Venezuela’da uzun bir süredir devam eden siyasi kriz, sağcı muhalefetin kontrolündeki Ulusal Meclise sadece üç haftadır başkanlık eden Juan Guaido’nun kendisini “geçici devlet başkanı” ilan etmesiyle doruğa tırmandı. Yaşananlar, Venezuela’nın gayet açık bir Amerikan darbesiyle yüz yüze olduğunu gösteriyor. Guaido’nun 23 Ocakta yaptığı bu açıklamayı önceleyen gece yarısında ABD başkan yardımcısı Mike Pence tarafından aranması ve kendisine “yönetimi eline aldığını açıklaması durumunda tam destek verileceği”ni söylemesiyle düğmesine basıldığı anlaşılan bu operasyonun hazırlıklarının uzun bir süredir yürütüldüğü zaten sır değildi. Trump’ın başkanlık koltuğuna oturur oturmaz savurmaya başladığı ve askeri müdahaleye kadar ilerlettiği tehditler, gelinen noktada açık bir darbe girişimiyle sonuçlanmıştır ve şu anda büyük bir belirsizlik söz konusudur. Maduro görevi başında kalmaya devam edeceğini, ABD’yle diplomatik ilişkilerin kesildiğini açıklamıştır. Türkiye, Rusya, Çin, İran, Bolivya, Meksika, Nikaragua ve Küba Maduro’ya desteklerini dile getirmiştir. Buna mukabil ABD, Kanada, İsrail ve diğer Latin Amerika ülkeleri[1] Guaido’yu “geçici başkan” olarak tanıdıklarını beyan etmiştir. Bunların ardından AB Parlamentosu da Guaido’yu tanıma kararı almıştır.
Gelinen aşamada, Maduro seçime gitmeyeceğini söyleyip halen koltuğunda otursa da Guaido başkanlık iddiasını geri çekmemiştir ve her halükârda Venezuela’yı ciddi bir iç savaş tehlikesi de dâhil olmak üzere çok daha zorlu günler beklemektedir. Maduro, Chavez’in de 2002’de darbeye maruz kaldığını ama onu halkın desteğiyle püskürttüğünü söyleyerek o dönemle bir benzerlik kursa da, o zamandan bu yana gerek Venezuela’da, gerek Latin Amerika’da, gerekse genel dünya konjonktüründe yaşanan büyük değişimler bu benzetmeyi boşa düşürüyor.
ABD’nin ve tekelci sermayenin tezgâhları
ABD’nin ve Venezuela oligarşisinin birlikte tezgâhladığı bu darbe, Ulusal Meclisin 2015 seçimlerinde sağ muhalefetin kontrolüne geçmesinden bu yana her aşamada giderek tırmanan siyasi krizin son derece kritik bir noktaya ulaştığını gösteriyor. Bu süreçte yazdığımız pek çok yazıda dikkat çektiğimiz üzere, Maduro’nun kof gövde gösterilerinin aksine rejimin taban desteği sürekli zayıflarken, darbe dinamiği günden güne güçlenmiştir. Buna zemin hazırlamak için, milyonlarca emekçiyi sefalete itme pahasına ülkeyi acımasız bir ekonomik sabotajla yüz yüze bırakan oligarşi, nihayetinde bir kez daha ABD ile birlikte darbenin düğmesine basarken Maduro’yu sıkıştırma hamlelerini de bir üst boyuta sıçratmıştır.
Aylardır İngiltere Merkez Bankasındaki altın rezervlerini ülkeye transfer etmek için uğraşan Venezuela bu amacına ulaşamamıştı. Ekonomisi çökertilmek istenen Venezuela şimdi çok daha büyük bir ekonomik saldırıyla yüz yüze. ABD’nin uluslararası finans kuruluşlarına ve şirketlere baskı yaparak, Maduro’nun bu şirketlerin bünyesindeki Venezuela ulusal varlıklarına ulaşmasına izin vermemelerini istediğinin ortaya çıkmasının hemen ardından Trump Venezuela’nın petrol gelirlerini ilgilendiren bir kararnameyle Maduro’ya asıl vurucu darbeyi indirmiş bulunuyor. Venezuela’nın en büyük ekonomik gelir kaynağı olan Venezuela Petrol Şirketinin (PDVSA) nakit parasının yüzde 75’inin şu anda ABD bankalarında bulunduğu söyleniyor ve söz konusu kararname Maduro’yu bu hesapları kontrol hakkından men ederken, bu hakkı Guaido’ya veriyor. Darbe planının giderek daha sıkı bir abluka ve saldırıyla işleyeceğini gösteren bu adım, Venezuela’yı ağır bir yıkıma sürükleyerek Maduro yönetimini bu enkazın altında bırakmak üzere en yıkıcı hamlelerin birbiri ardına devreye sokulacağını gösteriyor.
ABD’nin ve tekelci sermayenin Chavezci rejimi devirmek için başvurduğu ekonomik sabotaj yöntemleri hiç de yeni değildir. Kendi çıkarlarına aykırı gördükleri ve istediği gibi yönlendiremedikleri iktidarlara karşı benzer yöntemleri geçmişte de çeşitli ülkelerde uygulamışlardı. Örneğin 1970’de Şili’de sosyalist Allende devlet başkanı seçildiğinde, ABD başkanı Nixon’un CIA’e “Şili ekonomisini bağırtın” ve “müdahaleye hazırlanın” talimatı verdiği biliniyor. Benzer yöntemler Türkiye’de 1970’lerin sonunda Ecevit iktidarına karşı da uygulanmıştır ve solla özdeşleştirilen “kuyruklar”, “yokluk”, “kıtlık” algısı o günden bu yana sağ iktidarlar tarafından tepe tepe kullanılmaktadır. Gerek Şili gerekse Türkiye bu ekonomik sabotaj ve devlet destekli faşist terör dönemlerinden kısa bir süre sonra faşist askeri darbelerle yüz yüze kalmışlardı.
Venezuela’da da şimdilik diplomatik ve ekonomik ablukayı sıkılaştırıp Maduro’yu nefessiz bırakmayı amaçlayan bu adımları askeri saldırıların izlemesi kuvvetle muhtemeldir. Darbecilerin bu bağlamda ilk hedefi orduyu bölmektir. Ordu içinde gerek tepede gerekse tabanda buna yönelik girişimlerin çoktandır yürütüldüğü, hatta geçtiğimiz günlerde daha alt kademelerdeki bir grup subayın başkaldırma girişiminde bulunduğu fakat bu girişimin engellendiği biliniyor. Bu doğrultudaki çabalar belli ki şimdi ekonomik tehditler eşliğinde daha da yoğunlaştırılacaktır. Orduya seslenen Guaido’nun, “maaşlarınızı ödeyemediği zaman, gaspçı Maduro’ya ne kadar bağlısınız göreceğiz” diyerek aba altından gösterdiği sopanın ekonomik temelleri, ABD’nin son abluka kararlarıyla birlikte daha net ortaya çıkmıştır. Guaido, destekçilerini önümüzdeki günlerde sokağa çıkmaya çağırmış ve bu eylemle askerlere “halkın yanında olmaları ve insani yardımın ülkeye girmesine izin vermeleri” çağrısında bulunacaklarını açıklamıştır. Emperyalist güçlerin dilinde “insani yardım”ın ne anlama geldiğini Libya’dan Suriye’ye, Balkanlar’dan Somali’ye sayısız örnek üzerinden yakından biliyoruz! Bu açıklamadan bir gün sonra bir basın toplantısı yapan ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Bolton’un elindeki not defterinde yazan cümle de bu “insani yardım”ın nasıl bir şey olduğunu yeterince açık ediyordu: “Kolombiya’ya 5 bin asker.” Sözde “kazara” görünen bu notun aslında Venezuela’ya uyarı niteliği taşıdığı aşikârdır.
Venezuela’ya askeri bir saldırı söz konusu olduğunda Kolombiya’nın kilit bir rol oynayacağı herkes tarafından bilinmektedir. Gerek ABD’nin gerekse Venezuela oligarşisinin uzun yıllardır devam ettirdikleri “kontra” faaliyetlerin merkez üssü Kolombiya olmuştur. Burada eğitilip barındırılan paramiliter güçler, darbe girişimlerinde de sokak çatışmalarında da aktif bir rol oynamışlardır. Bu faaliyetlerin şimdi çok daha geniş bir kapsama kavuşturulduğu görülmektedir.
Bolivarcı rejimi yıkmak üzere organize edilen saldırılarda militer ve paramiliter güçlerin devreye sokulacağının çok daha önemli bir kanıtı ise, “El Salvador Kasabı” olarak anılan Elliott Abrams’ın ABD’nin Venezuela özel temsilcisi olarak görevlendirilmesidir. 1980’li yıllardan itibaren El Salvador, Honduras, Guatemala, Nikaragua gibi Latin Amerika ülkelerinde ABD-CIA adına faaliyet gösteren Abrams, binlerce sivilin ve solcu gerillanın katledilmesinin birinci dereceden sorumlularından biriydi. Son yıllarda faaliyet alanı Ortadoğu’ya kayan Abrams, şimdi bu “deneyimlerini” Venezuela’da kullanmak üzere görevlendirilmiş bulunuyor.
Emperyalist savaşın yeni cephesi
Sosyalist çevrelerin önemli bir bölümü Latin Amerika’da esen “sol rüzgârlar”la sarhoş olup, Chavez’in ve Chavezci iktidarın gerçek niteliğini kavrayamaz hale gelmişken, Elif Çağlı 2006 gibi erken bir tarihte, “Latin Amerika’daki gelişmeleri dünyanın genel gidişatı içinde doğru bir yere oturtabilme zorunluluğu”na dikkat çekerek şu uyarıda bulunuyordu:
“Emperyalist güçler arasındaki hegemonya mücadelesi, dünyamızın bütünündeki gelişmeleri doğrudan etkileyecek düzeyde ciddileşen, kızışan, derinleşen yönlere sahip. Bugün bu çekişmeler Ortadoğu’da emperyalist sıcak savaş biçimine bürünüyorsa, Latin Amerika ülkeleri genel tehlikeden muaf olarak adeta başka bir gezegende yaşıyor veya yaşayacak değil. Yalnızca Türk, Kürt veya Arap halkları değil, tüm dünyada halk kitleleri artan militarizmin, tırmanan emperyalist çatışmaların, yükselen faşizm tehdidinin altında bulunuyor. Dünya genelinde işçi-emekçi kitlelere karşı saldırıları tırmandıran karşı-devrimci güçler, Latin Amerika söz konusu olduğunda da pusuya yatmış uygun fırsatlar kollamaktadır. Yani özetle vurgulayacak olursak, dünyada bahar rüzgârları esmiyor, tehlikenin ortasındayız.” (Tehlikenin Ortasında, Mayıs 2006)
İşte Latin Amerika bugün, on yılı aşkın bir süre önce dikkat çekilen bu tehlikeyle son derece yakıcı bir şekilde karşı karşıyadır. Bu süreçte teker teker yıkılan reformist iktidarlar, Latin Amerika’nın çok büyük bir bölümünde yerlerini sağ iktidarlara bırakmıştır. Tek istisna, bu yıl başında Meksika’da burjuva sol bir lider olan Obrador’un başkanlık koltuğuna oturmasıdır. Her ne kadar bu gelişme ABD’yi epey rahatsız etmiş olsa da, onun asıl kazanımı olan Brezilya’nın yanında bu kısmi kaybın ikincil planda kaldığına şüphe yoktur. On üç yıllık İşçi Partisi iktidarının, yerini faşist Bolsonaro başkanlığındaki aşırı sağ bir hükümete bırakarak yıkılmasıyla, ABD Venezuela’ya yönelik planlarını hayata geçirmek üzere güçlü bir zemin yakalamıştır. Bugün Venezuela, nicedir devam eden emperyalist paylaşım savaşının yeni cephesi olma tehlikesiyle yüz yüzedir. Böyle bir durumun gerçekliğe dönüşmesinin, Latin Amerika’nın tamamını savaş cehennemine döndürme potansiyeline sahip olduğuna hiç şüphe yoktur.
İçinden geçtiğimiz Üçüncü Dünya Savaşında, ABD emperyalizminin izlediği temel taktiklerden biri de, kesin sonuç almayı beklemeksizin savaşı cephe cephe yaymaktır. Emperyalist paylaşım alanları, bazen yıllar süren “karıştırma, istikrarsızlaştırma, ekonomik sabotaj, kitlesel eylemleri kışkırtıp yönlendirme” gibi pek çok yöntemle alttan alta olgunlaştırılmakta ve çeşitli bakımlardan hazır olunduğunun düşünüldüğü anda açık bir savaşa girişilmektedir. İran ve Venezuela, yaklaşık yirmi yıldır bu türden bir saldırıya maruzdu. Ne var ki gelinen noktada her iki ülke de bir üst aşamadaki saldırganlıkla karşı karşıyadır ve görüldüğü üzere Venezuela hedefe konma bakımından İran’ın birkaç adım önüne geçmiştir.
ABD emperyalizmi ilk etapta, Guaido’yu öne sürerek tertiplediği darbeyi başarıya ulaştırıp kolay yoldan amacına ulaşmayı hedeflemektedir. Fakat her ne kadar Maduro yönetiminden hoşnutsuzluk had safhaya ulaşsa da, halkın önemli bir bölümünün bu açık Amerika-oligarşi darbesine sessizce rıza göstermeyeceği açıktır. Bu da bir savaş tehlikesine işaret etmektedir ve böylesi bir savaş çıktığı anda tüm Latin Amerika barut fıçısına dönecektir. Tıpkı emperyalist savaşın diğer cephelerinde olduğu gibi, bu cephesinde de Rusya ve Çin başta olmak üzere diğer emperyalist güçler de savaşın tarafı olacaklardır. Daha bu aşamada bile ABD emperyalizmi Venezuela oligarşisinin yanında konumlanmışken, Rus ve Çin emperyalizmi de ekonomik, siyasi ve askeri açıdan yakın işbirliği ve çıkar ortaklığı içinde oldukları “Bolivarcı” burjuvazinin yanında konumlanmış durumdadır. Keza Latin Amerika ülkelerinin çoğunluğu birinci grupla birlikte saf tutarken, Türkiye ve Meksika gibi kapitalist ülkeler ikinci grupta saf tutmaktadır. Üstelik Türkiye, Maduro’nun desteklenmesi bakımından Meksika’dan çok daha aktif bir tutum sergilemektedir.
Kuşkusuz Rusya ve Çin gibi Türkiye’deki iktidar da ekonomik ve siyasi çıkarlarını gözeterek bu tutumu takınmaktadır. Son dönemde Türkiye’nin Venezuela ile ekonomik ilişkileri yoğunlaşmış, hatta bu, ekonomisi saldırı altında bulunan Venezuela’da Maduro iktidarına nefes alma olanağı veren noktalardan biri olmuştur. Ancak Türkiye’deki iktidarı Maduro’yu hararetle savunmaya yönelten temel güdü başkadır. Seçimle işbaşında bulunan bir iktidarın gayri meşru ilan edilmesi, darbeyle devrilmesi ve bunun uluslararası alanda kabul ve destek görmesi Türkiye’dekileri endişelendirmektedir. Bir kez yol açılınca sıranın kimlere geleceğinin belli olmayacağı düşüncesi, son günlerde Bahçeli’nin de ifade ettiği gibi büyük bir korkuya yol açmış görünmektedir.
Darbe ile Bolivarcı rejim arasına sıkışan emekçiler
Venezuela’nın dünyanın en büyük petrol rezervlerinin üstünde oturmasının yanı sıra önemli bir altın rezervine de sahip olmasının, emperyalist güçlerin bu ülkeye duyduğu ilgiyi fazlasıyla arttırdığına hiç şüphe yoktur. Bu büyük doğal zenginliğe rağmen Venezuela halkı sefaletin kucağına itilmiştir. Bir yandan oligarşinin ekonomik sabotajları ve ABD ambargosu, diğer yandan dünyada petrol fiyatlarının ciddi ölçüde düşmesi ve Bolivarcı burjuvazinin tamahı yüzünden, Chavez’in ilk dönemlerindeki iyileştirmelerden de eser kalmamıştır. Bugün Venezuela, yüzde yüzbinlere varan hiperenflasyonla, alımgücü sıfırlanan ücretlerle, işsizlikle, en yaşamsal ihtiyaç maddelerine bile kolay kolay ulaşılamamasıyla, emekçiler için cehenneme dönmüş durumdadır. 32 milyon nüfuslu bu ülkede 2014’ten bu yana yaklaşık 2,5 milyon kişi ülkeyi terk etmiştir.
Ekonomik durum buyken, verdiği sözleri yerine getirmeyen Bolivarcı rejime destek de yıllar içinde sürekli gerilemiştir.[2] Bolivarcı egemenler kendilerinin de bir parçasını oluşturdukları burjuva sınıfın çıkarlarını esas alan politikalar izlemişler, ekonomiyi sabote ederek emekçileri sefalete sürükleyen tekelci sermayeye dokunmamışlardır. Petrol gelirlerini yoksullar lehine kullanan sosyal programları da zaman içinde zayıflatan rejim güçleri, emekçi kitleleri sadece büyük tehditler karşısında başvurulacak bir sopa olarak görmeye başlamışlar ve gerek ekonomide gerekse siyasette işçi-emekçi inisiyatifini tümüyle boğmuşlardır. Sözde sosyalist iktidar, işgal eylemleri sonucunda devletleştirilmek zorunda kalınan işyerlerinde bile işçilere yönetim ve denetim hakkı tanımamış, grevler zorla bastırılmıştır. Emekçiler yoksullukla boğuşurken Bolivarcı burjuvazi ve bürokrasi yolsuzluk çarklarını büyüterek kendi cebini şişirmenin derdine düşmüştür. Tüm bu olgular karşısında rejimin halk desteği giderek erirken, Chavez sonrasında bu çok daha belirgin hale gelmişti. Chavez’in ölümünün ardından Maduro’nun sadece 235 bin oy farkla başkan seçilmesi bu gerilemenin çarpıcı bir göstergesiydi. Bugünse Maduro’nun halk desteği çok daha büyük ölçüde aşınmıştır. Rejimin ve destekçilerinin yaptığı gibi bunun sorumluluğunu sadece oligarşiye ve ABD’ye yıkmak, gerçeklere sırtını dönmek anlamına gelmektedir. Bunun sonucu ise işçi ve emekçileri yalanlar dünyasına hapsetmek suretiyle yine burjuvazinin ekmeğine yağ sürmektir.
Chavez’in işbaşına gelişinden bu yana yazdığımız pek çok yazıda Venezuela’daki durumu değerlendirirken, “Bolivarcı devrim” denen şeyin gerçekte devrim değil bir burjuva reform programından ibaret olduğunu ve aslında işçi devriminin önünde bir engel teşkil ettiğini söyledik. 21. yüzyılın sosyalizmini kurduğunu iddia eden Bolivarcı iktidar, ne tekelci burjuvaziye ne de burjuva devlet aygıtına dokunmuştur. Çünkü Bolivarcı iktidarın tekelci burjuvaziyi mülksüzleştirmesi kaçınılmaz olarak sınıf mücadelesini daha fazla keskinleştirecek ve onu kendisinin de üzerinde yükseldiği burjuva düzenin yıkılması tehlikesiyle karşı karşıya getirecekti. Oysa onun burjuva düzenle bir sorunu yoktu. Bu gerçekliği görmezden gelerek Chavez’e ve Bolivarcı rejime “sosyalist” muamelesi yapan ve bu doğrultuda beklentiler yaratan sosyalist çevrelerin yükselen tehlikeyi görmezden geldiklerine sürekli dikkat çektik. Bu tutumların ne kadar acı sonuçlar doğurabileceği konusunda alarm zillerini çalan aşağıdaki satırlar Elif Çağlı’nın 2006 tarihli yazısına ait:
“Bugünlerde bazı Latin Amerika ülkelerinde enerji alanında gerçekleşen devletleştirmelerin kimi yabancı sermaye gruplarının rahatını kaçırmakta olduğu ve bu tür tutumların ABD emperyalizmini öfkelendirdiği doğrudur. Ama Allende başkanlığındaki Şili deneyiminin de kanıtladığı üzere, düşmanı kışkırtır fakat onu yenilgiye uğratacak orduyu seferber etmezsen, bir yerde yenilgiyi kendi ellerinle hazırlamış olursun. Devrimle oyun oynanmaz. Devrim ve sosyalizmden söz edenler bu sözlerinin arkasında durmak istiyorlarsa, örgütsel ve stratejik planda bunun gereğini yerine getirecek bir yol izlemek zorundalar. Oysa enternasyonalist geçinenlerin bir kısmı da dâhil, sosyalist çevrelerin önemli bir bölümü «sol rüzgârlar» denen esintiye kendilerini bırakmış durumdalar. Hafifmeşrep bir tutumla, yalnızca içinde bulunulan anı «kurtaran» siyasetler izlenmektedir. Sözün özü, devrimci kabarmaların yaşandığı Latin Amerika ülkelerindeki gelişmeler karşısında kendimizi genel akıntıya kaptırmayıp, tersine ciddi bir endişe duymamızı haklı kılacak fazlasıyla neden bulunuyor.” (Tehlikenin Ortasında)
Bugün Venezuelalı, Brezilyalı ve diğer Latin Amerikalı emekçiler ne yazık ki devrimci bir önderlikten yoksunluğun ve reformist liderlerin peşinde oyalanmanın derin acısını çekmektedirler. Dahası, bu durum onları Brezilya örneğinde görüldüğü gibi faşizm ve Venezuela örneğinde görüldüğü gibi darbe ve iç savaş tehdidiyle burun buruna getirmiştir. Bu tehdidi savuşturabilecek tek güç işçi sınıfıdır; bağımsız sınıf çıkarları temelinde örgütlenerek ayağa kalkması halinde.
[1] Arjantin, Brezilya, Şili, Kolombiya, Kosta Rika, Honduras, Panama, Paraguay, Guatemala, Peru.
[2] bkz. Oktay Baran, Venezuela ve Burjuva Solun Çıkmazı, Nisan 2017; Oktay Baran, Bolivarcı Hayallerin İflası, Aralık 2015; Suphi Koray, Venezuela’da Seçim Sonuçlarının Gösterdikleri, Mayıs 2013
link: İlkay Meriç, Venezuela’da Kriz ve Maduro’yu Devirme Operasyonu, 31 Ocak 2019, https://marksist.net/node/6582
Akdeniz’de Mülteci Katliamı Devam Ediyor
Fransa-Almanya Anlaşması Ne Anlama Geliyor?