Geçtiğimiz haftalarda ABD Başkanı Donald Trump, Uzay Gücü projesi ile ilgili kararnameyi onayladı. ABD’nin uzay gücü için kolları sıvaması yıllardır gündeme gelen bir konuydu. Nitekim emperyalist kapışmada rekabetin giderek kızışması tarafların birbirleri üzerinde üstünlük kurma hamlelerini de hızlandırıyor. ABD’nin uzay operasyonlarını genişletme atağı, emperyalist devletler arasındaki yarışı da hızlandıracaktır.
ABD, Rusya, Çin gibi ülkelerin, füzelere ve uçaklara rehberlik etmek, çeşitli konularda istihbarat toplamak için uydular kullanmaları bağlamında uzay zaten uzun zamandır militarizmin bir aracı olarak kullanılıyordu. SIPRI verilerine göre 1973’ten beri her yıl ortalama yaklaşık 120 uzay aracı fırlatılıyor ve bunların yaklaşık yüzde 75’i askeri amaçla kullanılmakta. Bu uydular askeri keşif, iletişim, navigasyon, meteorolojik, jeodezik ve haritalama görevleri için kullanılabilecek çeşitliliğe sahip.[1] ABD, Rusya, Çin gibi ülkeler kara, deniz ve hava bazlı askeri kuvvetlerini geliştirmeye devam ediyorlar. Uydular doğru hedefleme bilgisi elde etmek, nükleer savaş başlığı taşıyan füzelere, uçaklara ve donanma gemilerine hedeflerine doğru bir şekilde rehberlik etmek için kullanılmakla birlikte, kısa ve uzun mesafelerdeki askeri kuvvetler arasındaki iletişimleri sağlamada da avantaj sağlamakta.
Ancak ABD tarafından uygulamaya konulacak yeni doktrin, yüksek irtifalı askeri uçaklar ile uzayın kendisi arasındaki sınırları bulanıklaştırarak bu alanı silahlandırmayı hedefliyor. Yani uzay gücü, modern internet dünyası, e-ticaret, GPS, telekomünikasyon, gözetim ve savaş alanlarında üstünlük kurmak için kullanılacak. Trump’ın 4 nolu Yeni Uzay Direktifi, yeni uzay silahlarının öncüleri olarak lazer silahlı jetler üretilmesini, yörüngeye nükleer başlıklar konulmasını vb. öngörüyor. Buna ilişkin olarak ilgili bakanlara ve yetkililere gönderilen not da dikkat çekicidir. Trump’ın geçen ay Genel Kurmay Başkanına, NASA’ya ve Savunma Bakanına gönderdiği bu notta, “uzaya engelsiz erişimi ve uzayda operasyon serbestisini sağlamak ve ortak kuvvetlere ve koalisyon kuvvetlerine hayati imkan ve kabiliyetler sunmak” için ABD güçlerinin eğitilmesinin yasal mevzuata kavuşturulması isteniyor. Ayrıca uzay kuvvetlerinin istihbarat birimleriyle entegre hale getirilmesi, bir Uzay Kuvveti Kurmay Başkanlığı kurulması, bunun Genelkurmay Başkanlığına katılması da tavsiye ediliyor.[2] Yani ABD tıpkı dünyada olduğu gibi uzayda da hâkimiyet alanını genişletmek, hegemonyasını garanti altına almak için hamleler yapıyor.
Ayrıca aynı notta, ABD’nin uzay operasyonlarında “uluslararası yasalara” uyacağı söyleniyor! Oysa bu anlaşmalar uzayın silahlandırılmasını yasaklamaktadır ve bu da ABD’nin atmaya çalıştığı adımlara tümüyle terstir. Bunun da ötesinde ABD’nin askeri açıdan kendisini sınırlayan pek çok anlaşmaya imza koymadığı gibi, imzaladıklarından da teker teker çekildiği bilinmektedir. Örneğin 2002 yılında ABD, Anti-Balistik Füze Antlaşmasından (1972) çekilerek uzun menzilli füze sistemlerinin genişletilmesine izin verdi. Son olarak da, soğuk savaş döneminde SSCB ile imzalanan Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler (INF) Anlaşmasından çekilerek aslında Rusya gibi rakip güç konumundaki bir ülkeye rest çekerek emperyalist rekabetteki konumunun altını kalınca çizmiş oldu.
Uzay insanlığın ortak alanı mı?
1950’lerden bu yana, Birleşmiş Milletler uzayın militarizasyonunu ve silahlanmasını yasaklamak için sözde çeşitli antlaşmalar sundu. Bunların en bilindik olanı Dış Uzay Anlaşması (Outer Space Treaty) idi. 1967 yılında yapılan bu anlaşma ve bunun gibi daha nice silahsızlanma, barış vs. anlaşmaları sözde tüm insanlık için toplumun “ortak” alanını korumayı amaçlıyor. 10 Ekim 1967’de yürürlüğe giren bu çok taraflı anlaşma, dünya yörüngesine, Ay üzerine, gök cisimlerine, uzaya, nükleer silah ve kitle imha silahlarının yerleştirilmesini, Ay ya da herhangi bir gökcisminin, herhangi bir deneme de dâhil olmak üzere askeri amaçlarla kullanımını yasaklıyordu.[3] Yani bu anlaşmaya göre uzay tüm insanlığın ortak alanı ilan ediliyor ve kimsenin üstünlük yaratma hakkının olmadığı belirtiliyordu. Tıpkı bugün emperyalist paylaşım kavgasından payını alan kuzey kutbunun yani Arktik’in tüm insanlığın “ortak malı” olması gibi! Bugün Arktik nasıl paylaşım kavgasının bir alanı haline gelmişse, uzay da aynı şekilde emperyalist hedeflere hizmet ettiği noktada paylaşım konusudur. Toplumun ortaklaşa paylaşacağı değil, sermaye sınıfının leş kargaları gibi paylaşacağı bir alandır. Zaten, kapitalizm altında tüm insanlığın ortak malı diye bir kavramın hayat bulması beklenemez. Bu durum kapitalist işleyişin yasalarına aykırı olurdu. Kapitalistler bir şeyi metaya çevirip kâra dönüştürebileceklerini fark ettiklerinde hiçbir fırsatı kaçırmazlar. Bugün bedava soluduğumuz havanın bile yarın meta olarak satılmayacağının garantisi yoktur. Kapitalizm insanın ve doğanın çıkarları doğrultusunda değil tamamen sermayenin çıkarları doğrultusunda hareket etmeye odaklıdır.
Herkes kendi savaşına
Bugün kapitalizmin derin bir kriz kuyusunda inlemeleri duyuluyor. Ve bu kriz basit bir kriz olmadığı gibi “ekonomik tedbirler”le aşılabilecek bir kriz de değildir. Gerçekte olan, söz konusu tarihsel sistem krizine paralel olarak, ekonomik ve siyasal savaşın derinleşmesidir. ABD Uzay Komutanlığının “Vizyon 2020” sunumunda belirttiği gibi; arazi hâkimiyeti, deniz kontrolü ve hava üstünlüğü mevcut askeri stratejinin kritik unsurları haline geldiğinde, uzay üstünlüğü de savaş başarısının ve gelecekteki savaşın vazgeçilmez bir unsuru olarak ortaya çıkıyor.
“Görülüyor ki, hegemonya krizi her geçen gün daha da şiddetleniyor, onunla birlikte, yürüyen emperyalist paylaşım savaşının yeniden paylaşıma konu olan diğer alanlara yayılma eğilimi de her geçen gün güçleniyor. İstisnasız tüm emperyalist güçler, yürüyen emperyalist savaşın, hem hegemonya krizini çözebilecek hem de kapitalizmi sarsan derin ekonomik krizi bir nebze de olsun yumuşatabilecek yegâne araç olduğunun bilinciyle hareket ediyorlar. Biliyorlar ki, hegemonya krizi, eninde sonunda askeri araçlarla çözüme bağlanır. İster savaşa dair tutumlar yelpazesinin bir ucundaki ABD gibi en saldırgan söylemleri köpürtsünler, ister diğer ucundaki Çin gibi «savaşlarla sorunlar çözülmez» şeklindeki açıklamalarla emperyalist politikalarının üstünü örtsünler, bu gerçeklik değişmiyor.”[4]
Ölüm döşeğindeki yaşlı bir hastanın can sevdası hayatının her döneminden daha fazladır. Çırpınışı ve yaşama ısrarı ölümün az ötede oluşunun farkında olmasındandır. Bu nedenle elinden ne geliyorsa ömrünü uzatmak için kullanmak ister. Burjuvazi de içinde bulunulan sistem krizinin çetrefilli halinin de gösterdiği üzere nereye saldıracağını şaşırmış durumda. Uzaya sıçrayan hegemonya mücadelesi emperyalizmin ulaştığı tehlikeli boyutları göstermektedir. Bugün bir taraftan ardı ardına yaşanan teknolojik gelişmeler üretici güçlerin gelişmişlik düzeyini gösterirken bir taraftan da burjuvazinin bu potansiyeli yok etme pahasına insanlığı bir yok oluşa götürdüğüne şahit oluyoruz. Oysa insanlığın bolluk içinde yaşayacağı dünyayı kurma olanağı bugün her zamankinden daha yakın durmaktadır. Dolayısıyla emperyalistler kendi savaş araçlarını geliştirmek için kıyasıya rekabet ederken, işçi sınıfı devrimcilerine düşen görev de emperyalist savaşa karşı sınıf savaşının araçlarını geliştirmek ve mücadeleyi büyütmektir.
[4] Oktay Baran, Barış Lafazanlığı ve Savaş Gerçeği, Aralık 2018, marksist.com
link: Başak Güler, Uzaya Taşınan Emperyalist Savaş, 16 Ağustos 2019, https://marksist.net/node/6724
Yurtdışında Yaşamak
17 Ağustos Depreminden 20 Yıl Sonra