Krizin giderek derinleştiği ve emekçi kitleler açısından doğrudan yansımasını bulduğu dönemde gündemden pek çok konu hızla gelip geçti, geçiyor. Bunlardan birisi de “tasarruf bütçesi” adıyla oluşturulan 2019 bütçesi oldu. Yeni yılın bütçesi rejimin çıkar ve hedeflerini de yansıtırken, hem sosyal hem ekonomik açıdan iktidarın politikalarına ışık tutuyor.
Her yıl bir önceki yılın bütçesine kıyasla daha kötüsü emekçilerin önüne konurken, vergi gelirlerinin planlanandan %15 daha fazla olduğu 2018’de, bütçe açığı bir önceki yıla göre %53 oranında arttı. Üstelik bu açık, imar affı, bedelli askerlik, vergi afları doğrultusunda yeniden yapılandırmalar gibi düzenlemelerle elde edilen ama hesaba katılmayan ek gelirlere rağmen bu şekilde gerçekleşti. Mali disiplin, dengelenme, tasarruf gibi söylemlerin öne çıktığı bu yılın bütçesinde de iktidarın tüm vaat edici söylemlerine rağmen emekçilerin lehine bir değişiklik yok. Örneğin Hazine ve Maliye Bakanı Albayrak’ın dinamik, genç ve eğitimli nüfus vurgusu yaparak bütçeden aslan payını eğitimin alacağını duyurmasına rağmen, hem Milli Eğitime bağlı kurumlara hem de yükseköğretim kurumlarına verilen vaatlerin çok altında ödenek ayrıldı. KESK’in Milli Eğitim Bakanlığına ayrılan ödeneğe ilişkin yaptığı analizde, eğitim bütçesinin milli gelire oranının OECD ortalaması olan %6’nın çok altında olduğu belirtiliyor.[1] MEB bütçesinin merkezi yönetim bütçesine oranının 2018 yılına göre gerilediği belirtilirken, bütçenin rakamsal büyüklüğünün %83’ünün personel için yapılan sabit ödeme olduğu ifade ediliyor. Ayrıca eğitim emekçilerinin esnek, kuralsız ve güvencesiz çalışmasının, sözleşmeli ve ücretli öğretmenlik uygulamasının giderek yaygınlaştığına dikkat çekiliyor. Gençliği sorgulamayan, sesini çıkarmayan, uysal ve itaatkâr olacak şekilde tasarlamak isteyen iktidar, bu temeldeki eğitiminde ise kesenin ağzını açıyor. %34’lük bir artışla “tasarruftan” payını fazlasıyla alan Diyanet İşleri Başkanlığı, tam da iktidarın istediği gençliği şekillendirmek için çalışıyor. Toplumun büyük bir bölümüne doğrudan ya da dolaylı kanallarla seslenebilen Diyanet, iktidarın icraatlarına dini kılıflar uydurarak emekçilerin algısını çarpıtıyor. İçinde bulduğumuz dönem itibari ile iktidarın ihtiyaç duyduğu çarpıtmanın artması bunun için çalışan devlet kurumlarının da ihtiyaçlarını arttırıyor. Bu kurumlara akıtılan paraların miktarı katlamalı artarken, iktidarın “dengelenme, tasarruf” gibi çizgileri ise aşılmış oluyor.
Eğitim dışında emekçi kitleleri yine yakından ilgilendiren sağlık alanında da durum farklı değil. TTB’nin yeni yılın bütçesine ilişkin değerlendirmesinde, devletin sağlıkta üstlendiği pay azaltılırken kişilere yani emekçilere yüklenen payın giderek arttığının altı çiziliyor.[2] Sağlık alanına yapılacak yatırımlarla daha kaliteli sağlık hizmeti, sağlık emekçileri için daha iyi koşullar için bütçe es geçilirken, sağlığın ticarileşmesi ve özelleştirilmesinde devlet katkıları ve destekleri için ise kollar sıvanıyor. Tıpkı MEB’de olduğu gibi ödeneğin büyük bir kısmının sabit giderlere ayrıldığı sağlıkta, kalan kısmı da kamu hizmeti adı altında çeşitli teşviklerle sermaye sahiplerine aktarılıyor.
Emekçilerin en temel ihtiyaçlarında tasarruf prensibini elden bırakmayanlar sıra istihbarat, savunma, emniyet gibi alanlara gelince kesenin ağzını açıyor. Bu yılki “savunma” ve “güvenlik” ödeneği %21,5 oranında arttırılarak 102,8 milyar liraya çıkartıldı. Türkiye’nin doğrudan müdahil olduğu ve giderek kızışan savaş koşullarının yanı sıra rejimin iç politikası da savaş bütçesini alabildiğine kabartıyor. İşçi-emekçiler için hiçbir yararı olmayan silahlanma arttırılıyor. İktidara muhalif sesleri kısmak içinse “iç güvenlik” adına iktidarı koruma mekanizmalarına daha fazla ödenekler ayrılıyor. Merminin fiyatını bilmeyenlere seslenen Erdoğan, savaşa ayrılan paranın ne kadar da gerekli olduğunu anlatıyor! İşçi-emekçilerin temel gıda mallarına gelen zamlar gündeme geldiğinde, “bana bunlarla gelmeyin” diyerek bu sorunun devleti yani iktidarını savunmaktan çok daha önemsiz olduğu vurgusunu yapıyor.
“Sosyal yardım” artıyor!
Sosyal yardım başlıkları bütçeden pay alan bir başka önemli kalemi oluşturmakta. 2019 yılında 31,1 milyar lira olarak belirlenen ödeneğin dar gelirliyi korumaya yönelik olduğu ifade edilerek “güçlü” sosyal devlet mesajlarına devam ediliyor. “Sosyal yardım”ların artmasının altında iktidarın kendi çıkar ve hedeflerinin yattığı açıktır. Şüphesiz giderek ağırlaşan yaşam koşulları hangi kesimden olursa olsun emekçileri hoşnutsuzluğa doğru itiyor. Demokratik hakların gaspını kısa vadede hissetmeyen işçi-emekçileri ekonomik kriz hızlı bir biçimde etkiliyor. Giderek yaygınlaşan toplu işten çıkarmalar, ücretlerin enflasyon karşısında buhar olması, ağırlaşan çalışma koşulları, artan doğrudan ve dolaylı vergiler işçi-emekçi kesimde bir karşılık yaratıyor. Pozitif vaatleri çoktandır bir kenara bırakan iktidar, sürekli bir korku atmosferi yaratarak işçi-emekçi kitleleri arkasında durmaya zorluyor. Kutuplaştırmayı arttıracak şekilde her gün yeni bir söylem üretiyor. Ancak bu durumun böyle sürüp gitmeyeceğini iyi bilen iktidar, özellikle kendi tabanına yönelik politikaları çeşitlendirmeye ihtiyaç duyuyor. Vaat ettiği istikrarın ve refahın çok uzağında yol alan iktidara olan gönül bağları gevşiyor. Özellikle iktidar cenahından ekonomik krizin söylem düzeyinde yok sayılması kendi tabanında da bir antipati oluşturmakta.
Oluşan hoşnutsuzluğun derinleşmesinin önünü almak isteyen iktidar, en azından tepkinin sandığa yansımasını engellemek için, tabanına yönelik ekonomik yardımları gündeme getiriyor. Hâlâ tek adamın peşinden giden ama kırılgan olan kitleyi tahkim etmenin yolunu “sosyal yardımlar” adı altındaki rüşvetlerde arıyor. Özellikle seçimlerin yaklaştığı bugünlerde oy satın alma faaliyetleri kapsamında sosyal ve ekonomik vaatler arttırılıyor. İktidarın emekçi kitlelerin gözünü boyamak için verdiği ve vaat ettiği bu rüşvetler emekçilerin yaşamlarında hatırı sayılır bir yer etmese de kabul görüyor. Üstelik yine işçi-emekçilerin elinden alınan paralarla!
Eskisi gibi eli ekonomik alanda güçlü olmayan iktidarın bu “çözümleri” onu bir başka sorunun içine doğru itiyor. Giderek sıkışmışlığı artan iktidarın icraatları, aslında yine emekçilerin sırtına bindirilecek yeni bir yükün de habercisi anlamına geliyor. Yeni yılla birlikte patronlara verilen teşvikler arttırılırken, emekçilerin vergi yükü ise ağırlaştı, ağırlaşıyor. Yüz milyarlarca liradan oluşan devlet bütçesinin çok büyük bir kısmı işçi-emekçilerden alınan vergilerle oluşturuluyor. Krizle birlikte kaynak ihtiyacı artıyor, dolayısıyla vergiler arttırılıyor. Bu ihtiyaçtan kaynaklı, geçtiğimiz yıl vergi gelirleri toplamda %20,2 oranında arttı. ÖTV ve KDV gibi dolaylı vergiler neredeyse tümüyle işçi-emekçi kitlelerin sırtındadır. Ancak bu yükü omuzlayan emekçiler, bunun karşılığında işsizlik, yoksulluk, sefaletle karşı karşıya bırakılmaktadır. Yük emekçinin sırtındadır ancak tüm söz hakkı iktidara aittir. Bütçeyi kendi çıkarları doğrultusunda belirlenen alanlara akıtan ve bütçe açıklarını arttıran iktidar, her geçen gün o yükü daha da ağırlaştırmaktadır. Bu yükün altında ezilmeyi kabul etmemek ancak işçi sınıfının örgütlülüğü ve mücadelesiyle mümkün olabilir. Aksi halde bu zayıflık işçi sınıfına daha pek çok kez bedeller ödetecek, yeni saldırıları da beraberinde getirecektir.
link: Pınar Şafak, Bütçe, Eski Söylemler ve İktidarın Çıkarları, 23 Şubat 2019, https://marksist.net/node/6608
Sözde Silahsızlanma Anlaşmaları Bozulurken
Dünya İsyanda