Kapitalizmin tarihsel krizi ve emperyalist savaşla karakterize olan olağanüstü bir dönemden geçiyoruz. Dünyanın her köşesinde sermaye sınıfı işçi sınıfının kazanılmış haklarına acımasızca saldırıyor, krizin faturasını ona ödetmeye çalışıyor. Burjuvazi diğer taraftan gerici, otoriter rejimleri iş başına getirerek ve milliyetçiliği tırmandırarak işçi sınıfını körleştirmeye uğraşıyor. Ne var ki dünyanın pek çok ülkesinde işçi sınıfı sermayenin yarattığı bu baskıcı, boğucu atmosferi kitlesel isyanlarla deliyor ve geleceğe dair umutları her defasında yeniden yeşertiyor. Şili, Haiti ve yanı başımızdaki Irak ile Lübnan’da emekçiler kapitalist talana karşı isyan etmiş durumdayken, ekonomik krizin emekçilerin belini büktüğü Türkiye’de dikkate değer bir tepki açığa vurulmuyor.
2018 yazından itibaren ekonomik krizin dışa vurduğu, ücretlerin düştüğü, hayat pahalılığının hızla arttığı, işsizliğin ise 8 milyona dayandığı bir tablo ile karşı karşıyayız. Tek adam rejiminin her türlü siyasal baskısının yanında ekonomik krizin faturasını işçi-emekçilere ödetiyor oluşunda sendikal bürokrasinin büyük bir payı bulunmaktadır. Türk-İş üst bürokrasisi, Hak-İş ve Memur-Sen aldıkları pasif tutumla, satış sözleşmeleriyle işçi sınıfının her türlü eylemini engelleyerek sınıf hareketini felce uğratmışlardır. Çelişkilerin alabildiğine derinleştiği, işçi sınıfına yapılan saldırıların azgınlaştığı bir ortamda bu sendikalar yaptıkları grev, direniş ve eylemlerle değil, satış sözleşmeleri, kendilerine aldıkları lüks araçlar, fahiş oranda yüksek maaşlarla gündeme gelmektedirler.
Türkiye’nin en büyük işçi sendikası olan Türk-İş’in başkanının 200 bin işçiyi kapsayan kamu sözleşmelerinde sarf ettiği sözler durumun vahametini ortaya koymuştu. Özel sektörde de ücret zamları için fiilen baz oluşturması bakımından tüm işçileri ilgilendiren böylesi bir toplu iş sözleşmesinde Türk-İş başkanı Ergün Atalay, Aile ve Çalışma Bakanına eğilerek şöyle demişti: “Uzasa işi karıştıracağız, en azından kapattım böyle!” Bu sözlerin meali şuydu: “İşçinin tepkisini yatıştırmak için eylem ve grev yapmak zorunda kalacaktık; belki de işçiyi kontrol etmek zorlaşacak, grev genelleşerek siyasal iktidarı sıkıştıran bir mücadeleye dönüşecek ve bizim de pozisyonumuz tehlikeye girecekti. İyi oldu böyle, işi karıştırmadan kapattık!”[1]
Böylece Türk-İş başkanı asıl görevinin ne olduğunu istemese de milyonların gözü önünde ifşa etmişti. Türk-İş başkanının kameralar önünde “kapattığı” sözleşmeyle, gerçek enflasyonun yüzde 30’larda seyrettiği koşullarda, yüz binlerce işçi ve ailesi 2019’un birinci altı ayı için yüzde 8, ikinci altı ayı için yüzde 4, üçüncü ve dördüncü altı aylar için ise yüzde 3+3 zamma mahkûm edilmiş oldu. Ergün Atalay kendini eleştirenleri ise teröre destek vermekle suçlamıştı. “Muhalefeti gayrimeşru duruma düşürmek, sıkıştırmak, susturmak ve ezmek isteyen totaliter rejim, milliyetçiliği kışkırtarak «terör» suçlamasını bir sopa olarak kullanıyor. Derhal bu söyleme sarılan Atalay da, düzenin ve rejimin adamı olduğunu, gücünü buradan aldığını ortaya koyarak, kendisini eleştirenlerin meşru olmadığını ima ediyor ve böylece hedef şaşırtarak işçileri nasıl sattığının üzerini kapatmaya çalışıyor. Bu yöntem elbette yeni değil. Burjuva düzenin yerleşik söylem kalıplarına başvuran sendika bürokrasisi, daima öncü işçileri ve sosyalistleri karalamış ve işçi kitlelerinden yalıtmak istemiştir. Atalay, sadece «terör» suçlamasına sarılmakla kalmıyor, aynı zamanda grevi ülke ekonomisine zarar veren, işçi için yararsız kötü bir uygulama olarak göstermeye çalışıyor. Kendini haklı çıkarmaya çalışırken, bir işçi sendikasının başkanı olarak değil, adeta rejimin çalışma bakanı gibi konuşuyor.”[2]
Türk-İş’in altına imza attığı sözleşme diğer toplu iş sözleşmelerine örnek teşkil ediyordu. O sözleşmelerden biri de memurlar adına yetkili olan Memur-Sen ile hükümet arasındaki sözleşmeydi. AKP’nin bir şubesi gibi çalışan Memur-Sen’in de Türk-İş’ten farklı bir tutum alması beklenemezdi. Ancak Türk-İş’in yaptığı satış sözleşmesi işçiler tarafından tepki ile karşılanınca Memur-Sen tepkileri yatıştırmak için birtakım göstermelik eylemlere girişti. Göstermelik de olsa bugüne kadar bir elin parmağı kadar eylem yapmayan Memur-Sen, sanki farklı bir tutum alacakmış gibi görünüp cüzdan yakma gibi pasif bir eylemle durumu kurtarmaya çalıştı. 2,5 milyondan fazla üyesi olan bir sendikanın yapa yapa 50 kişi ile boş cüzdan eylemi yapması gerçekten de trajikomik bir durumdu. Güya Memur-Sen iktidarla uzlaşmayan bir görüntü verecek ve sonuçta iş hakem heyetine havale edilerek orada gereği yapılacaktı. Nihayetinde hakem heyeti de her zamanki gibi iktidarın istediğini yapmış ve milyonlarca memur ve memur emeklisi, 2020 yılı için 4+4, 2021 yılı için ise 3+3 sefalet zammına mahkûm edilmiş oldu.
İşçi sınıfını felçleştiren bu korporatist sendikacılığın ihanetleri bunlarla sınırlı değil elbette. İşçilerin sefalet ücretlerine mahkûm edildiği, iş kazalarının katliam düzeyine yükseldiği, iş saatlerinin uzadığı koşullarda kıllarını kıpırdatmayan bu sendika bürokratları işçilerin aidatları ile kendilerine bambaşka bir dünya kurmuş durumdalar. Ne aldıkları maaşlar, ne oturdukları evler ne de kullandıkları lüks otomobillerin işçilerle bir ilgisi alakası var. Üstelik bu sendika bürokratları tüm bunları gayet normalmiş gibi sunmakta da bir beis görmeyecek kadar utanmaz bir durumdalar. Yüzde 30 enflasyonun olduğu bir ortamda memurlara yapılan sadaka zammına razı gelen Memur-Sen bürokratları sıra kendi maaşlarına geldiğinde kesenin ağzını ardına kadar açmaktadırlar. Memur-Sen’e bağlı Sağlık-Sen’in genel başkanının 17.340 lira olan maaşı, yüzde 50 zamla 26.094 liraya yükseltilmesi, 800 bin liralık Audi A6 makam aracına binmesi, sınıfın sırtında nasıl bir kambur taşıdığının bir ifadesidir. Üstelik bu tek örnek değildir.
Bu bürokrat takımının alayı işçilerin rüyasında göremeyeceği kadar lüks içinde yaşamaktadırlar. Geçen sene de bir sendika bürokratının aldığı l milyon değerindeki otomobil kamuoyunda tepkilere neden olmuştu. Zira Şeker fabrikalarının özelleştirmesine ve yüzlerce işçinin işsiz kalmasına sesi çıkmayan bu bürokrat kendini 1 milyon liralık araçla ödüllendirmişti. Bu tür örnekleri daha da çoğaltmak mümkün. Bu bürokratlar işçi sınıfının örgütlenmesinin önünde büyük engel teşkil etmektedir. Sendikalar işçi sınıfının temel mücadele örgütlerinden biridir. Ancak her işçi, sendika ile sendikal bürokrasi arasında ayrımı yapacak durumda değildir.
Bu nedenle sendikal bürokrasinin işlediği günahlar sendikalara yıkılmakta, haliyle sendikalar bilinçsiz, örgütsüz işçiler tarafından uzak durulması gereken örgütler olarak görülmektedir. Bu sendikalara üye işçiler için ise sendika, kendi aidatlarını çarçur eden, yani sırtlarından para kazanan bir kurum olarak görülmektedir. Bu nedenle pek çok işyerinde işçiler sendikal mücadeleye soğuk bakmakta, örgütlenmeye yanaşmamaktadırlar. Hak-İş ve Memur-Sen için ise örgütlenme gibi bir sorun yoktur. Bu tip sendikaların işçilerin içinde bir çalışma yapması, emek harcayarak işçileri örgütlemesi gibi bir durum söz konusu değildir.
Özel sektörde başta DİSK’in örgütlemeye çalıştığı işyerlerinde, Türk-Metal örneğinde sıkça yaşandığı gibi, işveren ve bu sendikaların bürokratları bir araya gelerek tepeden işi bağlamakta ve onca emek harcanmasına rağmen örgütlenemeyen işyerleri bir anda sendikalı oluvermektedir. Kamu sektöründe ise memurların çoğu tehdit ve şantajla üye yapılmaktadır. Dolayısıyla kâğıt üzerinde yüz binlerce işçi sendikalı olarak görünürken gerçek anlamda bir sendikal örgütlenme söz konusu değildir. Türk-İş sendikaları içinde ise Türk-İş merkezine muhalif olan ve mücadeleci diyebileceğimiz üç beş sendika dışında geri kalanlar yeni işyerleri örgütleme noktasında Hak-İş ve Memur-Sen’le benzer tutumlar sergilemektedirler.
Bu bürokrat takımı üye sayısını mücadele vererek korumak ve arttırmak yerine patronlarla iyi geçinerek mevcudu korumaya çalışmaktadır. Haliyle patronlar saldırıya geçtiğinde mücadeleyi örgütlemek yerine bir taraftan işçileri pasifleştirirken diğer taraftan patronlarla uzlaşarak işi “tatlıya” bağlamaktadırlar. Her toplu sözleşme sonucunda bu sendika bürokratları koltuklarını korumakta ama her defasında işçilerin haklarını gasp ettirerek ve işçileri pasifize ederek sınıf mücadelesini baltalamaktadırlar. Şunu da belirtmekte fayda var, Türk-İş sendikalarının içinde Türk-Metal’in sınıf hareketine verdiği zarar ve oynadığı rol başlı başına bir konudur.
İşçi sınıfının düşmanı korporatist sendikacılık
Sendikalar işçi sınıfının ekonomik, sosyal ve siyasal hakları için mücadele veren en temel kurumlardan biridir. Grevler, direnişler ve geniş kesimlerin katıldığı büyük eylemleri örgütleyerek toplumsal mücadelede önemli bir rol oynarlar. Bu gerçeği bilen burjuvazi her daim sendikal mücadeleyi düzen içi bir çizgide tutmaya, bizzat kendisinin kurdurduğu sendikalarla mücadeleyi sekteye uğratmaya çalışmıştır. Sendikal mücadelede birbirine taban tabana zıt iki temel çizgi mevcuttur. Bir tarafta mücadeleci sınıf sendikacılığı, diğer tarafta ise sınıf hareketinin önünde engel olan uzlaşmacı bürokratik sendikacılık. Korporatist sendikacılık ise bürokratik uzlaşmacı anlayışı da aşan ve sınıf hareketini tamamen felçleştiren bir role sahiptir.
“Korporatizm işçi sınıfının düşmanıdır ve faşizme geçişin ön hazırlık safhasıdır. Çünkü korporatizm sınıf ayrımlarının üzerini örter. Bu yaklaşıma göre işçi sınıfı ve burjuvazi değil, meslek örgütleri vardır; ekonomik süreçlere sınırsız biçimde müdahale eden devlet ise onları ortak çıkarlar temelinde birleştirmektedir. Lakin hakikatte işçi sınıfı, devlet denetimine alınan sendikalar eliyle kontrol edilmekte, işçi sınıfının mücadelesi bastırılmakta, sermaye sınıfı ise palazlandıkça palazlanmaktadır. Korporatizm, Mussolini İtalya’sında, Hitler Almanya’sında ve Franco İspanya’sında uygulanarak işçi sınıfının mücadelesi bastırılmıştır. Korporatizmde, özellikle işçi sınıfı kitlelerinin bilincini felçleştirmek amacıyla demagojik bir «eşitlik» vurgusu yapılmaktan geri durulmaz. Devletin kendini sınıflar üstü olarak sunması, sınıfsal ayrımları sözde yok sayıp sendikaları ve işveren örgütlenmelerini mesleki örgütler biçiminde kendi bünyesinde birleştirmesi bu «eşitliğe» kanıt olarak gösterilmektedir.”[3]
Sınıf hareketini bölmek, sendikaları mücadeleci bir çizgiden alıkoymak amacıyla kurulan Hak-İş ve Memur-Sen öteden beri bu rollerini oynadılar. Uzun yıllar boyunca esamisi okunmayan bu sendikalar açısından 2002’de AKP’nin iktidara gelmesi bir dönüm noktası olmuş ve bunlar hızla palazlanmaya başlamıştı. 2016 sonrası tek adam rejiminin inşası ile birlikte Hak-İş ve Memur-Sen tam anlamıyla tek adam rejimiyle bütünleşerek korporatist sendikalara dönüştüler. Tek adam rejimi Türk-İş’e el atarak yaptığı bazı operasyonlarla Türk-İş üst bürokrasisini korporatist sendikacılığın bir parçası haline getirdi.
Bu sendikaların genel kurulları başta Erdoğan olmak üzere AKP yöneticilerinin konuşmalar yaptığı parti kurumlarına dönüşmüştür. Hak-İş ve Memur-Sen genel kurullarında işçi sınıfı, işçi hakları, mücadele vb. ağza alınmazken, milliyetçi, şoven nutuklarla işçiler adeta zehirlenmektedirler. AKP iktidarı başa geldiği 2002 yılından beri başta metal ve cam sektörü olmak üzere onlarca grev ve direnişi “milli güvenlik” bahanesiyle yasaklarken buna en ufak bir itirazı olmayan bu korporatist sendikal anlayış, “vatan millet” savunusu altında tek adam rejimini cansiperane bir şekilde savunmaktadır. Bunu yaparken muhalif sendikalar olan DİSK ve KESK’i kriminalize etmeye çalışmakta, işçilerin en ufak bir itirazını bölücülükle yaftalamaktadırlar. Bu anlayışın işçi sınıfını nasıl zehirlediğini “metal fırtına” sürecinde yakından gördük. Sermayenin bir kurumu gibi çalışan, işyerlerinde her türlü baskıyı bizzat uygulayan ve her toplu sözleşmede işçileri satan Türk-Metal, işçiler kitlesel olarak istifa etmeye başlayınca derhal milliyetçilik silahına sarılarak devrimcileri ve DİSK’i terör destekçiliğiyle suçlamıştır. Ekonomik krizin işçilerin belini büktüğü koşullarda, korporatist anlayış, işçilere devletin kurtuluş savaşı verdiğini, böylesi bir durumda eylemler yapmanın, iş durdurmanın “milli” ekonomiye zarar vereceğini, haliyle iktidarın yanında olunması gerektiğini söylemekte ve mücadelenin önüne set çekmektedir.
Son yıllarda 1 Mayıs gerek ekonomik krize, gerekse tek adam rejiminin baskılarına karşı işçilerin emekçilerin, muhalefetin güç bulduğu bir platforma dönüşmüş durumdadır. Tek adam rejiminin yarattığı kutuplaşmaya rağmen işçi sınıfı 1 Mayıs’a sahip çıkmakta ve fırsatını bulduğu tüm yerlerde alanlara akmaktadır. Korporatist sendikalar burada da devreye girmekte ve işçi sınıfının, muhalefetin daha da kitleselleşerek moral kazanmasının, toparlanmasının önüne geçmeye çalışmaktadırlar. Muhalif sendikalar, meslek odaları ve sol siyasi kurumların örgütlediği 1 Mayıslarda sermayenin ve tek adam rejiminin her türlü baskısına karşı protestolar ve çeşitli talepler yükselirken, Hak-İş, Türk-İş ve Memur-Sen’in örgütlediği 1 Mayıslarda militarizm ve şovenizm propagandasıyla emekçiler zehirlenmeye çalışılmıştır.
Ekonomik kriz her geçen gün daha da derinleşirken, tek adam rejimi krizin bedelini işçi-emekçilere ödetmek için saldırı paketlerini ardı ardına sıralamaktadır. Şurası çok açık ki, söz konusu korporatist anlayışa karşı mücadele edilmeden Türkiye işçi sınıfının bu saldırılara karşı koyması mümkün değildir. Bu açıdan, sınıf bilinçli işçilere büyük bir görev düşmektedir.
[1] Utku Kızılok, Korporatist Sendikacılık İşçi Hareketini Felçleştiriyor, marksist.com
[2] agm
[3] Utku Kızılok, AKP’nin Korporastist Hamleleri ve Sendikal Hareket, marksist.com
link: Hakan Sönmez, Düzenin Payandası: Korporatist Sendikacılık, 9 Kasım 2019, https://marksist.net/node/6781
Gerçek Engel Kapitalist Düzendir!
Şili’de Halk Bugün Ayaklanıyor!