çok önemli görülmesinin bir nedeni daha var: Keskinleşen sınıf çelişkilerinin yarattığı gerilim ve Amerikan işçi sınıfının ve gençliğin biriken öfkesi! Koronavirüs gerekçesiyle işyerlerinin kapandığı Haziran ayında sayısı 42 milyona çıkan işsizlerin sadece 10 milyonu işine geri döndü. Buna rağmen işsiz sayısı koronavirüs salgını öncesine göre hâlâ 11,5 milyon fazla. “Büyük kapatma” geride kalmasına rağmen hâlâ her hafta 800-900 bin insan ilk kez işsizlik sigortasına başvuruyor. İşsizlik sigortasından yararlanan işsizlerin sayısı hâlihazırda 13 milyon civarında seyrediyor fakat işsizlik sigortası için yeterli kaynak aktarılmadığı ve bu nedenle işsiz kaldığı halde işsizlik sigortası ödeneği alanların sayısının giderek azalacağı tahmin ediliyor. İşinin yanı sıra arabasını, evini kaybeden Amerikalıların sayısında büyük bir artış yaşanıyor. 30 milyondan fazla insan hiçbir sosyal güvencesi olmadan yaşamını sürdürmeye çalışıyor.
Öte yandan Hispanikler, siyahlar ve diğer dezavantajlı kesimler eşitsizlik, yoksulluk, ırkçılık ve göçmen düşmanlığının cenderesinde acı çekiyor. Amerika’yı boydan boya saran eylemlere rağmen siyahlara dönük polis şiddeti ve cinayetleri artarak devam ediyor. Koronavirüs nedeniyle ölenlerin sayısı 200 bini geçmişken ölenlerin pek çoğu siyahlar ve göçmenlerden oluşuyor. Bu durumda bile Obamacare olarak bilinen sağlık sigortası sistemini kaldırma tartışmaları yapılıyor, zaten son derece pahalı olan sağlığın daha da pahalı hale getirilmesi planlanıyor. Eşitsizlik, işsizlik ve borç dağları ile karşı karşıya olan gençlerin geleceğe dair umutları her geçen gün yerini daha büyük bir korku ve endişeye bırakıyor. Otoriterleşme, anti-demokratik uygulamalar, baskı, şiddet hız kazanıyor, toplumun üzerine ağır bir kasvet çöküyor. Kamu hizmetlerinin rafa kaldırılması nedeniyle felâkete dönüşen doğa olayları, Kaliforniya’da, Washington’da, Oregon’da can alan yangınlar, Alabama’da, Florida’da kasırgalar, tüm bunların üzerine tuz biber ekiyor.
Kaliforniya’da yangınların etkisiyle korkunç boyutlara ulaşan ve nefes almayı neredeyse imkânsızlaştıran hava kirliliği İngilizcede duman ve sis kelimelerinin birleşmesiyle türetilen “smog” sözcüğüyle ifade ediliyor. Belki de bu sözcük Amerika’daki siyasi ve toplumsal atmosferi tanımlamak için de en uygun sözcük. Dünyasına “smog” çöken, boğazına polis dizi dayanan, kursağındaki lokmaya göz dikilen Amerikan işçi sınıfı gerçek manada nefes alamıyor!
İşçi ve emekçilerin durumu buyken dolar milyarderlerinin sayısı ve servetleriyse katlanarak artmaya devam ediyor. ABD’de son 30 yılda en zengin %1’lik kesimin zenginliği 275 kat artmış, en zengin 400 kişi nüfusun en yoksul %60’ının toplam varlığından daha büyük bir zenginliğe sahip hale gelmişti. Koronavirüs salgını nedeniyle bu eşitsizlik daha da derinleşti. En zengin %1’lik kesim içinde bulunan kimi milyarderlerin serveti her gün birkaç milyon dolar artış gösterdi. Bu milyarderlerden biri olan Amazon şirketinin sahibi Jeff Bezos’un serveti 200 milyar doları geçti. Çelişkinin daha rahat anlaşılması için şöyle bir örnek verelim: Bezos sadece bir saniyede ortalama asgari ücretli bir Amerikan işçisinin bir saat çalışarak kazandığı paranın 350 katından daha fazla para kazanıyor!
Böyle bir tablonun işçilerde, yoksul emekçilerde, gençlerde, ezilen kesimlerde öfke ve çözüm arayışı yaratmaması düşünülemez. Nitekim 2018’den bu yana ABD’de sağlık, eğitim, taşımacılık ve hizmet sektörlerinde kitlesel grevler görülüyor. Amerikan halkının öfkesi özellikle siyahlara yönelik polis şiddeti vesilesiyle sıklıkla ve patlamalı biçimde açığa çıkıyor. Koronavirüs korkutmacasına rağmen aylar boyunca Amerika’yı sarsan protestolar gündeme geliyor. Siyahlar öz savunma gayesiyle silahlanma ve örgütlenme yoluna gidiyor. Dahası gençlik içinde kapitalizm karşıtlığı ve sosyalizme ilgi artıyor. Özellikle lise öğrencileri kimi zaman grevci öğretmenleriyle omuz omuza, kimi zaman iklim krizine, polis şiddetine karşı meydanlara çıkarak çelişkileri gördüklerini ve mücadeleye hazır olduklarını ortaya koyuyorlar. Siyahların Yaşamı Önemlidir (Black Lives Matter, BLM) eylemlerinde gençler “rüyamız bu değil” diyerek “Amerikan Rüyası”nın kendileri için kâbus olduğunu ifade ediyorlar. New York meydanlarında “tüm iktidar halka” sloganları duyuluyor.
Trump’ın ve Amerikan egemen sınıfı içinde temsiliyetini Trump’la bulan kesimlerin, baskının ve otoriterleşmenin yükselmesinin en önemli nedeni işte bu manzaradır. Trump ve faşizan uygulamaları ABD egemen sınıfı içinde bir kesimin işçi ve emekçileri dizginleme arayışına buldukları cevaptır. Trump bir yandan en uğursuz popülist söylemleri yükseltip örgütsüz işçi ve emekçileri tavlamaya çalışmakta, öte yandan demirden yumruğunu tam da bu kesimlerin üzerine indirmektedir.
Trump, tıpkı 4 sene önceki seçimlerde yaptığı gibi, daha iyi şartlarda çalışmak ve yaşamak isterken her geçen gün daha fazla yoksullaşan Amerikan işçisine “önce Amerika” diye sesleniyor. Farklı ülkelerdeki Amerikan yatırımlarını ülkeye çağırıp Amerikan işçisine iş imkânı sağlayacağını ileri sürüyor. Tüm kötülüklerin sorumlusu olarak gösterdiği göçmenleri ülkelerine göndererek önceliği Amerikan işçisine vereceğini söylüyor. Her gittiği yerde tulumları içindeki işçilerle poz veriyor. “Tarihin gördüğü en büyük devletin”, kötü yönetimler yüzünden daha geriden gelen ülkelerin oyuncağı haline geldiğinden dem vuruyor. “Amerika’yı yeniden büyük yapacağını” söyleyerek örgütsüz işçi ve emekçilerin gururunu okşamaya çalışıyor. Washington’un elitlerine karşı Amerikan işçisini, “Amerika’nın unutulmuşlarını” savunacağını haykırıyor üst perdeden. Kuşkusuz tüm bu şarlatanlıklar Trump’ın milyarder bir kapitalist, azılı bir işçi düşmanı ve faşist zihniyette olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Ancak Trump bu söylemlerle işçi sınıfının ve emekçilerin önemli bir kesiminin desteğini arkasına almayı başarıyor.
Bu desteği perçinlemek ve büyütmek isteyen Trump en adi yalanlarla halkı manipüle etmeye çalışıyor. Covid-19 salgını, ekonomik kriz gibi sorunların kaynağını Çin olarak sunuyor, yabancı düşmanlığını, milliyetçiliği körüklüyor. Elinde İncil’le kiliseye yürüyerek halkın dini duygularını sömürüyor. Beyaz üstünlükçü söylemleriyle beyaz emekçilerin gururunu okşuyor. BLM eylemlerini yağmacılık ve kör şiddet olarak yaftalayıp bu kesimlerin korkularını, güvensizlik duygularını, gelecek kaygılarını körüklüyor. Antifa’yı teröristlikle suçluyor. Kendini “yasa ve düzenin” temsilcisi, Amerikan halkının koruyucusu olarak öne çıkarırken yeniden seçilmemesi halinde Amerika’nın kaosa ve sonsuz bir karanlığa teslim olacağını ileri sürüyor. Azledilme tartışmaları, koronavirüs yasakları, BLM eylemleri, seçimlere hile karıştırılacağı yalanları gibi bahanelerle her fırsatta yandaşlarını sokağa dökmekten geri durmuyor.
Trump’ın “iyi çocuklar”ı iş başında!
Hatırlanacak olursa polisin 25 Mayısta Minnesota’da George Floyd’u katletmesi Amerika’da haftalarca süren yaygın protestolara neden olmuştu. Ne var ki polisin cinayetleri devam ettiği gibi Trump ve temsil ettiği sermaye kesimleri eliyle bizzat tepeden örgütlenen silahlı faşist çeteler de Amerika sokaklarında can almaya başladı. 23 Ağustosta Wisconsin eyaletindeki Kenosha kentinde polis 29 yaşındaki Jacob Blake’i üç çocuğunun gözü önünde kurşun yağmuruna tuttu ve felç etti. Polisin büyük bir pervasızlıkla ırkçı tutumunu ve cinayetlerini sürdürmesi Floyd’un ardından henüz soğumamış olan öfkeyi yeniden alevlendirdi. Polis şiddetine, ırkçılığa, adaletsizliğe karşı protestolar bir kez daha patlak verdi ve pek çok eyalete yayıldı. Kenosha’daki eylemlerin üçüncü gününde protesto yürüyüşü güzergâhına sözde civardaki işyerlerini korumak üzere silahlarla donatılan faşist bir çete yerleştirildi. Bu çetenin mensuplarından 17 yaşındaki Kyle Rittenhouse elindeki yarı otomatik silahla 2 protestocuyu öldürdü ve bir protestocuyu yaraladı.
İnternet üzerinden canlı yayın yapan bir kanal o gece faşist çeteyi görüntülemiş, cinayetlerden sadece birkaç saat önce Kyle Rittenhouse da dâhil olmak üzere pek çok kişiyle röportajlar yapmıştı. Kendilerini “vatansever milisler” olarak adlandıran kadınlı erkekli silahlı çete üyeleri “bölgelerindeki işyerlerini korumak”, “polise yardımcı olmak” üzere orada olduklarını gururla anlatıyorlardı kameralara. Polisin yüzlerce işyerini korumaya yetişemeyeceğini, güneş battıktan sonra eylem olamayacağını, göstericilerin çizgiyi aştığını ileri sürüyor, “güvenlik için, yasa ve düzen için buradayız” diyorlardı. Polisse, onları yönlendiriyor, erzak ve su sağlıyordu. Bıçaklı, silahlı oldukları bahanesiyle nice siyahın canını alan Amerikan polisi “birini vurdum” diye bağıran otomatik silahlı Rittenhouse’a dokunmadı. Rittenhouse ancak tepkiler üzerine ve ertesi gün tutuklandı.
Bazı gazeteler olayla ilgili haberlerde bu genç faşistten “Mr. Rittenhouse” diye bahsettiler. Fox News sunucusu, canlı yayında “yağma ve kundaklamanın cinayetle sonuçlanmasına gerçekten şaşırdık mı? 17 yaşındaki tüfekli çocukların kimsenin yeltenmediği yerde düzeni sağlamaları gerektiğine karar vermeleri bizleri neden şaşırtıyor?” diye sordu. Çeşitli eyaletlerde “Kyle Rittenhouse’u serbest bırakın” pankartlarıyla eylemler düzenlendi. “Yanındayız Kyle”, “Seninle gurur duyuyoruz Kyle” sloganları atıldı. Aynı başlıklarla sosyal medya hesapları oluşturuldu, kampanyalar başlatıldı. FightBack Foundation (KarşıHücum Vakfı) Rittenhouse için bir bağış kampanyası başlattı ve on binlerce kişiden yüz binlerce dolar (kimi kaynaklara göre 1 milyon dolardan fazla) para topladı. Avukatı, televizyon ekranlarından Rittenhouse’ın nefsi müdafaa yaptığını, bunun tanrı tarafından verilmiş bir hak olduğunu, hiçbir savcının Kyle’ın bu hakkını elinden almasına izin vermeyeceklerini söyledi. Kyle cezalandırılırsa bunun, bundan sonra kimsenin kendini, ailesini, ülkesini koruyamayacağı anlamına geleceğini ileri sürdü. 17 yaşında silah taşımanın yasalara aykırı olmadığını söyledi. “Kyle iyi çocuktur” demekten de geri kalmadı.
Ancak bu faşiste en büyük destek Trump’tan geldi. Trump da Rittenhouse’un “iyi çocuk” olduğunu söyledi. Kyle’ın o gece çok zor durumda olduğunu, böylesine tehlikeli bir durumda kendini müdafaa etmek zorunda kaldığını iddia etti. Trump’ın bu sözlerine çok sevindiğini belirten Rittenhouse, gözaltında bulunduğu çocuk ıslahevinden tüm destekçilerine teşekkür etti. “Güçlü durun” mesajı gönderdi ve kısa süre içinde oradan çıkacağını “müjdeledi”.
Rittenhouse’ın da içinde olduğu çete benzeri faşist çeteler kendilerini yasa ve düzenin, özel mülkiyetin, işyerlerinin koruyucu milisleri, vatanseverler olarak adlandırıyorlar. Beyazların üstün olduğunu savunuyor ve BLM hareketinin önüne geçilmesi gerektiğini söylüyorlar. Eylemcilerin bir avuç yağmacı, radikal, Amerika düşmanı, terörist vs. olduğunu ileri sürüyorlar. Eylemcilere destek veren demokratların ülkeyi kaosa sürüklemek için ellerinden geleni yaptığını, “Amerikan vatandaşlarını teröristlerden, suçlulardan korumak yerine teröristleri, suçluları Amerikan vatandaşlarından koruduğunu” tekrar edip duruyorlar. Siyahlara, Hispaniklere, göçmenlere kin kusuyorlar. Kuşkusuz bu söylemler doğrudan Trump’ın ve temsil ettiği sermaye kesimlerinin söylemleridir. Örgütlenen çeteler, işlenen cinayetler doğrudan Trump’ın politikalarının bir uzantısı ve sonucudur.
Trump iktidarının niteliğini, izlediği siyaseti ortaya koyan bir diğer çarpıcı örnek de şudur: George Floyd’un katledilmesinin ardından Haziran ayında Missouri eyaletinin St. Louis kenti belediye başkanı Lyda Krewson Facebook’ta canlı yayın gerçekleştirdi ve kendisinden polisin finansmanını kesmesini isteyenlerin isimlerini ve açık adreslerini açıkladı. Demokratik istemlerini dile getiren insanların bu şekilde açık hedef haline getirilmesine tepki gösteren siyah-beyaz emekçiler çeşitli eylemlerle tepkilerini dile getirdi. Bu eylemler kapsamında belediye başkanının evine doğru bir protesto yürüyüşü gerçekleştirildi. Çoğunluğu siyah emekçilerden oluşan kitle “istifa et, polisi de beraberinde götür” sloganlarıyla belediye başkanını protesto ederek yürürken, yaklaşık 1,2 milyon dolarlık lüks evlerinden dışarıya çıplak ayaklarıyla fırlayan beyaz, zengin, ayrıcalıklı bir çift ellerindeki silahlarla protestocuları tehdit etti. İşte protestocuların üzerine kurşun yağdırmak için fırsat kollayan bu çift, Mark ve Patricia McCloskey, Trump yandaşı medyada adeta yıldız haline getirildi, hatta 24 Ağustosta Beyaz Saray’da yapılan Cumhuriyetçi Parti kongresine davet edildi ve orada konuşma yaptı.
Patricia McCloskey, konuşmasında “keşke o silahı ateşleseydiniz” diyen binlerce mesaj aldıklarını ima etti. Sükûnet içinde yürüyen insanların üzerine silah doğrultan, tehditler savuran kendisi olduğu halde büyük bir aymazlık ve utanmazlıkla 3 Kasımda oy kullanacak Amerikalılara “bize olanlar her an size de olabilir” diye seslendi. Trump’a oy verme çağrısında bulundu. Kocası ise “polisin fonlanması durdurulursa, aynı gün suçlular cezaevlerinden salıverilir. Biden seçilirse Amerika’ya anarşi ve kaos hâkim olur. Bizi koruyacak kimse olmaz. Amerikan vatandaşlarını suçlulardan koruyacak yerde suçluları, yağmacıları, teröristleri Amerikan vatandaşlarına karşı korurlar” dedi.
Kongrede Trump’ın yanı sıra, Trump’ın eşi, kızı, damadı, oğlu, oğlunun sevgilisi vs. de konuşmuş, tam da bu söylem öne çıkarılmıştır. Adeta bir hanedan toplantısına çevrilen kongrede tüm konuşmalar yaratılmak istenen olağanüstü atmosfere uygun biçimde, Biden seçilirse ABD’nin başına gelecek felâketlere ve her ne pahasına olursa olsun bu felâketleri engellemek gerektiğine odaklanmıştır. Trump kendisine bağlı olanları etrafına toplayarak, seçimin kesin galibi pozları takınmakla kalmamış, “4 yıl daha” diye slogan atan kitleye “onları gerçekten kızdırmak istiyorsanız 12 yıl daha deyin” diye seslenmiştir. Döne dolaşa Demokratların “Batı uygarlığını yıkmaya hazırlanan radikal solun tutsağı” oldukları, sosyalizmi getirmeye çalıştıkları, Biden kazanırsa Amerika’nın sonunun geleceği, Çin’e satılacağı, tüm Amerikalıların Çince öğrenmek zorunda kalacağı, tüm eyaletlerin göçmenlerin istilasına uğrayacağı, beyazların kültürünü, özgürlüklerini, silah taşıma haklarını kaybedeceği yalanları tekrarlanmıştır. Trump “solcular geçmişe baktığında Amerika’yı dünyanın en özgür, adil ve eşsiz ulusu olarak görmüyor. Bunun yerine, günahları için cezalandırılması gereken aşağılık bir ulus görüyorlar” diyerek kitlelerin milliyetçi duygularını kabartmaya, kendisine oy vermeyen tüm kesimleri ötekileştirip bir nefret objesi haline getirmeye çalışmıştır. Kızı ise “Beyaz Saray’a dört yıl için bir savaşçı lazım” diyerek babasının gerilimi yükseltme çabasından asla vazgeçmeyeceğini dile getirmiştir.
Bu politikaların bir devamı olarak Trump 29 Eylülde yapılan başkanlık münazarasında moderatörün BLM eylemlerine saldıran “Gururlu Çocuklar” adlı oluşumu kınayıp kınamayacağı, eylemlerine son verme çağrısı yapıp yapmayacağı yönündeki sorularını, “gördüğüm her şeyi solcular yapıyor, sağcılar değil. Bu sağın problemi değil, solun problemi” şeklinde yanıtlamıştır. Ancak bununla da yetinmeyerek bu gruba, “geride durun ve beklemede kalın” talimatı vermiştir. Tam da bu noktada Trump’ın seçimi kaybederse sonuçları tanımayacağı yönündeki sayısız açıklaması hatıra gelmelidir. Eşeğini sağlam kazığa bağlamak ve ikinci dönem başkanlığını garantilemek isteyen Trump, teamülleri çiğneyerek, ölen Yüksek Mahkeme üyesi Ruth Bader Ginsburg’ün yerine kendi adayını atamıştır. Lakin giderek güçlenen faşist çeteler Trump’ın iktidarını korumak için esas olarak kimlerden güç aldığını ortaya sermektedir. Nitekim Gururlu Çocuklar çetesi bu açıklamanın ardından kendilerine katılmak isteyen insan sayısında büyük artış olduğunu açıklamış ve “hazırız, beklemedeyiz” demiştir.
Bu yaşananlar olağan dönemlerde gerçekleşmesi düşünülmeyecek ve büyük şaşkınlık yaratacak gelişmelerdir. Ama bugünün olağanüstü dünyasında olağanlığa yer yoktur. Böyle bir dönemde Trump’ın burjuva sınırlar çerçevesinde normal kabul edilebilecek bir milliyetçilikle yetinmesi zaten mümkün değildir. Açıkça ırkçı ve faşist bir söylem tutturması, paramiliter çeteler örgütlemesi, destekçilerini konsolide etmek için en zehirli ve kışkırtıcı propagandalara başvurması, toplumda bir korku atmosferi oluşturması kendisi açısından zorunludur. Ve ne yazık ki tüm göstergeler Trump’ın bu politikasının başarılı olduğunu, sınıf bilinci ve örgütlülükten uzak kitlelerin kurulan tuzağa düştüğünü, yarışa Demokrat Parti adayı Biden’ın epey gerisinde başlayan Trump’ın korku atmosferini körükledikçe aradaki farkı kapattığını gösteriyor. Unutmamak gerekir ki işçilerin haklarına saldıran, toplumu yapay temellerde alabildiğine kutuplaştıran, toplumsal gerilimi arttıran, faşist çetelerle iş tutan Trump’ın bir kez daha seçilmesi Amerika’nın içinde bulunduğu otoriterleşme sürecinin hız kazanması anlamına gelecektir. Bu da Amerikan işçi ve emekçilerin çok daha büyük bedeller ödemesi, çok daha büyük acılarla sınanması demek olacaktır.
Trump gibi, Trump karşıtı burjuva kesimlerin de ikiyüzlülüğü paçalarından akmaktadır. İşçi sınıfının harekete geçmesinden, gençlerin sosyalizme yönelmesinden ödü patlayan Demokrat burjuvalar, partinin başkan aday adayı olan ve halktan büyük destek alan Bernie Sanders’ın önünü kesmek için ellerinden geleni yapmış, halk tarafından müesses nizamın bir parçası olarak görülen Biden gibi bir figürü öne çıkartmaktan geri durmamışlardır. Sanders’ın ülkeye politik bir devrim gerektiğini söylemesi, reformlar önermesi, ezilen kesimlerin destek ve sempatisini kazanması bu kesimleri en az Cumhuriyetçiler kadar dehşete düşürmüştür. Bu kesimler başlarda BLM eylemlerine destek verir gibi görünerek bu hareketi Trump’a karşı bir muhalefet hareketine döndürmeye çalışmış fakat sonra işlerin kontrolden çıkacağı korkusuyla şiddet ve yağmaya ne kadar karşı olduklarını anlatma yarışına girmişlerdir. Bu tutumlarıyla hareketi gözden düşürmeye ve kitle desteğini azaltmaya çalışan Trump’ın ekmeğine yağ sürmüşlerdir. Lafta “burası Kore, Suudi Arabistan, Türkiye değil Amerika” deseler de Trump’ın diktatörce eğilimlerini, faşizan politikalarını açıkça teşhir etmek, halkın özlemlerine yanıt olacak söylem ve politikaları öne çıkarmak yerine soyut “demokrasimiz tehlike altında” söylemine sarılmışlardır.
Amerika’da yaşananlar bu anlamıyla Türkiye’de 2015’te 7 Haziran-1 Kasım tarihleri arasında yaşananları ve o günden bu yana şahit olunan gelişmeleri anımsatmaktadır. Aradaki büyük farklara rağmen kuşkusuz Trump’ın politikaları, söylemleri Erdoğan’ın politika ve söylemlerine, Demokrat Partinin yürüttüğü siyaset de Türkiye’deki burjuva muhalefetin siyaset tarzına benzemektedir. Bu da dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun burjuvaların aynı korkular içinde olduğunu, örgütsüz yığınların aynı kaderi paylaştıklarını ve eninde sonunda aynı mücadeleye atılmak zorunda kalacaklarını göstermektedir.
Tekrar etmek gerekirse bu açıdan Trump’la farkı yeniden açtığı söylenen Biden’ın seçilmesi Amerikan işçi sınıfının ve emekçilerinin derdine deva olmayacaktır. Amerikan işçi sınıfı, eninde sonunda kurtuluşunu Demokratıyla Cumhuriyetçisiyle tüm burjuvaziye ve kapitalizme karşı yürüteceği mücadeleyle sağlayacaktır.
link: Ezgi Şanlı, Amerika’da Neler Oluyor?, 4 Ekim 2020, https://marksist.net/node/7045
Pandemi Günleri: Milyarderlere Fırsat, Milyarlara Yoksulluk!
10 Ekim Katliamının 5. Yılı: Unutmadık, Öfkeliyiz!