2018’de çok sayıda ülkede ayağa kalkan işçiler, emekçiler, 2019’a çok daha kitlesel ve uzun süreli isyanlarla damgalarını bastılar. Geride bıraktığımız bu iki yıl, tarihsel sistem krizinin alabildiğine derinleşmesiyle tetiklenen keskin bir sınıf mücadelesi döneminin açıldığını çarpıcı bir şekilde gösteriyor. Kapitalizmin çıkışsız bir tıkanmışlık sürecine girdiği bu dönemde ekonomik saldırıları daha da ağırlaştıran egemenler, bunun karşısında yükselen tepkileri de faşizan yöntemlerle bastırmaya çalışıyorlar. Son süreçte gemi iyice azıya alan bu saldırganlık, Avrupa ülkelerinde bile barışçıl protesto gösterilerinin azgın polis saldırılarıyla yüz yüze kalmasıyla, binlerce insanın yaralanması, plastik mermiler ve gaz kapsülleri yüzünden gözlerini kaybetmesi ve hatta katledilmeleriyle kendini ortaya koyuyor. Bunlarla birleşen OHAL ilanlarıyla, sokağa çıkma yasaklarıyla, ağır hapis cezalarıyla vb. polis devleti uygulamaları sertleşirken, siyasi gericilik ve ırkçı, cinsiyetçi uygulamalar da genel norm haline geliyor. Buna çevrenin acımasızca yağmalanmasını da eklemek gerekiyor. Bütün bunlar, işçileri, emekçileri, işsizlik girdabına çekilen gençleri, maruz kaldıkları sömürü ve şiddetin çekilmez hale geldiği kadınları, kısacası tüm ezilen kesimleri isyana teşvik eden nesnel zemini her geçen gün daha da güçlendiriyor. Milyarlarca insanın açlıkla, yoksullukla boğuştuğu, en zengin 500 kişinin servetinin ise bir yılda1,2 trilyon dolar artarak 5,9 trilyon dolara yükseldiği bu dünyada, her alanda keskinleşen çelişkiler doğal olarak toplumsal patlamalara yol açıyor.
Son dönemlerde patlak veren isyanlara baktığımızda bunların, ülkeler değişse de büyük bir benzerlik gösteren kapitalist saldırı politikalarına yönelik tepkilerde ortaklaştıklarını görüyoruz. Zira otuz yıldır yaygın bir şekilde uygulanan ve giderek daha da ağırlaşan bu saldırı politikalarının sonuçları bugün çok daha yıkıcı bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Ekonomik ve sosyal haklara, emeklilik sistemine, çalışma koşullarına yönelik saldırılar, alım gücünün keskin bir şekilde düşmesi, kronik hale gelen yüksek işsizlik ve düşük ücretler, tüm dünyada işçi sınıfını patlamaya hazır hale getirmiş durumdadır. Bu saldırıları eşgüdüm halinde dünya ölçeğinde uygulamaya koyan burjuvazi, şimdi bunların sonuçlarıyla da dünya ölçeğinde karşı karşıya kalıyor. Milyonlar birbiri ardına sokağa dökülüyor, halk isyanları ülke ülke birbirini kovalıyor.
Bu isyanların ortak özelliklerinden biri de, eylemlere kadınıyla erkeğiyle gençlerin damgasını basmasıdır. Hükümetlerin hareketi polis terörüyle bastırma girişimleri, hemen her yerde gençleri daha da radikal hale getirmiştir. Gençler arasında işsizliğin söz konusu ülkelerin büyük bölümünde %30’larda seyrettiği günümüz koşullarında sokaklar gençlerin öfke ateşiyle yanıyor. Kapitalizmin işsizlik, geleceksizlik ve umutsuzluk dışında hiçbir şey sunmadığı gençler, el yordamıyla da olsa bu karabasandan çıkış yolunu arıyorlar.
2019’a damgasını basan halk isyanlarının büyük bir bölümü, burada son durumlarını kısaca özetleyeceğimiz gibi sönümlenmek bir yana, yanlarına yenilerini de alarak 2020’ye devrediyor.
Irak
ABD’nin 2003’teki işgalle birlikte emperyalist savaşı harladığı Irak’ta sular durulmuyor. Yüz binlerce insanın ölümüne yol açan bu savaşla tarumar olan ülke, yıllardır büyük bir çöküş içinde debeleniyor. Emperyalist tekeller ve yerli egemenler petrol zenginliğini yağmalarken, emekçi kitleler sefaletin en ağırını yaşıyor. İşgalin üzerinden 17 yıl, ABD’nin askerlerinin büyük bölümünü çekmesinin üzerinden 8 yıl geçmesine rağmen, elektrik gibi en yakıcı ihtiyaçları bile karşılanamaz halde. Bu koşullarda, işsizlikle ve yoksullukla boğuşan emekçi kitleler, 1 Ekimde pek çok kentte sokağa döküldüler.
İşsizliği ve bunun getirdiği çok boyutlu sorunları en ağır şekilde yaşayan gençlerin başını çektiği bu eylemlere hükümet her zamanki gibi polis terörüyle yanıt verdi. Ne var ki üç ayda 450’den fazla emekçiyi katletmesine rağmen gösterileri tamamen bastırmayı başaramadı. Aksine, gösterilerin radikalleşerek yaygınlaşması üzerine bir “reform” programı uygulayacağını açıklaması da kâr etmeyen başbakan Adil Abdül Mehdi istifa etmek zorunda kaldı.
Irak’ta yaşanan kitle hareketinin en temel özelliklerinden biri de, Şii bir hükümetin işbaşında olmasına rağmen isyanların Şii kentlerinde patlak verip yayılması ve mezhep ayrımlarını bir yana iten emekçilerin sınıfsal temelde ortaklaşarak sokaklara dökülmesidir. Bilindiği gibi Amerikan işgalinin ardından oluşturulan Irak anayasası etnik ve mezhepsel temel üzerine inşa edilen bir iktidar paylaşımına dayandırılmış, egemenler emekçileri yapay temellerde kutuplaştırırken yağma düzenlerini gözden gizlemeye çalışmışlardı. Ancak Irak’ı sarsan son isyan dalgası, bunu ilânihaye sürdüremeyeceklerini göstermiştir.[1] Iraklı emekçiler, “din adına hırsızlar bizi soydular”, “mezhepsel yönetime son” diye haykırırken, dinsel ve etnik kimliklere değil halkın sorunlarına odaklanan bir politika istediklerini belirtiyorlar. Kapitalizmin yarattığı çelişkiler derinleştikçe ve emekçi kitleler için yaşam sınırları daraldıkça çok daha radikal hareketlerle kendini gösteren isyan dalgaları, aslında sömürücülerin silahlarının gücünü de giderek zayıflatıyor. Zorbalığa, kutuplaştırma oyunlarına ve 450 canın katledilmesine rağmen Iraklı emekçiler direnmeye devam ediyorlar. Yolsuz, yağmacı tüm yöneticiler istifa edinceye, demokratik temellerde yeni bir seçime gidilinceye ve ekonomik talepleri karşılanıncaya dek mücadeleyi sürdüreceklerini ifade ediyorlar.
Lübnan
Sonbaharda Irak’ın ardından isyan ateşiyle tutuşan ve ateşi halen sönmeyen ülkelerden biri de Lübnan. Milli gelire göre borçluluk oranının yüksekliği bakımından dünya üçüncüsü durumunda bulunan ve son üç ayda Lübnan lirası dolar karşısında yüzde otuz değer kaybeden bu ülkede, Hariri hükümetinin ekonomik krizin faturasını emekçilerin sırtına yıkmak üzere gündeme getirdiği yeni saldırı paketi halkı ayağa kaldırmıştı. 17 Ekimde sokağa dökülen milyonlarca Lübnanlının, yeni koyulan vergilerin geri çekilmesi başta olmak üzere ekonomik taleplerle başlattıkları protesto gösterileri, kısa sürede demokratik taleplerin de bunlara eklendiği bir halk isyanına dönüşmüş ve hükümetin istifası temel talep haline gelmişti. 7 milyon nüfuslu bu ülkede 2 milyon kişinin kent meydanlarına aktığı bu isyanın bir özelliği de, onyıllardır etnik ve mezhepsel temelde işleyen bir siyasi yapıyla bölünüp parçalanan emekçi kitlelerin, bu ayrımların üzerine çıkarak tüm burjuva siyasetçileri hedefe oturtmalarıydı.
İsyanın tüm ülkeye yayılmasının ardından Başbakan Hariri önce iletişime koyulan yeni verginin iptal edildiğini ve bütçe açığının bankalardan yapılacak kesintilerle karşılanacağını duyurdu. Bu yetmeyince de istifa ettiğini açıklayarak öfkeyi dindirmeye çalıştı. Ancak onun yerine eski bakan Diab’ın getirilmesi öfkeyi dindirmek yerine daha da arttırdı. “Hepsi demek, hepsi demektir” diyen emekçiler, Hariri’nin yerine bir başka rejim temsilcisinin geçmesiyle yetinmeyeceklerini ve dinsel temeller üzerine inşa edilen siyasal rejimin yerine demokratik bir işleyişin gelmesini istediklerini, üç aydır devam eden isyanda geri adım atmayarak göstermeyi sürdürüyorlar.
Lübnan’da siyasi rejim, cumhurbaşkanlığı, başbakanlık ve meclis başkanlığının dinsel temelde paylaşıldığı bir yapıya dayanıyor. Buna göre, yapılan seçimlerde hangi parti ne kadar oy alırsa alsın, cumhurbaşkanı daima Hıristiyan, başbakan Sünni, meclis başkanı ise Şii olmak zorunda. Ayrıca parlamento ve hükümette Hıristiyan ve Müslümanların sayıca denk olma şartı bulunuyor. Egemenler bu anti-demokratik ve anti-laik yapıyı “geçmişte yaşanan kanlı iç savaşın bir daha yaşanmamasının garantisi” olarak meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Oysa bu, emekçilerin değil burjuvazinin çıkarları temelinde gerçekleştirilen bir iktidar paylaşımıdır ve emekçi kitleler artık gözlerine indirilen perdeyi yırtarak bu gerçeği görmeye başlamışlardır. Nitekim tıpkı Irak’ta olduğu gibi Lübnan’da da emekçiler “din adına hırsızlar bizi soydular”, “mezhepsel yönetime son” diye haykırıyorlar. Lübnan’da iktidarın parçası olan Şii Emel Hareketi ve Hizbullah’ın göstericilere saldırması ve özellikle Hıristiyan bölgelerinde gerçekleştirilen bu saldırılarla bir mezhep çatışmasını provoke etmesi ise, sömürücü egemenlerin kendi çıkarları için ülkeyi ateşe vermekten bile kaçınmayacaklarının çarpıcı bir göstergesidir.
Çok büyük bir kısmı gençlerden oluşan Lübnanlı emekçiler, karşı karşıya kaldıkları devlet terörüne ve paramiliter güçlerin saldırılarına rağmen, kadınıyla erkeğiyle aktıkları meydanları “devrim” sloganlarıyla inletmeyi sürdürüyorlar. Bu hareketin ilk döneminde yaptığımız değerlendirmede de vurguladığımız gibi, “Kimin devrimden ne anladığından bağımsız olarak, devrim fikrinin bu denli popülerleşmesinin kendisi başlı başına önemli bir veridir ve kitlelerin ruh halindeki dönüşümü yansıtmaktadır. Yozlaşmış, çürümüş burjuva yönetimlerin artık kendilerine bir şey veremeyeceği düşüncesi giderek kuvvetlenmekte, kitleler eskisi gibi yönetilmek (Arap isyanlarından itibaren meydanlarda çınlayan ve bugün Irak’ın ardından Lübnan’dan da yükselen «halk rejimin devrilmesini istiyor» sloganının anlamı budur) ve kötü yaşam koşullarına mahkûm olmak istememektedirler. Bu duygu, hareketin hızla kitleselleşmesinde başat rol oynuyor. Devlet baskısını arttırıp kitle hareketini geri iteceğini düşünen burjuva yönetimler çoğunlukla baltayı taşa vurmuş oluyorlar. Devlet terörü, birçok durumda kitle hareketini geriletmek şöyle dursun onu daha da militanlaştırıyor.”[2]
İran
Son yıllarda gerek ekonomik sorunlara gerekse Molla rejiminin faşizan uygulamalarına karşı emekçi kitlelerin defalarca ayağa kalktıkları İran’da da isyan ateşinin koru henüz sıcaklığını yitirmemiş durumda. 15 Kasımda benzin zammına karşı ayağa kalkan İranlı emekçiler, üç gün boyunca ülkenin dört bir yanında rejime öfke kusmuşlardı.[3] Gençlerin önde olduğu gösterilerde bankalar, benzin istasyonları, polis karakolları ve devlet daireleri ateşe verilmiş, emekçiler içinde bulundukları kahredici koşulların sorumlusu olarak gördükleri molla rejiminin sembollerini ve kurumlarını hedef almışlardı. Bunun karşısında rejim ise azgın bir devlet terörüne başvurarak yüzlerce insanı katletmişti. Bugün hareket geri çekilmiş olsa da, İran’da kitlelerin yeniden isyan sahnesine dönmesine yol açacak çelişkiler ve baskılar son derece şiddetlidir. Kasım ayındaki eylemlerden bir süre sonra öğretmenlerin ve emeklilerin yaptıkları grev çağrılarının yanı sıra, Aralığın son haftası için yapılan eylem çağrıları karşısında Molla rejiminin interneti kesmesi ve sokakları polis ablukasına alması, egemenlerin korkularının ne denli büyük olduğunu da göstermektedir.
Şili
Şili’de ulaşım ücretlerine yapılan zammın öğrenci gençliği sokağa dökmesiyle tetiklenen halk isyanı, kitlesel protesto gösterileri ve grevlerle Ekim ortasından bu yana devam ediyor. Sebastian Piñera hükümeti, bu isyanı önce sıkıyönetim ilan ederek ve tankları sokaklara çıkararak bastırmaya çalışmıştı. Fakat bu adımın Pinochet faşizmini çağrıştırması, emekçileri daha da öfkelendirmişti. Hareketin yayılmaya devam etmesi karşısında Piñera bazı iyileştirmeler vaat etmiş, 8 bakanı görevden almıştı. Ancak bu geri adımlar da hareketi bastıramamıştı.[4]
Ulaşım zammına ve neoliberal saldırıların başlangıç tarihine atıfla “30 peso değil 30 yıl meselesi” diyen emekçilerin isyanı iki buçuk aydır devam ediyor. Şili Ulusal İnsan Hakları Enstitüsüne göre, eylemlerin başlangıcından bu yana ölenlerin sayısı 26’ya çıkarken, gözaltına alınanların sayısı 9500’e, yaralananların sayısı 3600’e yaklaştı. 359 kişi ise gözünü kaybetti. Buna rağmen Şilili emekçiler geri adım atmıyorlar ve eylemlerini sürdürüyorlar. Anketler halkın %70’inin protestoların devam etmesi gerektiğini savunduğunu gösteriyor.
Piñera’nın, emekli maaşlarının arttırılması, asgari ücretin 396 dolardan 460 dolara çıkmasını (sendikalar 657 dolara çıkarılmasını istiyorlar) sağlayacak bir devlet desteğinde bulunulması gibi vaatlerini “aspirin” olarak nitelendiren işçiler, hafif ağrı kesicilerin, karşı karşıya oldukları sistemik hastalığa deva olamayacağını haykırıyorlar.
Şilili emekçiler, ekonomik taleplerinin yanı sıra, neoliberalizmin şampiyonluğunu yapan faşist anayasanın da değiştirilmesini isterken, Piñera bunu referanduma sunmak gibi bir oyalama taktiğiyle öne çıktı. Öneri, halka “anayasanın değiştirilmesini istiyor musunuz”, “istiyorsanız yeni anayasayı parlamento mu yapsın yoksa geniş katılımlı bir anayasa kongresi mi” sorularının sorulduğu bir referandum yapılmasıydı. Fakat halk, Aralık ayı başlarında ülke çapında gerçekleştirilen ve 2 milyondan fazla insanın katıldığı bağlayıcı olmayan bir oylamada, çok yüksek bir çoğunlukla, bu referandumun yapılmasını ve yeni anayasanın geniş katılımlı bir kongre tarafından yazılmasını istediğini beyan etti. Burjuva hükümetin, 26 Nisanda yapılması planlanan bu referandumu, o zamana dek hareketi zayıflatıp etkisiz bırakma hamlesi olarak gördüğüne şüphe yok. Bununla birlikte, yarıyıl tatilinin de sona ereceği bu referandum öncesinde hareketin yeni bir ivmeyle büyümesine de kesin gözüyle bakılıyor.
Kolombiya
Kolombiya’da Ivan Duque başkanlığındaki sağcı hükümetin emekli maaşlarında, eğitim bütçesinde, asgari ücrette ve zenginlerden alınan vergilerde indirime gidilmesini öngören saldırı planına işçiler 21 Kasımda genel grevle yanıt vermişlerdi. Kitlesel protesto gösterileri eşliğinde gerçekleştirilen bu genel greve, ülke çapında 1 milyona yakın işçi ve emekçi katılmıştı. Yoksulluğa, eşitsizliğe, adaletsizliğe ve faşist teröre karşı öfkenin patlamalı bir şekilde kendini dışavurduğu bu hareket, bir günlük genel grevle yatışmayıp daha ileri bir noktaya sıçramıştı. Sendikaların ve çeşitli örgütlerin oluşturdukları Grev Komitesi, hükümetle yapılan görüşmelerden bir sonuç çıkmaması üzerine, vergi tasarısının geri çekilmesi, emekçileri katleden özel polis gücünün dağıtılması, kemer sıkma planlarının geri çekilmesi, özelleştirmelerin durdurulması, FARC ile varılan anlaşmanın uygulanması gibi ekonomik-demokratik talepleri içeren bir manifesto açıklayarak 27 Kasım için ikinci bir genel grev çağrısı yapmış ve bu greve de yüz binler katılmıştı.[5]
4 ve 10 Aralıkta bu grevlere on binlerce işçinin katıldığı iki genel grev daha eklendi. Eylemlere katılan işçiler ve öğrenciler polis zulmüyle yıldırılmaya çalışılsa da, protesto gösterileri devam ediyor. Sanatçılar da harekete konserlerle vb. destek veriyor. Ne var ki Grev Komitesinin Noel ve yılsonu tatillerini bahane ederek hareketi tatile sokma kararı bu dönemde eylemlere katılımı önemli ölçüde zayıflatsa da, özellikle öğrenciler “vergi reformu”na ve polis şiddetine karşı eylemlerini sürdürüyorlar.
Fransa
Fransa ise Sarı Yeleklilerin isyanından sonra şimdi de işçi grevleriyle sarsılıyor. Macron hükümetinin “emeklilik Reformu” adı altındaki saldırı planına karşı 250’den fazla sendika ve meslek örgütünün katılımıyla genel greve giden milyonlarca işçinin görkemli mücadelesi Aralık başından bu yana devam ediyor. Önümüzdeki Şubat ayında parlamentoya sunmayı planladığı bir yasa paketiyle, emeklilik yaşını 62’den 64’e çıkarmayı, çalışılan gün başına “puan” sistemiyle emekli maaşlarını düşürmeyi ve özel emeklilik sisteminin yolunu açmayı hedefleyen hükümete karşı yürütülen grevlere ve eylemlere kamu işçilerinin yanı sıra emekliler, gençler ve Sarı Yelekliler geniş katılım gösteriyor.
5 Aralıkta, ülkenin dört bir yanında 1 milyondan fazla işçinin protesto gösterileri eşliğinde başlayan grev özellikle ulaşım ve eğitim alanlarını etkiliyor. Saptanan günlerde ise tüm sektörleri kapsayan grevler gerçekleştiriliyor. 17 Aralıkta gerçekleştirilen üçüncü büyük kitlesel eyleme ve greve 2 milyona yakın bir sayıyla katılan ulaşım, eğitim, sağlık, enerji, liman, petrol işçileri, hava trafiği kontrolörleri, itfaiyeciler, opera ve bale sanatçıları, öğrenciler, emekliler, hareketin sönümlenmesini bekleyen hükümeti hüsrana uğrattı. Paris Operasının yanı sıra Eyfel Kulesi gibi turistik yerlerde de iş bırakan çalışanlar, yarattıkları taban basıncı sayesinde, sınıf işbirlikçi CFTD (Fransa Demokratik İşçi Konfederasyonu) yönetimini bile o zamana kadar uzak durduğu greve katıldığını açıklamak zorunda bıraktılar.
Macron hükümetinin grevi pörsütüp etkisiz hale getirmek için Noel ve yılsonu tatilini kullanma girişimi de işçiler tarafından büyük bir kararlılıkla püskürtüldü. İşbirlikçi CFDT ve UNSA (Bağımsız Sendikalar Birliği) yönetimlerinin hükümetin oyununa destek verip “halkı mağdur etmeme” adına “Noel ve yılsonu tatili bitimine dek grevlerin ertelenmesi”ni önermelerine rağmen, ulaşım işçileri grev komitelerinde yaptıkları oylamayla “yasa tasarısı geri çekilene kadar uzlaşma ve erteleme yok” kararı aldılar ve 28 Aralıkta yaptıkları iş bırakma eylemleriyle bu kararlarını hayata geçirdiler. Fransa’da işçiler şimdi 9 Ocaktaki genel greve hazırlanıyorlar.
1980’lerden bu yana tüm dünyada dozu sürekli artan bir şekilde uygulamaya koyulan neoliberal politikaların önemli bir parçasını, emeklilik sistemine yönelik saldırılar oluşturuyor. Onyıllardır kesintisiz bir şekilde hayata geçirilen saldırı politikalarının yarattığı birikimli tepki, pek çok ülkede olduğu gibi Fransa’da da patlamalı bir şekilde kendini dışa vuruyor. Sokağa dökülen milyonlar, sadece emeklilik yasasına değil, bu süreçte haklarının birer birer gasp edilmesine, tüm hayat güvencelerinin ellerinden alınmasına, sefalete sürüklenmelerine tepki gösteriyorlar.
Bir aydır devam eden eylemleri medya bombardımanı eşliğindeki türlü yalanlar ve iftiralarla karalayarak, tehditler savurarak kriminalize etmeye çalışan Macron hükümeti ise, bununla da yetinmeyip emekçilerin üstüne polisi salıyor. Üstelik bundan tatmin olmayan emekli genelkurmay başkanı Villiers, hükümetten göstericilere daha sert baskı uygulamasını istiyor. Fransa’nın bir sonraki seçimdeki faşist başkan adayı gözüyle bakılan bu zat, “düzeni yeniden tesis etmeliyiz, bu böyle gidemez” diye feveran ediyor. Oysa Sarı Yelekliler hareketine karşı da aynı vahşeti izleyip 10 bin kişiyi gözaltına alan, pek çok göstericiyi tutuklayan, gazla ve plastik mermiyle yüzlercesini yaralayan ve 25’inin gözünü çıkartan Macron hükümetinin, 1940’lardaki Nazi işgali döneminden bu yana en azgın devlet terörünü uyguladığı görülüyor. Sınıf mücadelesi yükselince, iktidarını tehlikede gören burjuvazinin en vahşi katliamları gerçekleştirmekten çekinmediğini, Fransa gibi ülkelerin oluk oluk işçi kanı akıtılan tarihsel geçmişinden biliyoruz. Ancak buna rağmen, yiğit Komünarların mirasına sahip olan Fransız işçi sınıfının “artık yeter” deyip sokağa çıktığında gözünü budaktan sakınmadığını da çok iyi biliyoruz.
Cezayir
Cezayir’de, 2019 Şubatında Buteflika diktatörlüğüne karşı ayağa kalkan kitleler, 2 Nisanda Buteflika’yı istifa etmek zorunda bırakmış, ancak bununla yetinmeyip rejim tümden değişinceye dek mücadeleye devam edeceklerini duyurmuşlardı. Emekçi kitlelerin ekonomik taleplerini demokratik taleplerle de birleştirerek hareketi daha da radikalleştirmeleri karşısında, rejim güçleri Temmuzda seçime giderek örgütsüz ve hazırlıksız muhalefeti bastırma taktiğine başvurmuşlardı. Ne var ki, “Hirak” (Hareket) adı verilen isyan hareketi, geçici hükümetin ve bağımsız bir seçim komisyonunun ülkeyi seçime götürmesini savunarak mücadeleyi sürdürmüştü.
Rejim güçleri istedikleri seçimi ancak 12 Aralıkta gerçekleştirebildiler. Fakat her biri rejimin şu ya da bu düzeydeki temsilcilerinden oluşan birkaç başkan adayının yarıştığı bu seçim, çok geniş bir çoğunluğun boykotuyla karşılaştı. Katılım oranının %40’ta kaldığı bu gayrimeşru seçimler sonucunda, eski başbakan Abdülmecid Tebboune %58 oyla ülkenin yeni başkanı ilan edildi. Büyük çoğunluk, yapılan seçimleri ve Buteflika diktatörlüğünün önde gelen bu ismini meşru kabul etmiyor. Bu arada, Buteflika’nın devrilmesinin ardından rejimin bir numaralı ismi olarak kitlelerin hedefi haline gelen genelkurmay başkanı Ahmed Gaid Salah da seçimlerden bir hafta sonra sonra kalp krizinden öldü. Emekçiler, “halk karar mercii olana kadar” hareketin devam edeceğini söylüyorlar.
Sudan
2019’a isyan meşalesinin taşıyıcısı olarak giren Sudan’da ise bir süredir bekleyiş hâkim. 2018 Aralığında ekonomik taleplerle başlayıp kısa sürede tüm ülkeye yayılan eylemler, Ömer El Beşir rejimini hedef alan bir halk isyanına dönüşmüştü. Sudanlı emekçiler, çetin bir mücadelenin ardından Nisan ayında diktatörü devirmişlerdi. Bu süreçte gerçekleştirdikleri askeri darbeyle Beşir’i feda edip rejimi korumaya odaklanan rejim güçleri, oyalama, aldatma ve ezme taktikleriyle devrimci hareketi dizginlemişlerdi.[6] Harekete önderlik eden Özgürlük ve Değişim İttifakının başını çeken küçük-burjuva kesimlerin rejimle uzlaşarak gerçekleştirilecek bir düzen içi değişim yönündeki politik yönelimleri, aylar süren bir “müzakere” girdabıyla ve nihayetinde rejim güçleriyle yapılan bir anlaşmayla hareketin enerjisini sönümlendirmişti. 2019 Ağustosunda İttifak güçleriyle darbeci cunta arasında varılan anlaşmayla, üç yıllık bir geçiş süreci sonucunda yeni bir anayasa hazırlanması ve seçimlere gidilmesi kararlaştırılmıştı. Üstelik bu süreci yürütecek 11 kişilik konseye 5 generalin dâhil olması ve üç yıllık dönemin ilk yarısında konseye bunlardan birinin başkanlık etmesi dayatmasına boyun eğilmişti. Eylül ayında göreve başlayan bu konsey geçtiğimiz günlerde 100 gününü doldurdu. Ancak bu süre içinde emekçi kitlelerin temel beklentileri karşılanmadığı gibi, Darfur kasabı El Beşir göstermelik bir yargılamanın ardından “yolsuzluk ve yasa dışı döviz bulundurmak” gibi komik bir suçlamayla iki yıl hapis cezasına çarptırılıp bunu da yaşı gerekçe gösterilerek “rehabilitasyon merkezi”nde geçirmesine hükmedilerek adeta ödüllendirildi.
Sudan’da “geçiş sürecinin” nasıl ilerleyeceğini çerçeveleyen anlaşma normalde Ekim ayında yapılması gerekirken Şubata ertelenmiş durumda. Kapitalizmin yol açtığı yıkıcı sonuçlara ve onun en gerici biçimlerinden biri olan bir askeri diktatörlük rejimine karşı ayağa kalkan emekçi kitleleri düzen sınırlarına hapsetmeyi amaçlayan bu uzlaşmanın dikişlerinin eninde sonunda yeniden patlayacağı açıktır. Zira temel sorunlar olduğu gibi yerinde durmaktadır ve kapitalizm altında bunlardan kurtulma şansı bulunmamaktadır. Dolayısıyla işçi ve emekçi kitlelerin, bu sınırları zorlayıp yıkana kadar yeniden ve yeniden ayağa kalkmak dışında bir seçeneği yoktur.
Hindistan
Sistem krizi derinleştikçe burjuva hükümetler ekonomik-sosyal saldırı politikalarını daha azgın bir şekilde uygulamakla kalmıyor, otoriterlik dozunu da belirgin bir şekilde arttırıyorlar. Pek çok ülkede, gerek ekonomik gerekse siyasal olarak sıkışıklığı giderek artan egemenler, kendi çıkarlarını ve sistemin bekasını garanti altına alma ihtiyacının ürünü olarak, politik yelpazenin en sağ ucundaki partileri ve liderleri öne çıkarıyorlar. Hindistan da bunun tipik örneklerinden birini oluşturuyor.
Yaşanan tarihsel kriz, Türkiye, Brezilya, Hindistan gibi alt-emperyalist güçler açısından kırılganlık riskini çok daha üst boyutlara sıçratırken faşizme doğru kayış eğilimini de güçlendiriyor. Türkiye’de bu kayış tamamlanarak totaliter bir rejimin kurumsallaşmasına varırken, Brezilya’da uzun yıllardır iktidarda olan İşçi Partisi hükümetini bin bir oyunla devirmeyi başaran tekelci sermaye, onun yerine faşist Bolsonaro’yu başkanlık koltuğuna oturtmuştur. Hindistan’da ise 2014’ten bu yana Modi’nin başında bulunduğu BJP hükümetinin faşist uygulamalarının son süreçte iyice azgınlaştığı görülüyor.
Geçtiğimiz Ağustos ayında “Cammu ve Keşmir” eyaletinin özel statüsünü kaldırarak[7] bu bölgede çoğunluğu oluşturan Müslüman halkı asimile etmeye ve Keşmir’i Hindulaştırmaya girişen Narendra Modi hükümeti, geçtiğimiz günlerde bu faşizan adıma bir yenisini ekledi. 12 Aralıkta parlamentodan geçirilen bir kanunla (CAA), şimdiye dek göçmenlere vatandaşlık statüsü vermenin önüne geçen anayasa maddesi değiştirildi. Ne var ki bu değişiklikle, Afganistan, Pakistan ve Bangladeş’te “zulme uğrayıp” Hindistan’a gelen Hindulara, Sihlere, Budistlere, Hıristiyanlara, Parsilere ve Caynistlere vatandaşlık hakkı tanınırken, Müslümanlar bu haktan mahrum bırakıldı. Hindistan’da yaşayan milyonlarca göçmen Müslümanı “vatandaş” statüsünün dışında bırakan bu ırkçı adım doğal olarak büyük bir öfke yaratarak yüz binlerce Müslümanın sokağa dökülmesine yol açtı.
1,3 milyarlık Hindistan nüfusunun %14’ünü oluşturan Müslümanlara yönelik ayrımcılığı körükleyen ve devleti etnik temellerde yeniden yapılandırmaya girişen bu faşist adımın yarattığı tepki giderek büyürken, ülke kitlesel protestolarla çalkalanıyor. Faşist Modi başkanlığındaki BJP hükümeti ise bu tepkileri zor yoluyla bastırmaya çalışıyor. Üç haftada 27 kişinin polis tarafından katledildiği, yüzlerce insanın yaralandığı Hindistan’da, İngiliz sömürgeciliği döneminden kalma bir faşizan yasa da (bu yasa dörtten fazla insanın toplanmasını yasaklıyor) devreye sokuldu. Öte yandan, ölümlerin büyük bir çoğunluğunun yaşandığı Uttar Pradesh eyaletinin BJP’li yönetimi, 200’den fazla göstericiye “kamu malına zarar vermek” suçlamasıyla milyonlarca rupilik ceza verirken, mal varlıklarına el koymakla da tehdit etti. Buna rağmen gösteriler kitleselleşerek yayılıyor. Üniversitelere baskın düzenleyip çok sayıda öğrenciyi gözaltına alan, yer yer internet ve cep telefonu iletişimini kesen hükümet, gösterilere Müslüman olmayanların da katılması karşısında şaşkınlaşmış durumda. Tren istasyonlarının ve anayolların bloke edildiği, okullarda ve üniversitelerde boykotların gerçekleştirildiği eylemlere, “Tek başına sosyal medyada protesto etme zamanı artık bitti!” diyen bazı Bollywood yıldızları da destek veriyor.
Hong Kong
1997’de yüz yıllık sürenin dolmasının ardından, “özerk yönetim bölgesi” statüsüyle İngiliz yönetiminden Çin yönetimine geçen Hong Kong’da, egemenler son onyılların en büyük kriziyle karşı karşıya. Haziran ayında Çin destekli Hong Kong yönetiminin “suçluların ve Hong Kong’a kaçmış muhaliflerin Çin’e iadesi”ni düzenleyen bir yasa tasarısını gündeme almasıyla, yüz binler sokağa dökülmüştü. Yasa tasarısının geri çekilmesini isteyen halk kitleleri, yönetimin başı olan Carrie Lam’in istifasını, Hong Kong yönetiminin serbest ve genel seçimlerle halk tarafından belirlenmesini, gösteriler süresince gözaltına alınan veya tutuklananların serbest bırakılmasını, göstericilere karşı “orantısız şiddet” kullanan polislerin ve göstericilere saldıran çeşitli paramiliter grupların cezalandırılmasını da taleplerine eklemişlerdi.[8]
Zaman zaman genel grevlerle desteklenen ve katılımcı sayısının 2 milyona ulaştığı dev gösterilere de sahne olan bu beş aylık süre zarfında, Çin yönetimi ordu müdahalesi de dâhil her türlü tehdidi devreye sokup, Hong Kong yönetimi aracılığıyla polis şiddetini tırmandırırken, tüm bunlar gösterilerin sönümlenmesini sağlamaya yetmedi. Ekim ayında Hong Kong hükümeti geri adım atmak zorunda kalıp yasa tasarısını geri çekse de, yüz binler, diğer talepleri karşılanmadıkça mücadeleye devam edeceklerini açıklayarak sokakları terk etmediler. Kitlelerin tepkisi, Kasım sonunda gerçekleştirilen ve hareketi destekleyen parti ve grupların ezici galibiyetiyle sonuçlanan belediye seçimlerinde de yansımasını buldu.
Demokrasi talep eden binlerce genç, polisin gazla ve basınçlı suyla saldırarak yüzlerce insanı gözaltına almasına rağmen yılbaşında da sokaklardaydı.
Başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçler, Hong Kong’da Çin yönetimine karşı ayağa kalkan kitlelerin demokratik mücadelesini kendi çıkarları temelinde kullanmaya ve hareketi bu doğrultuda şekillendirmeye çalışsalar da, bu, söz konusu isyana son derece anti-demokratik bir zeminin yol açtığı ve Hong Kong halkının taleplerinin son derece haklı olduğu gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır. Üstelik Hong Kong’daki bu isyanı da, tıpkı diğerleri gibi, kapitalizmin emekçi kitleleri sürüklediği yıkımdan bağımsız düşünmek mümkün değildir.
Kapitalizmin emekçi kitleleri sürüklediği koşullar düzelmek yerine her geçen gün daha da insanlık dışı hale geliyor. Bu zemin varlığını sürdürdükçe tüm dünyada halk isyanlarının birbiri ardına patlak vermesi ve zamanla daha birleşik ve daha kesintisiz bir karakter taşıması kaçınılmazdır.
[1] İlkay Meriç, Irak’ta İsyan Ateşi, marksist.com
[2] Oktay Baran, İsyan Dalgası Yeniden Yükselişte, marksist.com
[3]Utku Kızılok, İranlı Emekçiler Yeniden Dünya İsyan Sahnesinde, marksist.com
[4] Suphi Koray, Şili’de Halk Bugün Ayaklanıyor!, marksist.com
[5] İlkay Meriç, Kıtadaki İsyan Dalgası Kolombiya’yı da İçine Aldı, marksist.com
[6] Bkz. İlkay Meriç, Sudan’da Askeri Darbe ve Halk İsyanı; Sudan’da Karşı-Devrimin Saldırısı, Süresiz Genel Grev Kararı ve Geri Adımlar, marksist.com
[7]Mikail Azad, Keşmir’de Gerilim Tırmanıyor, marksist.com
[8] Kerem Dağlı, Hong Kong’da Protestolar Devam Ediyor, marksist.com
link: İlkay Meriç, Yeni Yıla Mücadeleyle Girenler, 4 Ocak 2020, https://marksist.net/node/6814
Er Geç Geleceksin!
Köklerimiz Çelikten