1990 dönemecinde SSCB ve Doğu Bloku’nun yıkılmasının ardından burjuvazi “yeni dünya düzeni”ni ilan ederken bunu emekçi kitlelere barış ve refah toplumu olarak sunmuş, kapitalist küreselleşmeyi ise her derde deva bir çözüm olarak pazarlamıştı. Burjuva ideologlara göre, sınıflarla birlikte ideolojiler de son bulacak, ekonomik bunalımlar bir daha patlak vermemecesine geride bırakılacak, sınıf savaşının yerini “uzlaşma”ya dayalı bir “kazan-kazan” anlayışı alacaktı. İşçi sınıfının siyasal ve sendikal açıdan örgütsüzleştirilip atomize edilmesinden aldığı güçle burjuvazi bu iddiaları o dönemde geniş bir kesime tartışmasız doğrular olarak kabul ettirmeyi başardı. Bu arada, emperyalist merkezlerde üretilip dolaşıma sokulan neolibeal saldırılar, sağlı sollu burjuva partilerce bütün dünyada uygulamaya kondu.
Ancak burjuvazinin saldırıları hiçbir dönemde işçi sınıfını ilelebet politikadan ve eylemden uzaklaştıramamıştır. Nitekim bu kez de daha on yıl bile geçmeden emekçiler cephesinde yeni arayışlar, çabalar ve hareketler birbiri ardına sökün etti. Milenyum dönemeci sınıf mücadelesi açısından da dönemsel bir ayıraç işlevi gördü. Dahası, kapitalizmin engelsiz bir gelişme dönemine girdiği safsataları yerle bir olurken, onun çıkışsız bir tarihsel kriz içine girdiğine ilişkin emareler birbiri ardına ortaya çıkmaya başladı. 2000’lerin başından itibaren Latin Amerika’nın pek çok ülkesinde oligarşik iktidarları deviren büyük isyanlar ve mücadeleler yaşandı. 1999’un son günlerinde Seattle’da “küreselleşme karşıtı” eylemlerle yükselişe geçen kitlesel hareketler, ilerleyen yıllarda, savaş karşıtı hareket örneğinde de görüldüğü üzere çeşitlenerek güçlenmiş fakat bir süre sonra geri çekilmişti. Ne var ki bu geri çekilişle teselli bulan burjuvaziyi 2008 kriziyle birlikte çok daha güçlü bir tepki hareketi bekleyecekti.
2008 krizi, büyük bir yıkıma uğrattığı işçi ve emekçi kitleleri aynı zamanda sarsarak harekete geçirmenin yanı sıra, burjuvazinin ideolojik cephaneliğinde de onulmaz bir tahribat yarattı: Olmaz denilen kriz üstelik de hiç görülmemiş bir yıkımla tüm dünyayı allak bullak etti, yok oldu denen işçi sınıfı dünyanın dört bir yanında “ben buradayım” diyerek ayağa kalktı, bir daha geri gelmemecesine tarihe gömüldüğü iddia edilen devrim ve sosyalizm fikri milyonları yeniden çekim alanına almaya başladı.[1]
2008 krizini izleyen on yıllık dönemde, pek çok ülkede, “böyle gelmiş böyle gider” düşüncesini kırıp parçalayan büyük toplumsal hareketler patlak verdi. Krizin işsizliğe, sefalete sürüklediği işçiler, geleceksizleştirdiği gençler, ezip suyunu çıkardığı kadınlar, fokur fokur kaynayan bir zeminde milyonlarla ayağa kalktılar. 2011’de Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun büyük bir bölümünü saran isyanlar sonucunda, onyıllardır ülkelerini demir yumrukla yürüten diktatörler devrildi. Söz konusu isyanların etki alanı Arap coğrafyasıyla da sınırlı kalmadı; Tahrir Meydanındaki işgal eylemleri binlerce kilometre ötelerde de yankı buldu. Bunlara katılanların çoğu hayatlarında ilk kez bu tip bir toplumsal eylemde yer alan gençlerden ve beyaz yakalı işçilerden oluşuyordu. Madrid’deki Puerta del Sol Meydanını işgal eden “Öfkeli” gençler tıpkı Tunuslu Buazizi gibi, işsizliğe, düşük ücretlere, çalışma ve yaşam koşullarının ağırlaşmasına, özgürlüklerin kısıtlanmasına isyan ettiler. Bu hareket, birkaç yıl sonra, İspanya’da iki partili sistemin rutinini soldan parçalayan Podemos’u ortaya çıkardı.
Bu genç kuşak New York’ta da benzer taleplerle sokağa döküldü. 2008 kriziyle birlikte işten atılan ve yıllarca iş bulamayan çoğu genç binlerce işçi 2011 sonbaharında sokağa dökülerek “Wall Street’i işgal et” eylemlerini başlattı. “Biz %99’uz, onlar %1” diyerek tekelleri ve onların sistemini hedef alan bu gençler, Mısır’da Tahrir Meydanında yaşanan işgal eylemlerinden etkilenerek kurdukları çadırlarla, Wall Street denen finans mabedini aylarca işgal ettiler. 2016’da, Demokrat Partinin başkan adaylığı yarışını son anda kaybeden Bernie Sanders’ın kampanyası sırasında kullandığı “demokratik sosyalizm” ve “politik devrim” sloganlarının özellikle gençlik içinde büyük bir sempatiyle karşılanmasının temelleri de o günlerde atıldı.
Sosyalizmin yarım yüzyılı aşkın bir süre boyunca şeytanlaştırıldığı, sosyalistlerin cadı avlarına maruz bırakıldığı ABD’de yaşanan bu değişimin bir benzerinin İngiltere’de de görülmesi, içinden geçtiğimiz tarihsel dönemin bir yansımasıdır kuşkusuz. Gençliğin sola doğru bariz bir kayış yaşadığı bu ülkede de aynı dönemde büyük bir siyasi sarsıntı yaşanmış ve onyılların çürüyüp sağcılaşmış İşçi Partisi, gençliğin enerjisiyle öne itilen Corbyn’le birlikte yeniden hayat belirtisi göstermeye başlamıştır.
2008 krizinin ağır bir yıkım tablosunun yanı sıra devrimci durumlara varan bir sınıf hareketini doğurduğu ülkelerden biri de Yunanistan olmuştur. Ne var ki, bu hareket de devrimci bir örgütlülükten yoksunluk koşullarında işçi sınıfının iktidarı eline alamamasıyla sonuçlanmıştır. Kitleleri büyük beklentilere sürükleyerek 2015 başında iktidara gelen reformist Syriza hükümeti, onların taleplerini karşılamak yerine burjuvaziyi yıkımdan kurtaracak ağır bir kemer sıkma programının yürütücüsü olma görevini üstlenerek işçi ve emekçilere ihanet etmiştir. Bugün Yunanistan hâlâ o yıkımın izlerini taşımakta, üstelik umutsuzluk ve hoşnutsuzluktan beslenerek güçlenen bir faşist hareket gerçekliğiyle de yüzyüze bulunmaktadır.
Ekonomik kriz, yeniden…
On yıl önce yaşadığı büyük depremin ardından irili ufaklı sarsıntıların hiç dinmediği kapitalist ekonomi, bugün yeniden küresel bir depremin eşiğinde. Bir önceki krizin uğrattığı yıkımdan henüz kurtulamayan emekçiler, pek çok ülkede, borç içindeki sermaye devletlerinin birbiri ardına gündeme getirdikleri yeni saldırı programlarıyla daha ağır bir yıkıma sürükleniyorlar. Temel tüketim maddelerine yapılan fahiş zamlarla ve yükselen enflasyonla birlikte işçilerin ve emekçilerin alım gücü düşüyor, işsizlik artarken sefalete sürüklenenlerin sayısı katlanıyor. Tam da bu yüzden, son bir yıl içinde çok sayıda ülkede birbiri ardına kitlesel patlamalar yaşanıyor: Tunus, Lübnan, Ürdün, Ermenistan, İran, Sudan, Macaristan, Bulgaristan ve elbette Fransa. 2018’de Marksist Tutum’daki çeşitli makale ve haberlerle yer verdiğimiz bu toplumsal hareketlere kısa bir göz atış bile, bu bağlamda gerek nicelik gerekse nitelik olarak önemli bir sıçrama döneminden geçmekte olduğumuzu gösteriyor.[2]
İşçi ve emekçi kitlelerin 2018 eylem takviminin açılışını ise İranlı işçiler yaptılar. Aralık ayının son günlerinde başlayıp Ocak ayına sarkan gösteriler, ekonomik taleplerle başlamış fakat kısa sürede politikleşerek rejim karşıtı sloganlarla 70 kente yayılıp yüz binlerce insanı içine çekmişti. Ağırlıklı kesimini yoksul işçi-emekçi kitlelerin oluşturduğu bu hareketin, düzen içi muhalefetin liderliğindeki daha önceki hareketler gibi seçimlere yönelik itirazlardan vb. kaynaklı olmaması da onu daha önce yaşananlardan ayrı bir yere koymaktaydı.
Geçtiğimiz yılın 8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü eylemleri de daha öncekilerden farklılığıyla öne çıkan sınıf hareketlerinden biri oldu. Bu eylemler tüm dünyada her zamankinden çok daha yüksek katılımlarla gerçekleşti. Ancak İspanya en kitlesel eylemlere ev sahipliği yapmanın yanı sıra bir ilke de imza attı. Milyonlarca kadının “evde de işte de çalışmıyoruz” diyerek greve gitmesi, aynı zamanda 8 Mart vesilesiyle gerçekleştirilen ulusal ölçekli ilk “kadın grevi” olarak da tarihe geçti. İspanya’da yapılan bu grev, 2003’teki savaş karşıtı gösterilerden ve 2011’deki “Öfkeliler” hareketinden sonraki en kitlesel eylem olmasıyla da öne çıktı.
Tüm emekçi toplum kesimlerinin farklı yönleriyle de olsa kapitalizmin yarattığı her türden soruna karşı kitlesel olarak tepkilerini ortaya koymaya başlamaları, içinden geçtiğimiz dönemin karakteristik özelliklerinden birisini oluşturuyor. ABD’de gençlerin okullarda artan katliamlara karşı tepkilerini ortaya koymak için başlattıkları fakat kısa sürede kapsamı bunun çok ötesine geçen “Yaşam Hakkı” eylemleri de bunlardan biriydi. 2018 Martında sadece Washington’da 800 bin gencin yürüdüğü bu eylemlere ülke çapında 1 milyondan fazla insan katıldı. Demokrat Parti bu gösterileri yönlendirmeye ve talepleri bireysel silahlanmanın kontrol altına alınmasına yönelik yasal düzenlemeyle sınırlandırmaya çalışsa da gençler bu sınırın ötesine geçerek, hükümetin savaşa ve orduya para akıtıp tekellerin çıkarlarını düşünmek yerine onların ve ailelerinin yaşamlarını daha iyi hale getirmesini istediklerini haykırdılar.
2018’de isyan günlerine dâhil olan ülkelerden biri de, emekçilerin Serj Sarkisyan’ın tek adamlık hevesine karşı ayağa kalktıkları Ermenistan idi. Sarkisyan’a karşı Nisan ortasında başlayan gösteriler, muhalefet lideri Paşinyan’ın gözaltına alınmasıyla tam bir isyana dönüştü. Yüzlerce askerin sokağa çıkarak göstericilere katılması ise Sarkisyan açısından belirleyici bir dönüm noktası oldu ve on gün boyunca devam eden bu isyanın daha öteye geçerek hükümete yönelmesinin önünü almak için istifa etmek zorunda kaldı.
2018’de bir siyasi sarsıntı da, ABD’yle sıkı sıkıya bağlantılı olan oligarşik sağ iktidarların kadiri mutlak olarak görüldüğü Meksika’da yaşandı. Bu ülkenin 80 yıldan bu yana gördüğü en sol başkan olarak anılan Lopez Obrador Temmuz ayında yapılan seçimlerde devlet başkanı seçildi. Gelir dağılımı eşitsizliğinde OECD ülkeleri arasında yıllardır ilk sırada yer alan ve 1980’lerden itibaren neoliberal saldırıların şampiyonluğunu yapan bu ülke, 2006 ve 2014’te keskin sınıf mücadelelerine tanık olmuştu. Obrador’un iktidara gelişi de aslında bu mücadelelerin belirlediği bir toplumsal zemine dayanarak gerçekleşti. Fakat kapitalizmin reformlara takatinin kalmadığı bir tarihsel dönemden geçiyoruz ve Obrador’un da emekçi kitlelerin taleplerini karşılayamayacağını net olarak söyleyebiliriz. Kitleler bunu ancak yaşayarak göreceklerdir. Doğrusu Aralık ayında görevi devralan Obrador’u da zorlu bir dönem beklemektedir. Zira kapitalizmin içine girdiği kriz daha şimdiden Meksikalı işçileri de keskinleşen bir sınıf mücadelesine itmeye başlamıştır. Geçtiğimiz Ocak ayında 70 bin otomotiv işçisi, sendika bürokratlarının engelleme çabalarına rağmen yaklaşık 50 fabrikada iş bırakarak greve çıkmış ve kararlı bir mücadelenin ardından patronlara geri adım attırarak taleplerini kazanmışlardır. Küresel otomobil tekellerinin Meksika’nın ABD sınırındaki Matamoros kentine kurdukları yedek parça ve montaj fabrikalarında çalışan grevci işçiler, sınıra yürüyerek Amerikalı sınıf kardeşlerini de ayağa kalkmaya çağırmışlardır.
Meksikalı işçilerin grevi, Amerikan otomobil tekellerinin kriz nedeniyle binlerce işçiyi işten çıkarmaya başladığı bugünlerde, Amerikalı işçilere de mücadelenin yolunu göstermesi bakımından önem taşıyor. Daha yüksek bir sömürüyle kârlarını arttırmak için üretim bantlarını farklı ülkelere kaydıran tekeller, istemeden de olsa bu ülkelerin işçilerini de birbirlerine bağlıyorlar. Mücadele yükseldikçe, işçiler çıkarlarının ve kaderlerinin ortak olduğunu daha net görebilir hale geliyorlar. Kuşkusuz, türlü politikaları, oyunları, faşist çeteleriyle burjuvazi, sınıfı bölerek bu bilinç sıçramasının önüne geçmek için her türlü oyunu, milliyetçi politikayı ve faşist çetelerini seferber etmekten, dahası Trump’ın yaptığı gibi sınıra duvar örmekten geri durmuyor.
Emekçi kitlelerin tüm ülkelerde benzer taleplerle sokağa dökülmeleri karşısında egemenler “dış mihraklar” yalanlarına sarılsalar da aslında mihrak gayet “içeriden”dir. Kapitalizmin içinde bulunduğu tarihsel sistem krizi, onu bir çıkışsızlığa sürüklüyor ve saldırganlığıyla birlikte her alanda yarattığı yıkımı da arttırıyor. Dünyayı bir ağ gibi saran kapitalizm, dil, din, milliyet, ırk, renk ayrımı gözetmeksizin tüm emekçileri ağır sömürü, yoksulluk ve işsizlik potasında birleştiriyor. Sermaye sınıfı, bir elden çıkmış gibi görünen saldırı programlarını Türkiye’de de, Tunus’ta da, İspanya’da da, Hindistan’da da eş zamanlı olarak uygulamaya koyuyor. Bu durum saldırıya uğrayanların tepkisini de körüklerken, farklı ülkelerde patlak veren toplumsal hareketlerin hızla yayılmasının zeminini de döşüyor.
Dünyanın o ya da bu bölgesinde yaşanan tüm isyanlar, kapitalizmin artık dikiş tutmadığını ve emekçi kitlelere verecek hiçbir şeyinin kalmadığını gösteriyor. 2011’deki Arap isyanlarının fitilini ateşleyen ve bu süreçte diğerlerinin aksine burjuva “demokratik” işleyişe geçmiş görünen Tunus’a bakıldığında da bu olgu apaçık görülüyor. Sekiz yılda dokuz hükümet eskiten Tunus’ta, diktatör Bin Ali’nin def edilmesine rağmen emekçilerin hiçbir yakıcı sorunu çözülmediği için Tunus’ta hâlâ Buazizi’nin ruhu dolaşıyor.
2011’deki dalgaya dâhil olsun ya da olmasın, Arap coğrafyasındaki diğer ülkelerin durumu da farklı değildir. Son bir yıl içinde Ürdün’de yaşanlar bunun bir örneğidir. Sudan’da ise emekçiler, o günlerde savaş ve baskılar nedeniyle ayağa kalkamamış olsalar bile, bugün 30 yıldır başlarına musallat olan El Beşir’in istifası için sokaklardadırlar.
Macaristan’da da geçtiğimiz Aralık ayında, yıllık fazla mesai saatini 400 saate çıkaran ve fazla mesai ücretlerinin ödenme süresini üç yıla kadar uzatan “Köle Yasası’na karşı on binlerce işçi sokağa döküldü. İşçiler bu yasanın geri çekilmesini, Orban liderliğinde yürütülen faşizan uygulamalara son verilmesini ve Orban’ın istifasını isterken, faşist Orban bizler için fazlasıyla tanıdık bir tepki gösterdi ve “dış mihrakların kışkırtmalarına kapıldıklarını” söyleyerek eylemci işçileri kriminalize etmeye çalıştı. İşçilerin eylemleri şimdilik geri çekilmiş görünüyor, ne var ki sorunlar olduğu yerde duruyor ve bu da her yeni bir yükseliş için zemin yaratıyor.
Aynı haftalarda Bulgar halkı ise akaryakıta peş peşe yapılan zamlar, eski otomobillere koyulan yüksek vergiler ve arttırılan sigorta bedellerine karşı sokağa döküldü. Kuşkusuz bunlar sadece, birikmiş çok daha genel bir öfkeyi tutuşturan bir kıvılcım işlevi görmüştü. Bulgaristan’daki bu hareket bir süre sonra geri çekildi, ama Fransa’da aynı nedenlerle tetiklenen Sarı Yelekliler Hareketine itki vererek!
Son yıllarda emekçilerin tepkisinde belirgin bir yükselişin yaşandığı ülkelerden biri de Hindistan’dır. Neoliberal ekonomi programlarının tarımdan sanayiye her alanda azgın bir şekilde hayata geçirilmesinin toplumsal çelişkileri çok daha keskin hale getirdiği bu kıtasal ülkede yüz milyonlarca emekçi yıkıma sürüklenmiştir. 2014’te işçi ve emekçi kitlelerin umutsuzluğunu suiistimal ederek işbaşına gelen faşist Modi’nin neoliberal politikaları devam ettirirken işçi sınıfına yönelik saldırıları daha da arttırması son yıllarda sınıf hareketinde belirgin bir yükselişi de beraberinde getirmiştir. 2016’da 180 milyon emekçinin genel greve çıktığı Hindistan, 2019 Ocağında bu kez 200 milyon emekçinin genel greviyle sarsılmıştır.
İçinden geçtiğimiz günlerde neredeyse her hafta başka bir ülkede bir toplumsal hareket patlak veriyor. Son haftalarda Balkan ülkelerinden Sırbistan, Arnavutluk ve Karadağ’da emekçi kitleler mevcut hükümetlerin saldırı programlarına, yolsuzluklarına, baskılarına karşı kitlesel olarak sokağa dökülmüşlerdir.
Keza Haitili emekçiler de “insanca yaşamaya hakkımız var” diyerek haftalardır yoksulluk ve yolsuzluğa karşı devlet başkanı Moise’nin istifası talebiyle sokaklardalar.
Fransa: Sarı Yeleklilerin saldığı isyan korkusu
Daha önce kısaca özetlemeye çalıştığımız gibi Fransa 2008 krizinden sonra işçi sınıfının kitlesel eylemlerinin birbiri ardına patlak verdiği ülkelerden biri olmuştur. 2017’de ise, Hollande’ın tepetaklak indirildiği koltuğa, Le Pen’e karşı ehveni şer denilerek desteklenen Macron oturtulmuştur. Ancak aylardır gördüğümüz gibi, o koltuk Macron’a da yaramamış, Fransız burjuvazisi için alarm zillerini bu kez de Sarı Yelekliler çalmaya başlamıştır. Geçtiğimiz Kasım ayında Bulgaristan’ın hemen ardından bu ülkeye sıçrayan eylemler kısa sürede tüm ülkeye yayılmış ve katılımcı sayısı yüz binlere ulaşmıştır. Macron, akaryakıt zammı, asgari ücret ve emekli maaşları konusunda geri adım atsa da hareketi sönümlendirememiştir.
Kısa sürede sona ereceği gözüyle bakılmasına rağmen aylardır devam eden eylemler, son haftalarda polisiye tedbirler arttırılarak engellenmeye çalışılıyor. Bugüne dek binden fazla insan hapis cezasına çarptırıldı, çok daha fazlası için dava açıldı. Eylemler karşısında polise “kişileri eylemlere katılmaktan men etmek” de dâhil olmak üzere olağanüstü yetkiler tanıyan ve göstericilere “yüzlerini kapama” vb. gerekçesiyle ağır para ve hapis cezaları getiren bir yasayı yürürlüğe koymaya hazırlanan Macron, Fransa’yı adım adım polis devletine dönüştürüyor. Çünkü burjuvazinin korkusu büyük.
Le Monde Diplomatique’te geçtiğimiz günlerde yayınlanan bir makalede, “Fransız elitlerin yarım asırdır böyle bir korku duymadıkları” söylenerek, bu korkunun sıradan bir seçim kaybetme, istenen “reform”u geçirememe ya da borsadaki hisselerinin düşmesi korkusu değil, ayaklanma, isyan ve iktidarı kaybetme korkusu olduğu belirtiliyor.[3] Bu iddia çeşitli burjuva yazarların ve bizzat sermaye temsilcilerinin ifadeleriyle destekleniyor. Sarı Yeleklilerin 1 Aralıkta düzenledikleri büyük eylemin ardından bir burjuva gazetecinin televizyonda sarf ettiği şu sözler bu korkuyu apaçık resmediyor: “Bütün büyük sanayi grupları ikramiye dağıtacaklar, çünkü gerçekten de kafalarının kazığa geçirileceğinden korktular.” Eylemlerin giderek kitleselleştiğini ve radikalleştiğini gören büyük şirketlerin MEDEF (Fransa’nın en büyük patron örgütü) başkanını uyardığını söyleyen bu gazeteci, burjuvaların kendilerini fiziksel tehdit altında hissettiklerini dile getiriyor.
Aynı makalede, söz konusu televizyon programında bir anket şirketinin yöneticisinin sözlerine de yer veriliyor. Büyük patronların “gerçekten çok korktuğu”nu söyleyen bu zat, mevcut atmosferin ona 1936 ve 1968’dekine benzer olayları hatırlattığını belirtiyor. Belli ki, son yıllardaki kitlesel grevler ve Sarı Yeleklilerin yayılan eylemleri, burjuvaziye, söz konusu yıllardaki grev ve işgal dalgasının yarattığı devrimci durumları çağrıştırmaktadır. Tam da bu yüzdendir ki, burjuvazi, bu isyanın bastırılması için amansız ve acımasız olunmasını istemektedir. Chirac’ın eski Eğitim Bakanı Luc Ferry’nin, çıktığı bir radyo programında Sarı Yeleklilere karşı sarf ettiği şu sözler de, Paris Komününü vahşetle bastıran bir geleneğe sahip olan Fransız burjuvazisinin devrimci işçi sınıfına duyduğu tarihsel nefreti yansıtır niteliktedir: “Kanun ve düzen güçleri, polisle çatışmak için aşırı sağdan, aşırı soldan yahut varoşlardan gelen bu haydutlara, bu piçlere karşı, silahlarını bu kez gerçekten kullanmalıdır!”
Doğrusu bu nefret, korku ve zorbalıkta Fransız burjuvazisi yalnız değildir. İşçi ve emekçi kitlelerin devrimci kulvarlara yönelmesi tehlikesi karşısında tüm egemenler aynı refleksle hareket etmektedir.
Geçtiğimiz günlerde İngiliz The Economist dergisi de gençliğin sosyalizme ilgisindeki artışa dikkat çeken bir kapakla çıktı. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden otuz yıl sonra sosyalizmin özellikle 1980 ve sonrası doğan gençler arasında yeniden yükselişe geçtiğini belirten dergide şöyle deniyordu: “Aradan 30 yıla yakın bir süre geçti ve şimdi sosyalizm tekrar moda oldu. ABD’de yeni seçilen bir kongre üyesi Alexandria Ocasio-Cortez kendisini demokratik sosyalist olarak tanımlayınca sansasyon yarattı. ABD’de 2020’de yapılacak başkanlık seçimlerinin Demokrat adayları da sola meylediyor. Birleşik Krallık’ta İşçi Partisinin keskin lideri Jeremy Corbyn, Downing Street 10 numaranın [başbakanlık konutu] anahtarlarını kazanabilir. Sosyalizm tekrar bu kadar gündemde çünkü Batı toplumlarında neyin yanlış gittiğine dair isabetli eleştiriler getirdi. Sağcı siyasetçiler genelde fikir tartışmalarından uzaklaşıp şovenizm ve nostaljiye yakın dururken, sol, eşitsizlik, çevre ve gücün elitlerden ziyade nasıl yurttaşlara verileceğine odaklandı.”
Kapitalizm her alanda insanlığa sosyalizmi dayatıyor ve emekçi kitleleri adım adım buna zorluyor. Burjuvazi de bu gerçeğin bal gibi farkında ve bu yüzden de ekonomik taleplerle başlayan kitlesel mücadelelerde bile sosyalizm hayaletini görüyor. Çünkü onyıllardır ağır saldırılar altında geleceksizliğe mahkûm edilen ve bu durum karşısında biriken öfkeleri hiç beklenmedik bir anda patlama potansiyeli taşıyan işçi ve emekçi kitlelerin tepkilerinin hızla politikleşebileceğini biliyor. Son on yılda otoriterleşme eğiliminin hızla faşizme doğru yol almasının nedeni de bu korkudur. Filipinler, Macaristan, Türkiye, Polonya, İtalya, ABD, Rusya, Brezilya gibi pek çok ülke bu yolun değişik duraklarında konumlanırken, geri kalanlar da ilerledikleri otobanda aynı okları takip etmektedir.
ABD’nin üstünde de o “heyulâ” dolaşıyor
The Economist’in de dikkat çektiği gibi, ABD’de de özellikle gençler arasında sosyalizme ilginin bariz bir şekilde arttığı görülüyor. Son yıllarda yapılan çeşitli anketler, bu ülkede 18-29 yaş arası gençlerin yarıdan fazlasının kapitalizme karşı olduklarını, üçte birinin de sosyalizme sempatiyle baktıklarını gösteriyor.
2018 Martında gerçekleşen “Yaşam Hakkı” eylemlerinin ardından, silah tekellerinin örgütü olan NRA’nın CEO’su La Pierre, bu hareketin “Amerika’daki yeni sosyalist dalganın bir parçası” olduğunu söylemişti. Ama sadece o değil. Geçtiğimiz günlerde, Amerikan tarihinde ilk kez bir başkan, Kongrede yaptığı Ulusun Birliği[4] konuşmasında, ABD’de sosyalizme desteğin büyüdüğünden söz etmiştir: “Birleşik Devletler’de, sosyalizmi benimseme yönündeki yeni çağrılar nedeniyle alarm durumundayız. Bu akşam, Amerika’nın asla sosyalist bir ülke olmayacağı yönündeki kararlılığımızı yineliyoruz.” Trump’ın dile getirdiği bu kaygının nesnel temelinin her geçen gün güçlendiği açıktır. Sadece gençlik değil, kadınlar, işçiler, göçmenler, siyahlar, kısacası tüm ezilen, sömürülen toplum kesimleri belirgin bir tepkisellik içindedir ve bunu eyleme de dökmektedir.
Her fırsatta kadınları aşağılayan, göçmen düşmanlığını ifade eden, milyarderlerin sözcüsü Trump bu tepkiyi, yemin edip göreve başladığı gün karşısında görmeye başlamıştır. 2017 Ocağında Trump yemin ederken, ABD, tarihindeki en geniş katılımlı protesto gösterilerinden birine tanık olmuştur. Trump’a karşı tepkilerini dile getirmek için Amerika’nın dört bir yanında düzenlenen “kadın yürüyüşleri”ne 4 milyondan fazla Amerikalı katılmıştır. Irkçılığa, göçmen düşmanlığına, kadınlara yönelik şiddete ve ayrımcılığa, ekonomik eşitsizliğe vb. karşı geniş bir talepler setiyle yürüyen kadınlar ve onları destekleyen erkekler, bu protesto yürüyüşünü 2018’de de yüz binlerin katılımıyla tekrarlamışlardır.
2017 Ağustosunda Amerika bu kez kitlesel anti-faşist gösterilere sahne olmuştur. Trump’tan aldıkları güçle Charlottesville kasabasında gövde gösterisi yapmak isteyen faşistlere karşı bir araya gelen on binlerce sosyalist ve demokrat, anti-faşist sloganlarla gösteriler düzenlemiş ve faşist saldırganlığın sorumlusu olarak Trump’ı göstermişlerdir.
Amerika 2018’de işçi eylemlerinin yaygınlaşmasıyla da öne çıkmıştır. Nitekim ABD İşçi İstatistikleri Bürosunun geçtiğimiz günlerde yayınladığı rapor, 2018’de greve giden işçi sayısının 1986’dan bu yana görülen en yüksek rakama ulaştığını ortaya koymuştur. 533 bin olarak tespit edilen bu rakam 2017’dekinin 20 katıdır. Keza grevde kaybedilen gün sayısı da son 14 yılın en yüksek sayısına ulaşarak 2,3 milyon gün olmuştur.
Bu noktada öğretmenlerin mücadelesi özellikle dikkat çekmektedir. Öğretmen sayısının azlığı, eğitime kaynak ayrılmaması, öğretmen ücretlerinin düşüklüğü, okulların her türlü tehdide açık hale gelmesi gibi olgular karşısında, 2018’de, birbiri ardına pek çok eyalette yüz binlerce öğretmen ve okul çalışanı greve gitmiştir ve söz konusu grevler hâlâ devam etmektedir.
İşte tüm bu yükselişle birlikte, çıkışsızlık hissi de burjuvaziyi alabildiğine saldırgan hale getirmektedir. Globalizm ideolojisinin şampiyonu olan ABD’de, Trump, “Amerika’yı büyük yap” diyerek gümrük duvarlarını yükseltip ticaret savaşlarının fitilini yakıyor. Globalizmin sembolleri olan emperyalist anlaşmalardan ve kurumlardan teker teker çekiliyor. Bir zamanlar Berlin Duvarının yıkılmasıyla övünenler şimdi Meksika duvarını inşa etmeye girişiyorlar. Özgürlük ve demokrasi diyerek Ortadoğu’yu ve Afrika’yı talan eden emperyalist güçler, son on yılda polis devletine doğru aldıkları yolda bir hayli mesafe kaydettiler. Neredeyse tüm Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da faşist örgütlenmeler çığ gibi büyüyor, pek çoğunda parlamentoya girmiş hatta hükümet ortağı olmuş durumdalar.
Kapitalizmin içinde bulunduğu tarihsel kriz zemini, görüldüğü gibi, devrimci durumlar ve faşizm gibi iki zıt olguyu, diyalektik bir bütünlük içinde beslemektedir. Elif Çağlı’nın tam da 2008 krizinin patlak verdiği günlerde kaleme aldığı yazılarda bu iki olguya birden işaret etmesinin önemi ve anlamı ilerleyen süreçte çok daha net bir şekilde ortaya çıkmıştır:
“Kapitalizmin büyük kriz dönemlerinin genelde devrimci durumlara gebe olduğu tespitini yaparken, son derece önemli bir gerçekliği de gözden kaçırmamak gerekir. Kapitalizm ekonomik krizleriyle kendiliğinden yıkılmayacağı gibi, kriz dönemlerinin devrimci doğrultuda olgunlaşması da kendiliğinden gerçekleşmeyecektir. Devrimci öncünün mücadelesi sayesinde işçi sınıfı bilinç ve örgütlülük düzeyi bakımından avantajlı kılınabilirse, ciddi bir kriz dönemi devrimci bir durumun olgunlaşması doğrultusunda gelişebilir. Aksi halde, krizlerin neden olduğu sarsıntılı dönemler faşizm türü baskıcı burjuva rejimlere kitlesel destek yaratılmasıyla da sonuçlanabilir. Kısacası krizin yaratacağı devrimci fırsatların değerlendirilebilmesi, devrimci bir önderliğin olup olmamasına ve toplumun geniş emekçi kesimlerinin işçi sınıfının devrimci örgütlülüğü etrafında harekete geçirilip geçirilmemesine bağlıdır.
“Büyük kriz dönemleri kapitalizmin temel sınıflarına ve bu sınıfların siyasal temsilcilerine asli görevlerini hatırlatan bir uyarıcı işlevi de görürler. İşçi sınıfının öncü güçlerinin oyalamacı, uzlaşmacı, reformist etkilenmelerden iyice kurtulmaları doğrultusunda katı gerçekleri daha da net kavranabilir hale getirir kriz. Fakat söz konusu dönemler, diğer yanda, sisteme dair temel gerçekleri burjuva güçlerin suratına vurmaktan da geri durmaz.” (Dünyanın Üzerinde Bir Heyula Dolaşıyor, marksist.com) Evet, bugün kapitalizm işçi sınıfını ve genel olarak emekçileri daha da zorlu testlere tâbi tutmak üzere saldırılarını sertleştiriyor ve yaşanan her gelişme uzun zamandır yinelediğimiz tespitlerimizi doğruluyor.
[1] Elif Çağlı’nın 2008 krizinin patlak verdiği dönemde yazdığı şu iki yazı, bugüne dair isabetli öngörülerin yanı sıra içinden geçtiğimiz dönemin karakterine dair de ayrıntılı tahlillerde bulunmaktadır: “Uzak ve Yakın Tarihin Prizmasından Yansıyan Gerçekler” (Ekim 2008), “Dünyanın Üzerinde Bir Heyulâ Dolaşıyor” (Kasım 2008).
[4] ABD başkanlarının, her çalışma takvimi yılı başında, bütçe, ekonomik durum ve siyasal öncelikler konusunda Kongreyi bilgilendirmek üzere yaptığı konuşma, “Ulusun Birliği - State of the Union” adını taşıyor. Bu konuşma, televizyon ve radyo kanallarından canlı olarak yayınlanıyor.
link: İlkay Meriç, Dünya İsyanda, 22 Şubat 2019, https://marksist.net/node/6609
Bütçe, Eski Söylemler ve İktidarın Çıkarları
Leyla Güven’in Açlık Grevi 113. Gününde