Güney Asya’nın kıyılarında 7 binden fazla adasıyla Pasifik’te uzanan Filipinler, okyanusun dalgalarıyla yıkanıp durur. Yağmur ormanları ve geniş kumsalları üzerine doğan güneş, Filipinler’in yoksul halkı için ayrı, egemenleri için ayrı parlar. Tarihi boyunca otoriter rejimler altında acıya ve gözyaşına boğulan Filipin toprakları şimdilerde başkan Duterte’nin zulmü altında inliyor. Kapitalizmin olağanüstü dönemlerden geçtiği günümüzde tam da dünya burjuvazisinin ihtiyaç duyduğu tipte otoriter liderler birçok ülkede boy gösterirken Filipinler’in başkanlık koltuğunda ise faşist çıkışlarıyla tanınan Duterte oturuyor. Bugünün tarihsel koşullarının bir ürünü olarak öne çıkan Duterte, kendisinden neredeyse yarım asır önceki tarihsel koşulların öne çıkardığı bir diktatörün izinden gidiyor: Ferdinand Marcos!
Uzun yıllar Amerikan egemenliğinde kalan ve 1945’te bağımsızlığı tanınan Filipinler’de 1965 seçimleriyle başa gelen Ferdinand Marcos ile Filipinler için yeni bir dönem açılmıştı. Marcos, 1965’ten 1986’ya dek süren 21 yıllık iktidarı boyunca uyguladığı baskı rejimiyle, seçim hileleriyle, yolsuzluklarıyla adından çokça söz ettirecekti. Milliyetçi Parti adayı Ferdinand Edralin Marcos, ülkeyi baştan sona yollarla donatma, ekonomik kalkınma, yolsuzluklarla mücadele gibi vaatleri ile 1965’te az bir oy farkıyla seçimleri kazanarak devlet başkanı oldu. Seçimlerin hemen ardından büyük altyapı projelerine girişerek halkın sempatisini kazandı. Dış borç desteğiyle proje üstüne proje üretildi, duble yollar, köprüler inşa edildi. Başkanlığının ilk yıllarında ulusal borç 2 milyon dolardan 30 milyon dolara yükseldi ama ülke ekonomisi de 10 yılda %6-7 büyüdü. Çok tanıdık gelen bu senaryodaki baş aktör Marcos, 1969 seçimlerinde işini şansa bırakmadı. Büyük seçim kampanyaları düzenleyerek ve her türlü kirli yöntemi kullanarak yeniden devlet başkanlığına seçildi. Böylece Filipinler’de bu görevi iki dönem üst üste sürdüren ilk başkan oldu. Filipinler’in ekonomisinde görece bir büyüme sağlandı ancak borca dayalı büyümeyle birlikte yükselen enflasyon, hayat pahalılığı, artan yoksullaşma toplumda etkisini göstermeye başlamış, sosyal huzursuzluk artmıştı. 1969 seçim kampanyası için yüklü miktardaki harcamalar, yolsuzluk iddiaları halkın tepkisini yükseltmeye başlamıştı. 1970’e gelindiğinde Filipinler, özellikle öğrenci gençliğin katılımıyla gerçekleşen yürüyüşler ve protestolarla çalkalanıyordu. Halkın tepkisi devam ederken 21 Ağustos 1971’de Marcos’un “Allahın bir lütfu” olarak göreceği bir olay gerçekleşti.
Plaza Miranda bombalaması
Marcos iktidarına muhalif olan Liberal Partinin yerel seçimler dolayısıyla seçim toplantısı düzenlediği Plaza Miranda, 21 Ağustos günü iki güçlü el bombasıyla sarsıldı. 9 kişinin ölümü ve onlarca insanın yaralanmasıyla sonuçlanan bu saldırının sorumluları hakkında hâlâ farklı iddialar öne sürülse de bu olay kuşkusuz en çok Marcos’un işine yarayacaktı. Marcos hiç vakit kaybetmeden Plaza Miranda bombalamasından Filipinler Komünist Partisini sorumlu tuttu. Hem bu sarsıcı olayı hem de “komünist ve yıkıcı güçler” tarafından sürdürüldüğünü öne sürdüğü protesto gösterilerini gerekçe göstererek 1972’de sıkıyönetim ilan etti. Böylelikle 14 yıl boyunca ülkeyi tek adam rejimiyle yöneteceği günler başlamış oldu. Hitler Almanya’sında da Hitler’in faşist rejiminin başlangıcı sayılan Reichstag Yangını olayını anımsatan Plaza Miranda bombalaması, Marcos diktatörlüğünün hızla tırmanışa geçmesine vesile oldu. Birçok olağanüstü yetkinin Marcos’un elinde toplandığı sıkıyönetim sürecinde, Uluslararası Af Örgütüne göre, aralarında Liberal Parti önderi Benigno Aquino’nun da bulunduğu 70 bin kişi gözaltına alındı, 34 bin kişi işkenceye maruz kaldı ve 3240 kişi öldürüldü.
1973’te bir plebisit sonucunda %90 oy oranıyla kabul edilen yeni anayasa ile yetkileri iyice artan Marcos için altın günler başlamış oldu. Medyayı tekeline aldı, basını ve muhalif sesleri kısmak için tüm araçları kullandı. Marcos parlamentoyu ve seçimleri feshetmedi. Ama bu kurumları büyük oranda işlevsizleştiren mekanizmalarla ve ABD emperyalizminin desteğiyle diktatörlüğünü sürdürdü. Bu süre içerisinde yayınladığı birçok kararnameyle yetkilerini sınırsız hale getirirken öte yandan sıkıyönetime karşı silahlı muhalefet güçleri de giderek artıyordu. Buna karşı sıkıyönetim 1981’de kaldırıldıysa da Marcos diktatörlüğü hüküm sürmeye devam etti. Yedi yıl hapiste yattıktan sonra tedavi için ABD’ye giden muhalefet liderlerinden Benigno Aquino’nun Ağustos 1983’te ülkesine döndüğü sırada havaalanında öldürülmesinden sonra muhalif hareketler doruğuna ulaştı. Uygulanan baskı rejimi, yüksek enflasyon ve işsizlik karşısında oluşan tepkiler sonucunda muhalefet gittikçe güç kazanıyordu. Marcos, yükselen hareketliliği azaltmak için 1986’da erken seçime gitti. Muhalefetin ortak adayı ise öldürülen Benigno Aquino’nun eşi Corazon Aquino idi. Marcos seçimleri kazandığını iddia ettiyse de seçimlere hile karıştırdığı ortadaydı. Nitekim halkın çoğunluğu seçim sonuçlarına inanmadı ve Marcos’a duyulan tepkiler çoğalarak bir isyana dönüştü. “Halkın Gücü Devrimi” olarak adlandırılan, baskı rejimine ve seçim hilelerine karşı 1986 Şubatında doruğa çıkan protesto gösterileri sonucunda Marcos ve ailesi, ABD’nin de desteğini çekmesi üzerine ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Yükselen halk tepkisinin daha ileri boyutlara gitmemesi için ABD tarafından Hawaii’ye kaçırılan Marcos iki yıl sonra öldü. Diktatör Marcos’un kemikleri, muhalefetin itirazlarına ve Yüksek Mahkemenin ret kararına rağmen 2016’da başkanlık koltuğuna oturan Duterte’nin özel çabalarıyla 2016’nın sonunda gizli bir törenle Manila’daki Kahramanlar Mezarlığına taşındı. Marcos’tan geriye, on binlerce insanın çektiği büyük acıların yanı sıra ailesi ve yakın çevresi için yaptığı iltimaslar, büyük yolsuzluklar kaldı.
Otoriter rejimlerin gölgesinde yolsuzluklar
21 yıllık Marcos iktidarının önemli isimlerinden biri de Marcos’un eşi İmelda Marcos idi. Eski güzellik kraliçesi olan İmelda Marcos, Ferdinand Marcos diktatörlüğü sırasında başkent Manila valiliği ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı görevlerine getirildi. Üç çocuğa ve geniş bir sülaleye sahip olan karı-koca Marcoslar, iktidarları süresince devletin en yağlı kapılarına akrabalarını atayarak büyük bir yolsuzluk ve talan ekonomisi yürüttüler. Filipin halkı işsizlik, yoksulluk ve sefalet içerisinde debelenirken Marcos ailesi, zenginliğine zenginlik katıyor, gösteriş ve şatafatı elden bırakmıyordu. Mücevher, pahalı tablo, antika eşya düşkünlüğüyle tanınan İmelda Marcos’un üç bin çiftten oluşan bir ayakkabı koleksiyonu vardı. Filipinler’in sarayında oturduğu sırada “yoksul bir ailenin kızı olarak dünyaya geldiği” yazılıp çizilen İmelda Marcos’un birbirinden pahalı ayakkabıları, 1150 odalı saraydan “bir lokma bir hırka” edebiyatı yapıp lüks çantalarıyla gezinen birilerini nasıl da akla getiriyor!
Marcos ailesi ülkeden kaçıp gittiğinde 24 çanta külçe altın, hatırı sayılır miktarda elmas ve parayı da beraberinde götürdü. İsviçre ve Amerika bankalarında milyar dolarlık hesapları bulundu, toplam servetlerinin ise en az 10 milyar dolar olduğu hesaplandı. Filipin halkı ağır sefalet koşullarında yaşarken Marcos ailesi devlet kaynaklarını yağmalayarak lüks ve ihtişam içerisinde yaşadı. Bu durum yalnızca Marcos diktatörlüğüne has değildir şüphesiz. Gelin şimdi benzer bir hikâyeye bakmak için Peru’ya uzanalım.
Bir Latin Amerika ülkesi olan Peru’da 1990 seçimlerinde Alberto Fujimori, oyların çoğunluğunu alarak iktidara yerleşti. İzlediği ekonomik saldırı programıyla ülkeyi hızla kalkındırmakla övünen Fujimori sermayeyi memnun ederken emekçi kitleleri daha da yoksul hale getirdi. Yetmedi, parlamentonun ve yargının Peru’nun kalkınmasını yavaşlattığını söyledi, bir referandumla yetkilerinin arttırılmasını istedi. Buna karşı başarısız bir darbe girişimi gerçekleşti, hemen ardından OHAL ilan edildi. Zaten var olan baskılar ve hak ihlalleri giderek arttı, otoriter bir rejim adım adım kurumsallaştı. Anayasa ve Meclis Fujimori’nin istediği şekilde dizayn edildi. Medya kontrol altına alındı, muhaliflerin sesi kısılmaya çalışıldı. Fujimori 1999 seçimlerinde üçüncü kez aday oldu, seçimleri hile hurdayla kıl payı kazandı. Azgın neoliberal saldırıların, devlet baskısının, ağır insan hakkı ihlallerinin üstüne seçim hileleri de eklenince kaçınılmaz olarak Perulu emekçiler isyan etti. Kitlelerin bu isyan dalgasından korkan Fujimori ülkeden kaçıp gitti. Bir devrik liderin ardından daha büyük yolsuzluk perdesi aralanmış oldu. 2000 yılında yargılanan Fujimori’nin 200 milyon dolarlık yolsuzluk yaptığı tespit edildi.
Bugünün diktatörleri de iktidarları boyunca ülkeyi tabiri caizse babalarının çiftliği gibi yöneten Fujimori ve Marcos’un yolundan yürüyorlar. Günümüzde dünyanın birçok köşesinde pıtrak gibi çoğalan otoriter liderler, dünün diktatörlerinden eksik kalmayarak servetlerine servet katıyorlar. Son olarak geçtiğimiz aylarda Sudanlı emekçilerin kitlesel isyanı sonucunda devrilen diktatör Ömer El Beşir’in yolsuzlukları ortaya saçılmıştı. Sudanlı işçi ve emekçiler ekonomik krizle, açlık ve sefaletle başa çıkmaya çalışırken El Beşir’in sarayında 120 milyon dolara yakın bir parayı içeren çuvallar çıktı. Benzer tabloları Afrika’daki başka ülkelerde ve diğer coğrafyalarda da görmek mümkün. Örneğin eski Mısır diktatörü Hüsnü Mübarek devrildiğinde kendisinin ve ailesinin 67 milyar dolarlık servetinin bulunduğu ortaya çıkmıştı. “Arap Baharı”nda ülkeden kaçmak zorunda kalan Tunus diktatörü Zeynel Abidin Bin Ali devrildiğinde 15 milyar dolarlık serveti bulunuyordu. 2011’de devrilen ve 2017’de Husi isyancıların öldürdüğü Yemen diktatörü Ali Abdullah Salih, yaklaşık 30 yıllık iktidarı boyunca 32 milyar dolarlık servet biriktirdi. Zimbabwe’nin geçtiğimiz haftalarda ölen 37 yıllık diktatörü Mugabe ise, 2017 yılında, 8 milyon dolar tazminat, yılda 125 bin dolar maaş, mutlak dokunulmazlık garantisi, yurtdışı seyahat masraflarının, sağlık ve güvenlik harcamalarının devlet bütçesinden karşılanması ve ölünce eşi Grace’in yıllık maaşının yarısını alması şartıyla iktidarı “gönüllü” olarak terk etmişti. Filipinler’in yanı başında bulunan Malezya’da 2018 seçimlerini kaybeden Necip Rezak da iktidarda kaldığı süre boyunca diğer diktatörlerle yarışacak ölçüde servet biriktirmiş, üç ayrı evinden yüklü miktarda mücevher, nakit para, lüks saatler, 350’den fazla pahalı el çantası çıkmıştı.
Evlerinden çıkan mücevherler, ayakkabı kutularında saklanan tomar tomar banknotlar, yurtdışına çıkarılan dudak uçuklatacak miktardaki paralar diktatörlerin olmazsa olmazı… Çoğu zaman iktidardan düştüklerinde ya da ülkeyi terk edip kaçtıklarında gün yüzüne çıkan yolsuzluklar buz dağının yalnızca görünen kısmı. Büyük yolsuzluklara epey şahitlik yapan yaşadığımız toprakların da bu alanda yeterince birikimi var. Örneğin tarihe “dünyanın en zengin generali” olarak geçen 12 Eylül faşist askeri diktatörlüğünün ikinci aktörü Tahsin Şahinkaya’nın serveti milyar dolarları bulmuştu. Bugün aynı yoldan yürüyen iktidarın da yolsuzluk defteri oldukça kabarık. Üstelik ailesi ve yakın çevresiyle köşeyi dönenler yoksul işçi ve emekçilerin akıllarıyla alay edercesine mağdur edebiyatı yapmaktan geri durmuyorlar. Lüks ve şatafat içinde yaşayarak “itibardan tasarruf etmemeye” devam ediyorlar.
Marcos’un onyıllarca önce ve binlerce kilometre ötede sürdürdüğü diktatörlüğün, bugün, başta üzerinde yaşadığımız topraklarda olmak üzere, dünyanın birçok köşesinde otoriter rejimlerin güç kazandığı coğrafyalardaki tarihsel olay ve kişiliklerle benzerliği dikkat çekiyor. Kapitalizm ayakta kaldığı sürece dünyanın şu ya da bu ülkesinde yoksul emekçi kitlelerin karşısına zalim diktatörleri çıkaracaktır. İşçi ve emekçileri aynı tuzaklara çekmeye devam edecektir. Kaybedecek bir şeyi olmayan işçi sınıfının kaybedecek çok şeyi olan muktedirlere vereceği son ders geçmişten alacağı derslerle mümkündür.
link: Suna Akaltan, Filipinler’den Bir Diktatörlük Hikâyesi: Ferdinand Marcos, 14 Ekim 2019, https://marksist.net/node/6767
Sosyalist Bir Sanatçı: Käthe Kollwitz
Ekvador: İsyan Dalgasında Bir Halka Daha