İçine girdiği tarihsel kriz koşullarında yıkıcılığı her alanda artan kapitalizm emekçilere hayatı zindan ederken, bu durum zincirleme isyan dalgalarını tetikliyor. Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya, Avrupa’dan Latin Amerika’ya onlarca ülkede birbiri ardına halk isyanları patlak veriyor. Tek tek ülkelerde geri çekilse de neredeyse kesintisiz bir seyir izleyen bu isyanlar, giderek daha sık periyotlarla yaşanırken yayılma hızları ve şiddetleri de artıyor. Yalnızca son bir yıl içinde dahi ondan fazla ülkede emekçiler kitlesel bir şekilde ayağa kalktı; Cezayir ve Sudan’da onlarca yıllık diktatörler alaşağı edildi; isyan ateşinin halen canlı olduğu Lübnan, Irak, Ekvador ve Şili’de ise hükümetler ya devrildi ya da o noktaya doğru ilerleniyor. Sınıf mücadelesindeki bu olağanüstü hareketlilik, her açıdan önemli bir sıçrama döneminden geçtiğimizi çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor.
Şurası çok açık ki, “dünyada yaprak kıpırdamıyor” düşüncesiyle birlikte umutsuzluğu ve karamsarlığı besleyen yıllar artık geride kalmıştır. Uzun denebilecek bir suskunluk döneminin ardından 21. yüzyıla milyonlarca emekçinin katıldığı kitlesel protestolarla, hatta Latin Amerika ülkelerinde görüldüğü üzere büyük isyan dalgalarıyla girildi. Bir süre sonra geri çekilen bu dalga, çok geçmeden farklı ülkelerin kıyılarını yalayarak yeniden yükselişe geçti. Son iki yıldır ise isyan seslerine neredeyse her ay başka bir ülke katılıyor. Bir zamanlar “tarihin sonu”nu ilan edip keyifle sırıtan egemenler, şimdilerde bu isyanların önüne nasıl set çekebileceklerinin derdine düşmüşlerdir. Burjuva safları saran “ne oluyor, nereye gidiyoruz” endişesinin her kitle hareketiyle bir kat daha güçlendiğini açıkça görüyoruz. Burjuvazi, karşı karşıya kaldığı yıkıcı tehdidi kimi ülkelerde reformizmle bertaraf etmeye çalışırken, bu aracın eski etki gücünü yitirdiği aşikârdır. Dayattıkları kapitalist saldırı politikaları yüzünden reformist partiler de emekçi kitleler tarafından cezalandırılmaktadır. Öte yandan otoriter rejimler de toplumsal muhalefeti sindirmeyi başaramamaktadır. Arap isyanlarıyla birlikte söz konusu coğrafyada çıplak diktatörlükler peşpeşe yıkılmaya başlamıştır; pek çok ülkede otoriter rejimlere rağmen emekçilerin tepkisinin dışavurmasının önüne geçilememektedir.
Kapitalizmin yaşadığı tarihsel sistem krizi kendini hem siyasal hem de ekonomik alanda süreklileşen bir bunalım haliyle gösteriyor. İspanya, İtalya, İngiltere gibi Avrupa ülkeleri bile siyasi kriz girdabından çıkamıyor, ABD başkanı azil tehdidiyle karşı karşıya, pek çok ülkede sermaye güçleri otoriter rejimlerden medet umuyor. Ekonomi cephesindeki büyük bunalımı aşmak içinse ne bir zamanlar sihirli bir değnek gözüyle baktığı küreselleşme ne de neoliberal saldırı politikaları burjuvazinin derdine derman olabiliyor. Elif Çağlı’nın dile getirdiği gibi, kapitalizmin geçmişte olduğu şekilde büyük bir yapısal dönüşüm yaşayarak sistem krizini atlatabilme, bir başka üst aşamaya yükselerek feraha çıkma gibi bir şansı bulunmuyor.[1]Bu çıkışsızlık hali sistemi alabildiğine çürütüp burjuvaziyi daha saldırgan, daha gerici hale getiriyor. Bu durumun derinleşen çelişkiler, artan eşitsizlik ve baskılar biçiminde yansıdığı işçi sınıfı cephesinde ise muazzam bir tepki birikiyor ve bu tepki kendisini devrimci durumlar doğuracak denli şiddetli patlamalarla dışa vuruyor.
Toplumsal patlamalar giderek sıklaşıp yaygınlaşırken, burjuvazi sadece zor aygıtlarını değil ideolojik aygıtlarını körükleyerek işçi sınıfının zihnini bulandırıp onu etkisiz hale getirmeye çalışıyor. Sol görünümlü düzen ideologları, proletaryanın yok olmakta olduğunu ve devrimci potansiyelini yitirdiğini, “yeni orta sınıflar” vb. gibi çeşitli keyfi ve muğlak terimlerle ifade ettikleri sözde “yeni toplumsal dinamikler”in ortaya çıktığını, toplumsal devrimlerin yerini “değişim”in, “dönüşüm”ün, yani düzen içi reformların aldığını savunarak, sınıf cephesindeki devrimci arayışların ve anlayışların önünü kesmek istiyorlar. Bunlara göre, devrimci sınıf mücadelesi eskilerde kalmış, proleter hareketlerin yerini “yeni orta sınıf”ların çeşitli kültürel ve kimliksel talepler etrafında yükselttikleri, iktidar hedefi gütmeyen, hiçbir merkezi otoriteye tâbi olmayan, parti-dışı, gevşek, “ağ tipi” hareketler almıştır. Çeşitli ülkelerde yükselen ve “yeni toplumsal hareketler” olarak nitelenen köylü hareketleri, barış hareketleri, kadın hareketi, eşcinsel hareketi, çevre hareketi, ezilen ulus hareketleri, ırk ayrımcılığına karşı yürütülen mücadeleler vb. de bu iddianın dayanağı olarak sunulmaktadır.[2]
Yeni ambalajlar altında biteviye gündeme getirilen ve özünde işçi sınıfı ve sınıf mücadelesi gerçeğinin inkârına dayanan bu tezler, bilindiği gibi 1980’lerin başında Andre Gorz’un “Elveda Proletarya” kitabıyla yaygın bir şekilde pazarlanmış ve SSCB’nin çökmesiyle birlikte burjuva sol entelijansiya içinde de tartışmasız doğrular olarak kabul görür hale gelmişti. Bunların sosyalizm saflarına nüfuz etmesi ise daha ziyade Wallerstein, Laclau, Mouffe, Bookchin gibi daha sol görülen isimler aracılığıyla oldu. Nitekim bunların kitapları bugün halen küçük-burjuva sollar tarafından baştacı ediliyor.
Bu tür tezlerle Marksist temellerde hesaplaşmak üzere kaleme aldığı “Büyüyen İşçi Sınıfı” kitabında Elif Çağlı’nın Gorz’un “Elveda Proletarya”sı için söylediği gibi, bilimsel açıdan bir değer taşımasalar da bu türden kitaplar, burjuvazinin, gerek bir bütün olarak işçi sınıfının, gerekse sınıfın sendikalı ve örgütlü kesimlerinin önemini gözden düşürmeye yönelik sinsi ideolojik kampanyalarında bilinç bulandırmaya hizmet etmektedirler.[3] Söz konusu safsataların farklı isim ve ambalajlarla kesintisiz olarak piyasaya sunulması da aslında bu ideolojik saldırının bilinçli ve programlı bir parçasıdır. Bunların son örneklerinden birisi de “Prekarya” adlı kitabıyla akademik camiada yere göğe sığdırılamayan Guy Standing adlı bir burjuva ideologdur. ILO’nun sosyo-ekonomik güvenlik programının yöneticisi olarak da çalışmış bu iktisat profesörü, neoliberal saldırı programlarıyla aşama aşama uygulamaya sokulan ve 2008 krizinin ardından daha da yaygınlaşan güvencesiz çalışma biçimlerinin, düşen ücretlerin, “sosyal devlet” uygulamalarının alabildiğine kırpılmasının vb. ürünü olarak ortaya çıkan çalışma koşullarına dayanarak yeni bir sınıf tanımı yapacak kadar ileri gitmesiyle ün salmıştır. Her ne kadar tutarlılığın, bilimselliğin ve derinliğin zerresi bulunmasa da, akademi aracılığıyla sosyalist sola da sızan bu tezleri kısaca ele almanın faydalı olacağı düşüncesindeyiz.
“Elveda proletarya”dan hoş geldin “prekarya” cambazlığına
Guy Standing, İngilizcede güvencesiz anlamına gelen “precarious” sözcüğü ile proletarya anlamına gelen “proletariat” sözcüğünü birleştirerek yarattığı “precariat” (prekarya) teriminin, oluşmakta olan yeni bir sınıfı tanımladığını iddia ediyor. Bundan kırk yıl önce Gorz, “Elveda Proletarya”da, eskinin tarihsel öznesi olan sanayi proletaryasının yerini yeni bir özneye bıraktığını iddia ediyor ve bunu sanayi sonrası proleterlerin “olmayan-sınıfı” olarak adlandırıyordu. Geleneksel işçi sınıfının artık ayrıcalıklı bir azınlıktan başka bir şey olmadığını söylerken, “Bugün nüfusun çoğunluğu, basit yardımcılık, vekillik, geçici işçilik ve memurluk, yarım günlük ücretli işçilik gibi görevleri üstlenen statüsüz ve sınıfsızların oluşturduğu, sanayi sonrası yeni-proletaryadır” diyordu. Standing ise Gorz’un uydurma sınıfına yeni bir ad takarken onu proletaryadan da bütünüyle koparmaktadır. Standing’e göre, prekarya proletaryanın bir parçası olmayıp, tüm özünü ve davranışlarını güvencesizliğin belirlediği yepyeni bir sınıftır:
“Proletarya denildiğinde akla uzun dönemli, istikrarlı, sabit-zamanlı ve ileriye dönük olarak işçinin ne kadar ve nasıl ilerleyebileceği açıkça belli olan işlerin bulunduğu, sendikalaşmanın olduğu, kolektif sözleşmelerin yapıldığı, ebeveynlerin iş unvanlarını anladığı, isimleri ve özellikleri bilinen yerel işverenlerin bulunduğu bir toplum akla gelir. Prekaryaya dâhil olanlar işverenlerini tanımadığı gibi, işverenlerinin geçmişte kaç kişiyi istihdam ettiğini ya da gelecekte bu sayının kaç olacağını da bilmez. «Orta sınıf» da değildirler zira bu sınıftan insanların sahip olması beklenen sabit ya da öngörülebilir bir maaş, statü yahut çeşitli haklara sahip değildir.”[4]
Görüldüğü gibi Standing, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki birkaç onyılı kapsayan istisnai bir dönemin çalışma koşullarına indirgenmiş ve orada dondurulmuş bir proletarya tanımı yapmaktadır. Bu koşullar yoksa proletarya proletarya olmaktan çıkmaktadır ona göre! Standing sınıf tanımı yaparken, tıpkı diğerleri gibi, üretim ilişkilerinden hareket etmemektedir. Oysa nesnel olarak sınıflar, kişilerin üretim araçlarıyla kurdukları ilişkiye bakarak tanımlanabilir ancak. Ve yine Elif Çağlı’nın altını çizdiği üzere, teknolojik gelişmelere bağlı olarak işçi sınıfının iç yapılanmasında yaşanan değişimler onun sınıfsal konumunu değiştirmez:
“Kişilerin verili üretim tarzı içindeki konumunu ve dolayısıyla toplumsal ürünün paylaşılmasındaki durumunu belirleyen temel unsur, üretim araçlarıyla kurulan ilişkidir. Bu yaklaşım, nesnel kategoriler olarak sınıfların tanımlanmasını mümkün kılar. Bu temel husus, üretim ilişkilerinin hukuksal ifadesi olan mülkiyet ilişkilerinde yansımasını bulur. Bu açıdan, kapitalist toplumda üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip bulunan kapitalist sınıfın karşısında, bu mülkiyetten yoksun işçi sınıfı yer alır. Öte yandan, çeşitli insan gruplarının sınıfsal pozisyonlarını belirleyebilmek için, kapitalist üretim sürecini teknik bir iş süreci olarak değil, toplumsal bir işbölümü sistemi olarak ele almak gerekir.”
“Teknolojik gelişmelere bağlı olarak işçi sınıfının teknik bileşiminde, yani kafa ve kol emeğinin ağırlığında, sınıfın iç yapılanmasında, üretim dalları itibarıyla dağılımında, vasıf düzeyi ve çeşitlerinde değişim sürekli olarak vardır. Bu anlamda işçi sınıfı teknik gereklere ve değişime bağlı olarak, tıpkı üretim araçlarının yenilendiği-değiştiği gibi bir değişim geçirmektedir. Fakat öte yandan işçi sınıfının kapitalist toplum içindeki temel konumu, yani toplumsal işbölümünde, kapitalist üretim ilişkileri içinde tuttuğu yer değişmemektedir. Zaten işçi sınıfının bizi asıl ilgilendiren yönü, taşıdığı devrimci potansiyel, sınıfın tarihsel anlamdaki devrimci misyonu buradan kaynaklanmaktadır. Ancak burjuva ideolojisi, sınıfları üretim ilişkileri temelinde tanımlamaktan kaçınan argümanlar ürettiği gibi, işçi sınıfının yapısının kavranması noktasında da dikkatleri asıl özelliklerden uzaklaştıracak ve teknik yapı değişikliğine çekecek görüşler üretmektedir.”[5]
Gerçekten de, bu tür değişikliklerden yola çıkarak proletaryanın artık ortadan kalktığını savunmaktan yeni sınıf tanımları yapanlara kadar kalabalık bir burjuva akademisyen/ideolog ordusu bulunmaktadır ve Standing de bunlardan biridir.[6] Onun kapitalizmin bugün geldiği noktada proletaryanın büyük çoğunluğunu kapsayan güvencesiz işçileri “prekarya” olarak nitelendirmesi masum bir “yeni terim bulma ihtiyacı”ndan kaynaklanmamaktadır kuşkusuz. Yeni bir sınıf tanımlayacak kadar ileri giden bu çaba doğrudan politik sonuçlar çıkarmayı hedeflemektedir.
Standing, her türlü değer yargısından, etikten, dayanışma duygularından yoksun, fırsatçı bir “prekarya” tablosu çizmektedir. Onun hayali prekaryası ağırlıklı olarak sağ olmak üzere uç akımlara kapılma eğilimiyle siyaseten de fazlasıyla tehlikelidir! Bu yüzden Standing onu, kitabının başlığından da anlaşılacağı üzere “yeni tehlikeli sınıf” olarak nitelendirmektedir: “Prekarya, artık tehlikeli bir sınıf halini alıyor ve prekaryanın içindeki kişiler, birtakım kirli odakların sesini dinlemeye, oylarını ve paralarını nüfuzu giderek artan siyasi bir platforma vermeye meyilliler.” “Oradan oraya savrulabilen, liderleri olmayan bu öfkeli grup, gerek aşırı sağ gerekse aşırı sola yahut kendilerinin korku ve endişelerine oynayan popülist demagoglara meyledebilmektedir.”[7]
Tıpkı benzerleri gibi bu burjuva ideologun temel meselesi de esasen kapitalizmin içinde düştüğü durumdan nasıl kurtulabileceği, giderek güçlenen devrim tehdidini nasıl savuşturabileceğidir. Daha sonra kaleme aldığı “Prekarya Bildirgesi”nde ve diğer çalışmalarında da görüldüğü gibi, Standing burjuvaziye bu tehditten kurtulmak için başta “evrensel temel gelir” olmak üzere birtakım reformları geciktirmeden hayata geçirmesini salık vermektedir. Bu eşitsiz, adaletsiz, zorba sistemin yıkılmasını ise asla gündeme getirmemektedir. Zira devrimler çağı sona ermiştir, artık ancak “değişim” söz konusudur! Bunu savlayan Standing’e göre, “esnek çalışma ilişkileri küreselleşme sürecinde artık bir zorunluluk haline gelmiştir” ve “bütün bu yaşananları, eskiye dönme arzusuyla değil ama süreci daha başa çıkılabilir kılmak amacıyla düşünerek anlamaya çalışmamız lazım”dır.[8] Aslında burjuva sol partilerin ve bunların sultasındaki sendika bürokrasisinin 1990’lardan beri yaptığı tam da budur. Ne var ki, proletarya ve diğer emekçi kesimlerin artık “anlamaya çalışma”nın ötesine geçerek “değiştirmek” istedikleri görülüyor. Zira bu süreç başa çıkılabilir olmaktan çoktan çıkmıştır ve bundan sonra başa çıkılabilir kılınması da mümkün değildir.
Bugün pek çok ülkede yükselen hareketler bu durumun somut bir örneğidir ve söz konusu hareketlerin merkezinde işçi-emekçi gençler yer almaktadır. Çünkü kapitalizmin ortaya çıkardığı felâket tablosu en fazla gençleri etkilemektedir. Gençlik gerek ekonomik gerekse sosyal olarak boğulmaktadır. Genç nüfusta işsizlik oranları bütün ülkelerde şimdiye dek görülen en yüksek oranlarda seyretmektedir. Tüm işlerde ücretler hızla asgari ücret düzeyine çekilmekte, geçici ve kısa süreli işler yaygınlaşmaktadır. Yüksek eğitim, eskisi gibi görece avantajlı iş olanakları sunmayan, getirisi son derece düşük bir “yatırım”a dönüşmüş durumdadır. Geçmiş kuşaklara göre sayıları katlanarak artan üniversite mezunu gençlerin büyük bölümü uzun süre işsiz kaldıktan sonra ancak öğrenim gördükleri alanlarla ilgisi olmayan düşük vasıflı işler bulabilmektedir. Beklentileriyle taban tabana zıt bir gerçeklikle karşı karşıya kalmaları genç kuşakların hayal kırıklığını ve içine düştükleri umutsuzluğu derinleştirmektedir. Fakat bu durumun içten içe mayaladığı bir öfke de söz konusudur ve bu öfke nicedir kitlesel bir tepkiyi de tetiklemektedir. 2011’de Tunus’ta eğitimli olduğu halde iş bulamayıp işportacılık yapan Buazizi’nin kendini yakmasının ardından başlayan isyan dalgası bu durumu her zamankinden daha fazla görünür kılmıştır. O dönemde pek çok ülkede emekçi gençliği sokağa döken de aynı dinamiktir. Genel politik ve sosyo-ekonomik duruma, işçi sınıfının tarihine, geleneklerine, örgütlülük düzeyine vb. bağlı olarak söz konusu hareketler elbette her ülkede farklı özellikler sergilemektedir. Ne var ki, burjuva ideologların tüm görünmez kılma çabalarına rağmen sınıf gerçeği bütün dünyada kendini son derece net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Yıllar önce, “Neden İşçi Sınıfı” sorusunu yanıtlarken şöyle demiştik: “Tarihsel olarak inişli-çıkışlı ve coğrafi olarak eşitsiz bir seyir izlese de, işçi sınıfının kolektif eylemi ve örgütlülüğü hiçbir zaman mutlak anlamda yok olmamıştır. Çünkü işçileri kolektif eyleme sürükleyen temel dürtüler soyut ve ulvi birtakım ahlâki ilkeler ya da üstün insani vasıflar değil, onların kapitalist toplumda bir sınıf olarak işgal ettikleri nesnel konumdur. Dolayısıyla kapitalizm var oldukça, eşyanın tabiatı gereği bu nesnel konum da, işçi sınıfı da, onun kolektif eylemi de kaçınılmaz olarak var olacaktır. Sermayenin varoluş çıkarları, yani kâr dürtüsü ve birikim, emeğin çıkarlarıyla özü gereği zıttır. Özde bağdaşması mümkün olmayan bu çıkarlar pratikte ancak geçici olarak uzlaştırılabilirler. Ama bu geçici uzlaşmaları mümkün kılan tek şey işçi sınıfının o anki bilinç ve örgütlülük düzeyinin yetersizliğidir. Bu geçici uzlaşmalar büyük savaşta sadece geçici ateşkeslerdir. Gerçekte savaş durumu kâh yüzeye çıkarak kâh derinden hep devam etmektedir.”[9]
Bugün bu savaş yüzeyin hayli yükseklerinde seyrediyor. Öyle ki Türkiye’de de dünyada da burjuva medya köşeleri, haber programları, dört bir yanda yükselen isyan dalgasına odaklanıyor. Tüm bileşenleri ve yaş kuşaklarıyla birlikte dünya nüfusunun ezici bir ağırlığını oluşturan işçi sınıfı, işsiziyle, kırlısıyla kentlisiyle ve tüm sektörleriyle bu isyanların merkezinde yer alıyor. Bürokrasinin felç edici etkisiyle sendikaların bu hareketlerin büyük bir bölümünde öne çıkmamaları bu gerçeği değiştirmiyor. Burjuva ideologların yalanlarının aksine, yok olduğu iddia edilen proletarya sadece ekonomik taleplerle değil siyasi taleplerle de sokağa dökülüyor. Üstelik bütün bir tarihsel geçmiş, hem ekonomik hem de siyasal/demokratik kazanımların büyük bir bölümünün işçi sınıfının öncü kesimini oluşturan sanayi proletaryasının harekete geçmesiyle elde edildiğini gösteriyor. Geçtiğimiz haftalarda Washington Post’ta yayınlanan bir araştırma[10] da bizzat bu hususa odaklanmakta ve 150 ülkenin 100 yıllık geçmişini inceleyerek bu gerçekliği doğrulamaktadır.
Değişimin gerçek öznesi
Söz konusu araştırma Oslo Üniversitesi ile Oslo Barış Araştırmaları Enstitüsünden üç akademisyen tarafından gerçekleştirilmiş. Araştırmacılar, 20. yüzyılın başlarından bu yana pek çok ülkede politik özgürlükler için kitlelerin ayağa kalktıklarını, bunlardan bazılarının başarılı olduğunu, fakat bunun her zaman gerçekleşmediğini ifade ederek, “Neden bazı hareketler demokratikleşmeyi getirirken diğerleri başarısız oluyor?” sorusunu yanıtlamaya çalışıyorlar. İncelenen çok sayıda örnekten çıkarılan sonuç, her şeyden önce iktidarları hedef alan (buna “rejim karşıtı” protestolar deniyor araştırmada) protesto hareketlerini gerçekleştirenlerin sosyal kökenlerinin, yani hangi sınıftan ya da sınıf kesiminden olduklarının bu noktada temel belirleyen olduğuna dikkat çekiyor ve şu soru üzerinden ilerleniyor: “Protestocular esasen kentli orta sınıflar[11] mı, yoksa sanayi işçileri, kamu çalışanları veya köylüler mi?” Söz konusu araştırma demokratik kazanımların en çok sanayi işçilerinin başını çektiği hareketlerle elde edildiğini bir kez daha teyit ederek bu soruya net bir yanıt veriyor.
Araştırmada, protesto hareketlerinin çoğunun kent merkezli hareketler olduğu, 20. ve 21. yüzyıldaki köylü isyanlarının çok büyük bir bölümünün demokratik reformlara yol açmadan sönümlendiği, ne var ki sanayi işçileri söz konusu olduğunda durumun değiştiği söyleniyor. Bunun için çok sayıda geçmiş örneğin yanı sıra yakın dönemdeki isyanlar da incelenmiş. Bunlar içinde “Arap baharı”nın etkisi altına aldığı ülkeler de var ve bu ülkelerdeki demokrasi yanlısı hareketlerin kazanımları karşılaştırıldığında, örneğin işçi sınıfının sendikaları aracılığıyla mücadeleye daha aktif bir şekilde katıldığı Tunus’ta, daha ziyade kentli küçük-burjuva ve “beyaz yakalı” kesimlerin ağırlıkta olduğu bir sınıfsal profil sergileyen Mısır’a göre daha ileri kazanımlar elde edildiği ifade edilmiş.
Araştırmacılar, yaptıkları çalışmadaki en güçlü bulgunun, sanayi işçilerinin hâkim olduğu protesto hareketlerinin, demokrasiyi gerçekleştirmekte diğer tüm protesto kampanyalarını aştığının görülmesi olduğunu belirtiyorlar. Kentli “orta sınıf” hareketlerinin demokratikleşmeyle ilişkisi olduğunu, fakat “orta sınıf”ın heterojen bir kategori olup bazı alt gruplarının demokratikleşmeye diğerlerinden daha yatkın olduklarını vurguluyorlar. Ne var ki bunların rolünün sanayi işçilerinden daha zayıf olduğunu söyleyerek şu olgunun altını çiziyorlar: “Şu anda otoriter popülistlerin yükselişine ilişkin güncel tartışmalarda işçi sınıfı suçlanabilir, fakat bizim araştırmamız sanayi işçilerinin demokrasinin tarihsel ilerlemesinde hayati önem taşıdığını öne sürüyor.”
Burjuva ideologlar, sanayi işçilerinin küçük bir azınlığa dönüşüp politik etki güçlerini yitirdiklerinden, hatta çoğunlukla “sağ popülizm” olarak adlandırdıkları faşist/faşizan hareketlerin destek tabanına dönüştüklerinden dem vuruyorlar. Bununla da yetinmeyip, kitle hareketlerinin başarısı için örgütlü bir gücün gerekmediğini, hele hele işçilerin sınıf kimlikleriyle bu hareketlerde yer almalarının hiç mi hiç lazım olmadığını, demokrasinin, değişim ve dönüşümün motor gücünün “yeni orta sınıf” olarak adlandırdıkları kesim olduğunu iddia ediyorlar. Neoliberalizmin miti olarak öne çıkarılan bu teze göre, çeşitli demokratik, ekonomik, sosyal taleplerle ortaya çıkan hareketlerin başarısı da “orta sınıf”ın gücünden geliyor! Egemenler, “orta sınıf” denerek bir çuvala doldurulanların çok büyük bir kesiminin işçi sınıfının parçası olmasına rağmen bu safsataları onyıllardır her türlü kanalla yayıyorlar. Fakat gerçekler hükmünü icra etmeye devam ediyor. Bu araştırmadaki çeşitli tespitler işçi sınıfının devrimci potansiyelinin kaynaklarına işaret ediyor. Örneğin sanayi işçilerinin üretimden gelen güçlerine dikkat çekilirken, diktatörlük rejimlerine karşı güçlü mücadeleler örgütlemek için sendikaları, uluslararası emek ağlarını ve sosyal demokrat partileri kullanabildiklerinin altı çiziliyor. “Yüksek örgütlenme kapasiteleriyle seferber olan sanayi işçilerinin demokratikleşmenin ana öznesi oldukları”, “diğer sosyal grupların rejime karşı seferber olduktan sonra bile geniş ölçekli kolektif eylemi ya da demokrasi mücadelesini sürdürme motivasyonunu devam ettirme kapasitesinden genellikle yoksun oldukları” dile getiriliyor.
Marksist Tutum’daki pek çok yazımızda, bu gerçekliği çeşitli yönleriyle ele alan, Marksist temellerine işaret eden, çeşitli güncel örnekleri de bu bağlamda yorumlayan ayrıntılı değerlendirmelerimiz mevcut. Bugün dünyanın dört bir yanında yükselişe geçen kitle hareketlerinin direngenliği, kararlılığı, yaygınlığı ve etki gücü, söz konusu hareketlerin dayandığı kitlenin sınıfsal bileşimi ve örgütlülük düzeyiyle belirleniyor. Yaşanan tüm gelişmeler devrimci Marksizmin gücünü doğrulamaya devam ederken, söz konusu hareketlerde temel eksiklik olarak öne çıkan şeyin devrimci örgütlülük olduğu gerçeği de döne döne önümüze dikiliyor. Bu eksiklik sınıf devrimcilerinin sorumluluğunu bir kat daha arttırıyor. Elif Çağlı’nın dile getirdiği gibi, “dünya işçi sınıfının kapitalizmi yıkması için nesnel koşulların ziyadesiyle olgunlaştığı günümüz dünyasında, proletaryanın devrimci önderliğinin yaratılması görevi bir o kadar daha yakıcı önem arzediyor. Bu görevin üstesinden gelebilmek için, geçmiş yılların örgütsel alanda dünya genelinde ortaya koyduğu olumsuzluklar engeli aşılmalı ve azimle yola devam edilmelidir. Tarihsel iyimserliğini yitirmeyen ve gerektiğinde akıntıya karşı yüzmeye cesaret eden enternasyonalist komünistlerin ulusal ve enternasyonal düzeyde görev anlayışı, işte bu temeller üzerinde yükseliyor.”[12]
[1] Elif Çağlı, Kapitalizm Çıkmazda, Şubat 2012, marksist.com
[2] Bu görüşleri ayrıntılı olarak ele aldığımız yazılarımız için bkz. İlkay Meriç, “Yeni Toplumsal Hareketler” mi? ve Utku Kızılok, İşçi Sınıfının Devrimci Rolünün Karartılması, marksist.com
[3] Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı, Tarih Bilinci Yay., s.18-19
[4]Guy Standing, Prekarya – Yeni Tehlikeli Sınıf, İletişim Yay., s.20
[5] Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı, s.24-25 ve 40-41
[6]Standing’in sınıflara tek “katkı”sı prekaryadan ve proletaryayı buharlaştırmaktan ibaret değildir. Onun tanımladığı sınıf hiyerarşisinin tepesinde “elitler” yer alırken, onları “maaşlılar”, “profisyenler” (profesyonel ve teknisyen sözcüklerinin bileşiminden oluşturulmuş bir “sınıf”), el emeğiyle çalışan “işçiler”, “işsizler” ve en altta da “prekarya” izlemektedir.
[7]Guy Standing,s.11 ve 16
[8]Guy Standing, s.60
[9] Levent Toprak, Neden İşçi Sınıfı, Mayıs 2005, marksist.com
[11] Bu araştırmada kentli orta sınıflar diye tanımlanan kitleye, burjuva kesimlerin yanı sıra küçük esnaf, avukatlar, doktorlar gibi profesyoneller, öğrenciler, öğretim görevlileri vb. dâhil ediliyor. Kamu çalışanları ise bunlardan ayrı tutuluyor.
[12] Elif Çağlı, Doğrular ve Yanlışlar, Mayıs 2015, marksist.com
link: İlkay Meriç, “Prekarya” Safsatası, İsyan Dalgası ve İşçi Sınıfı Gerçeği, 3 Aralık 2019, https://marksist.net/node/6794
Simurg Efsanesi ya da Bizim Hikâyemiz
Berlin Duvarı ve Çıkartılmayan Dersler