Burjuva ideologlar soruyorlar: Bilim, insanlığı güzel günlere mi götürüyor yoksa bir felâkete mi? Her ne kadar olumlu yanıt verenler iyimser, olumsuz yanıt verenler kötümser olarak nitelendirilse de, öncelikle bu sorunun ortaya konuluş biçiminin yanlış olduğunu belirtmek gerekiyor. Bilim insanlığı kendiliğinden hiçbir yere götürmüyor, insanlığın önüne tek bir yol sunmuyor. Bilimin yaptığı birtakım olanakları yaratmaktır, bu olanaklardan ne yönde ve nasıl yararlanılacağını ise bilimin kendisi değil, toplumun sosyo-ekonomik yapısı belirliyor. Dolayısıyla ister mevcut tüm sorunların teknolojinin gelişimiyle kendiliğinden çözüleceğini anlatıp duran iyimserler olsun, isterse de teknolojinin insanoğlunun felâketini hazırladığını savunan kötümserler, her iki burjuva bakışın da ortak yanı, teknolojiyi içinde bulunduğu toplumsal koşullardan bağımsız olan kendi başına bir güç olarak almaları ve mevcut toplumsal sistemin değişmeden varlığını sürdüreceğini varsaymalarıdır.
Kapitalizmin yükseliş çağında büyük bilimsel keşifler yepyeni olanaklar yaratmış, bu durum toplumları da ileri doğru sıçratmış, yalnızca üretim alanında değil, sanatta ve kültürde de parlak gelişmeler yaşanmıştı. O dönemin aydınlarında bu nedenle karamsarlığın izi bile yoktu. Ancak kapitalizm ilerledikçe bilimin de üretici güçlerin de önüne engeller dikilmeye başlandı, ekonomik krizler giderek daha da şiddetlendi, dünya o güne dek görülmedik savaşlarla sarsıldı. Kapitalizmin çürüme çağında bilim burjuvazinin tam kontrolü altına alınıp gelişimine ket vurulmaya başlanırken, kültür ve sanat alanlarında da geçmişe nazaran büyük bir tıkanıklık yaşanmaya başladı. Artık aydınlar arasında bilim ve teknolojiye daha sorgulayıcı bir gözle bakılıyordu; zira atom bombalarını tasarlayıp gerçekleştiren de, ölümcül virüsleri üreten de, dünyayı ekolojik bir çöküşün eşiğine getiren de aynı bilimdi! Kapitalizmin milenyum dönemeciyle içine girdiği tarihsel kriz döneminde; daha iyi bir dünyanın olmadığı, buna razı olunması gerektiği, çünkü “insan doğası”nın başka türlüsünü mümkün kılmadığı şeklindeki görüşler burjuva ideologlar arasında yaygınlaşmaya başladı. Bunlardan bazılarına göre ise yürünecek bir yol kalmamıştı, insanlık koşar adım bir felâkete doğru sürüklenmekteydi ve bu felâketin sorumlusu da yine kötücül doğasıyla insanlığın kendisiydi!
Geçmişte ya da günümüzde tüm burjuva yorumcular aslında aynı ideolojik kaynaktan besleniyor, aynı sınıfın çıkarlarını savunuyor, aynı varsayımlardan hareket ediyor ve düşünme süreçlerinde de aynı yanlış yöntemi kullanıyorlar. Burjuva ideologlar ait oldukları sınıfın çıkarlarını bilimsel kılıflara sokmak için mesai harcarlar. Tabii bunun daha da inandırıcı kılınması için, eğitim kurumları ve her tür medya aracılığıyla, bir teknoloji tapınmacılığı da yaratılır. Bilimin kendisi sanki ideolojiden tamamen bağımsız bir şeymiş gibi sunulur; onun tarafsız olduğu vazedilir, bilimsel etiketi altında sunulan her şeyi kayıtsız şartsız kabullenmemiz istenir. Sosyal bilimlerde ideolojik öğe besbellidir de, doğa bilimlerinde onu tespit etmek daha zordur, çok daha incelikli bir şekilde üstü örtülmüştür. Kapitalist toplumda bilim, tarafsız, ideoloji dışı, sınıf çıkarlarının üstünde bir şey değildir. Kendisi de bir üretim faaliyeti olan bilim, kapitalistlerin hizmetine koşulmuş olmanın çok ötesinde, doğrudan ve dolaylı olarak onlar tarafından kontrol altında tutulan, yönlendirilen bir şeydir. Çünkü bilimin araçları da ya kapitalistlere ya da onların kolektif çıkarlarını sembolize eden burjuva devlete aittir. Bilimsel üretim faaliyetinin emekçileri (bilimciler) çoğunlukla kapitalistlerin ücretli çalışanlarıdırlar, aralarında çok azı sınıf atlayıp egemen sınıfın bir parçası haline gelirler. Bilim emekçilerinin hangi konularda çalışacağı, ne tür hedefler belirlemeleri gerektiği, çıkan ürünlerin nasıl kullanılacağı ve hatta kullanılıp kullanılmayacağı üzerinde karar verme hakları yoktur. Bu durum kapitalizmin gelişimiyle birlikte her geçen gün çok daha belirgin hale gelmiştir. Her bilimsel gelişme kapitalistlerin çıkarlarına hizmet edecek şekilde ortaya konmakta, o yönde şekillendirilmekte, aksine hizmet edecek gelişmelerin önü bilinçli olarak kesilmektedir.
Bilim ve teknolojinin kapitalizmin esaretinde olması, bu düzenin çürümesiyle birlikte insanlık açısından çok daha büyük sorunlar yaratmaktadır. Örneğin son yıllarda gerek genetik gerekse de mekatronik (mekanik ve elektronik mühendisliğinin birleşikliği) alanlarında yaşanan gelişmeler, hem tozpembe hayallere hem de karabasan senaryolara hayat veriyor. Ama daha çok da, değindiğimiz nedenlerden ötürü, kara ütopyalara! Bu tarz yorumlar, gündelik bir dille yapıldığı, popüler kültürün bir parçası haline geldiği ve özellikle gençliği etkilediği (yani onun devrimci dinamiklerini pörsütmek amacıyla bilinçli olarak körüklendiği) için bunlar üzerinde durmakta yarar var. Önce genetik ve tıp alanındaki kimi gelişmelerin doğurduğu yeni uygulamalar ve olanaklar üzerinde duralım, ardından da dijital teknoloji konusundaki yorumlara göz atalım.
Genetikteki gelişmelerden korkalım mı?
Biyoloji ve onun alt başlığı olan genetik biliminden türetilen popüler temalar (ölümcül yapay virüsler, zombiler, mutantlar vb.) beyaz perdede “korkun bizden” diye bağrışıp duruyorlar. Uyanık kapitalistler bu korkuları kâra çeviriyorlar. Teknoloji dehası olarak kendisini pazarlamakta hayli hünerli olan Elon Musk’ın (Tesla ve SpaceX şirketlerinin kurucusu) piyasaya sunduğu son ürünlerden biri hayli çarpıcı: Zombi kovucu alev makinesi! Musk, bu “şaheser” ürünün pazarlamasını da bizzat kendi twitter hesabından yaparak şöyle yazıyor: “Zombi istilası olduğunda, alev makinesi aldığınız için mutluluk duyacaksınız. Yaşayan ölülerin üzerinde etkili. Eğer öyle olmadığı anlaşılırsa paranızı iade edeceğiz.” Yaşayan ölülerin (zombilerin) üzerinde etkili! Bunu nasıl test ettiler acaba? Zira 80’lerden beri Hollywood filmlerinin en vazgeçilmez unsurlarından biri olan zombiler yalnızca beyaz perdede varlık gösteriyorlar. Ama Amerikalıların hiç de çok küçük olmayan bir kesiminin “zombi istilası”nı insanlığı bekleyen büyük bir tehlike olarak gördüğünü düşündüğümüzde, bu durum Musk’ın “teknoloji adamı” bir “çatlak profesör” değil, iyi bir pazarlamacı olduğunu kanıtlıyor.
Gerçek dünyaya geri döndüğümüzde, genetiğin somut ve gerçek sonuçlarını bizi beklerken buluruz. GDO’lu (genetiği değiştirilmiş organizmalar) gıdalar artık her yerde. Temel besin kaynaklarımızı oluşturan bitkilerin genlerinde yapılan değişikliklerle, bu bitkilerin hem hastalıklara karşı daha dayanıklı olması, hem farklı iklim koşullarında yetişmeleri, hem de daha verimli hale getirilmesi mümkün olmaktadır. Peki bu gelişmeleri kapitalistler nasıl kullanıyorlar? Neolitik devriminden bu yana evcilleştirip ürettiğimiz bitki türlerinin genlerini bir patent konusu haline getirmek, genetiği değiştirilmiş bitkilerin kendiliğinden tohum vermesini engellemek, üreticileri tohum için her seferinde kendilerine fahiş bedeller ödemek zorunda bırakmak yönünde! Dahası, genlerde yaptıkları değişikliklerin insan sağlığı üzerindeki olumsuz sonuçları onları zerre kadar ilgilendirmiyor. İnsanlığın gıda ihtiyacının giderilmesi açısından büyük olanaklara işaret eden bu yöntemler kapitalistler tarafından yalnızca daha çok kâr amacıyla kullanıldığından, tam karşıtlarına dönüşüyorlar.
Ama iş burada da bitmiyor, bir grup kapitalistin başımıza açtığı belâlardan kurtulma çabası, başka bir grup kapitalist için de yeni iş alanları demek oluyor. Beslenme uzmanları, diyetisyenler, doktorlar bu tür ürünlerden kaçınmamızın sağlıklı bir beslenme ve yaşam için şart olduğunu söylüyorlar. Mevcut GDO’lu ürünler düşünüldüğünde, doğru da söylüyorlar. Ama işi o kadar abartıyorlar ki, bu uyarılar bir kaygı tacirliğine dönüşüyor. Kapitalizmde kaygı ve korkulardan da epey kazanç sağlanıyor. Uzmanların yazdıkları kitaplar, televizyon programları, organik gıda sektörü vb. epey bir kişiyi zengin ediyor. Saplantılı bir şekilde nasıl daha sağlıklı yaşarım, daha sağlıklı beslenirim diye düşünenlerin çoğunun tuzukurular olduğunu biliyoruz. Ama şurası bir gerçek ki, giderek hastalıklı bir ruh halinin göstergesi olan bu kaygılar medya aracılığıyla emekçi sınıflara doğru da sızıyor. İnsanların tepelerine düşen bombalarla parçalara ayrıldığı, milyarların bir parça ekmek ve temiz suya bile düzenli bir şekilde ulaşamadığı bir dünyada bu korku ve saplantılar iyice mide bulandırıcı bir hale geliyor. Her şeyden önce sormak gerekmiyor mu, böyle bir dünyada ne sağlıklı yaşamı? Şairin dediği gibi, yok başka bir cehennem, yaşıyorsun işte!
Bazıları genetikteki gelişmelerin insanlığın geleceğini farklı şekillerde de tehdit ettiğini söylüyorlar. Onlara kalırsa genlerle oynanmasıyla yalnızca bitki ve hayvanlar değil, insanlar da tür ıslahına tâbi olacaklar. Buradan bilimin insanlığı faşizme götürdüğü sonucuna varıyorlar. Zenginlerin bu gelişmeleri kullanarak, süper insanlar, üstün zekâlı kuşaklar oluşturmasının mümkün hale geleceği ve toplumun genelinin üstün zekâlıların diktatörlüğü altında köleleştirileceği yönünde kara ütopyalar türetiyorlar. Bu karamsar yorumlar da iyimser anti-tezleri gibi gerçek dışıdır. Genlerin ayıklanması ya da geliştirilmesi yoluyla daha zeki insanlar yaratılabilmesi mümkün olsa da, toplumdaki egemenlik ilişkilerinin zekâdan türediği iddiası saçmalıktır. Ne kapitalist toplumda ne de önceki sınıflı toplumlarda egemen sınıflar daha zeki oldukları için değil, üretim araçlarını kendi tekellerinde tuttukları ve devlet aygıtını da bu yönde kullanabildikleri için egemenlerdi! Şayet egemen sınıfların bazı bireyleri sömürdükleri sınıfların bireylerinden daha zeki olabiliyorlarsa, bunun nedenini esasen sömürü sayesinde ulaştıkları olanaklarda aramak gerekir. Her türlü eğitim, en iyi ve kaliteli beslenme, bilim ve sanat ile meşgul olabilecek boş zaman olanakları emirlerine amadedir.
Tür ıslahı, evrim, faşizm ve öjenik
İnsanoğlu, yüzyıllardır, evcilleştirdiği hayvan türlerini ve bitkileri kendi ihtiyaçlarını daha uygun ve verimli biçimde giderebilmek için ıslah etmeye çalışmıştır. Daha çok ürün veren bitkiler, daha çok et, süt ve yün veren hayvanlar vb. elde edebilmek amacıyla çeşitli denemelerde bulunmuş, farklı özellikleri olan türleri birbirine aşılamak ya da hayvanları seçip istediği doğrultuda sonuç alabilmek için çiftleştirmek gibi çalışmalar yürütmüştür. Bunda başarılı olduğu da ortadadır. Tüm canlılar “doğal seçilim süreci”ne tâbidirler. Kurduğu uygarlıkla insan, ıslah etmeye giriştiği türler üzerinde “yapay seçilim”i de uygulayagelmiştir.
Aslına bakarsak insan, sadece evcilleştirdiği türleri değil, kendisini de doğalın ötesinde bir değişim sürecine tâbi kılmıştır. Bir başka deyişle, gelişiminin bir aşamasından sonra insan, evrim sürecinin pasif bir nesnesi ya da konusu olmaktan çıkarak, bizzat kendi faaliyetinin de yönlendirdiği, katkıda bulunduğu, etkilediği bu sürecin aktif bir unsuru, öznesi haline gelmiştir. İnsan, kendi faaliyetiyle doğayı değiştirmeye giriştiği ölçüde, bir parçasını oluşturduğu doğayla birlikte kendisini de değiştirmektedir. Dolayısıyla, şunu demek mümkün ki, uygar insan, “doğal seçilimin” kölesi olan bir varlık olmaktan çıkmıştır. Geliştirdiği uygarlık ve sosyo-kültürel ilişkiler, onun evrim sürecinin önemli bir parçası, belirleyenlerinden biridir. Bilimciler, kültür ve ona ait unsur ya da organizasyonların evrim süreci üzerindeki etkisini anlatabilmek maksadıyla, insan için kültürel evrim kavramını kullanıyorlar. Şöyle açıklayalım; doğal seçilim gereğince, daha zayıf, zihinsel ya da fiziksel engelli bireylerin hayatta kalma ve üreyerek kendi genlerini gelecek kuşaklara aktarma olanakları çok dardır ve bu nedenle de süreç içerisinde ortadan kaybolurlar. Ama geliştirdikleri ve giderek organize ettikleri sosyal ilişkiler sayesinde insan bireyleri ne denli “kusur”lara sahip olursa olsunlar, yaşam şansı bulmuş ve hatta üreyip kendi “soylarını sürdürmüşlerdir”. Karşı karşıya kaldığı olumsuz durumlar (küçük yaşta ebeveynleri kaybetmek, yaşlanmak, yaralanmak, kalıcı hastalıklara maruz kalmak vb.) ya da çeşitli kusurları nedeniyle bir insanı “ölüme terk etmek” ya da onun bir “aile kurmasını” engellemek gibi düşünceler, insanlık tarihi boyunca genelde tiksintiyle karşılanmıştır. Genelde diyoruz, çünkü bu tarz “insanlık dışı” görülen kimi düşünce ve uygulamalar, egemen sınıf içerisinde yaygınlaşabilmiş ve onlar aracılığıyla topluma da sızdırılabilmiştir, bilhassa da toplumun artık bir çürüme ve çöküş eğilimine girdiği dönemlerde.
Geçmişte de özellikle mülk sahibi soylu sınıflar kendi evlatlarını evlendirirken, kan bağlarına, mülkiyet durumlarına, oluşacak aile bağları üzerinden siyasal ilişkiler geliştirmeye vb. öncelik vermekle birlikte çocuklarına eş seçerken daha güçlü ya da daha güzel görünümlü kuşaklar elde edebilme amacını da güdüyorlardı. Ama bizzat insanın kendisini sistematik bir şekilde ıslah etme düşüncesinin yönetici sınıf içinde hâkim hale gelmesi kapitalizmin, özellikle de onun çürüme çağının ürünüdür. Fiziksel ya da zihinsel engelleri ya da içine düştükleri olumsuz durumlar nedeniyle sakat gözüyle bakılan bireylerin, belli suçları işleyen mahkûmların ayıklanarak imha edilmesi ya da kısırlaştırılması fikri emperyalizm çağının ilk dönemlerinde burjuva siyasetçiler, aydınlar ve bazı bilimciler arasında yaygın bir kabul görebilmişti. Böylelikle toplum çok daha sağlıklı bireylerden oluşacaktı. Bu düşünceye bilimsel bir isim de takılmıştı: öjenik. Bu tarz düşünceler genelde Nazi Almanya’sıyla özdeşleştirilse de, aslında ilk uygulamalar, “özgürlükler ülkesi” ABD’deydi. 1907 yılında Indiana eyaletinde kabul edilen kısırlaştırma yasasıyla “zekâ özürlüler”in zorla kısırlaştırılmasının önü açılmıştı. İlerleyen yıllarda, suça karışanlar, alkolikler ve uyuşturucu bağımlılarını, hatta kör ve sağırları da kapsayarak genişletilen bu yasalar ABD’nin 30 eyaletinde kabul gördü! Zorla kısırlaştırılan insan sayısı ABD’de 30 bine, Almanya’da 375 bine ulaşmıştı. Bugün bile, pek uygulanmasa da 22 ABD eyaletinde zorla kısırlaştırma yasaları yürürlüktedir!
Irkçılık bu tarz düşüncelerle her zaman iç içe olmuştur. Kapitalizmle birlikte modern uygarlığın derin hücrelerine sinen ırkçılık, aynı zamanda, tüm dünyayı kendi tahakkümü altına almak ve zenginliklerini yağmalamak için sömürge savaşlarına girişen ülkelerin gerçekleştirdikleri katliamları meşru, doğal ve normal bir eylemmiş gibi göstermelerinin bir aracıydı. Evrim fikrinin genel kabul gördüğü 19. yüzyılda bile siyah ırk modern insan sayılmıyor, insan türünün daha ilkel evrim basamaklarındaki canlılar olarak görülüyordu. Bu ırkçı görüşler en uç ifadesini (ve aslında mantıksal sonuçlarını) Nazi Almanya’sında buldu kuşkusuz. Bir ırkın ya da etnisitenin diğerlerine kıyasla aşağı görülmesi düşüncesi kaçınılmaz olarak başka bir ırk ya da etnisitenin üstün olduğu fikriyle birlikte var oluyordu. Bu fikir, belli etnik grupların (Yahudiler, Çingeneler vb.) toptan yok edilmesine kapıyı açıyordu. Hitler’in Aryen ırkın üstünlüğü zırvası, bir yandan Alman toplumunun içindeki “yabancı unsurlar”ın ayıklanmasını, diğer yandan da saflaştırılan Alman ırkının daha da mükemmelleştirilmesi hedefini güdüyordu. Bir yandan gaz odaları ve toplama kamplarında “aşağı ırklar” yok edilirken, diğer yandan oluşturulan merkezlerde, güya Alman ırkının saf özelliklerine sahip seçilmiş kadın ve erkekler çiftleştiriliyor, bu şekilde hamile kalan kadınlar doğum yapana kadar Nazi doğumevlerinde kalıyor, doğumdan sonra çocuklarını birer Nazi olarak yetiştirilmek üzere Alman devletine teslim ediyorlardı.
Faşizmin insanlığa yaşattığı muazzam acılar, II. Dünya Savaşı sonrasında, faşist ideoloji ve onun argümanlarına karşı genel bir toplumsal duyarlılık oluşmasına katkıda bulunmuş ve bu tür görüşler alenen dile getirilebilir düşünceler olmaktan çıkmıştı. Ama sanılmasın ki bu düşünceler yok olmuştur. Tersine artık alenen dile getirilemese de, bilimsel vb. kavramlarla üstü örtülü biçimde hem burjuva siyasetçiler hem de ruhlarını burjuvaziye satmış sözde bilimciler nezdinde yaşamaya devam ediyorlar. Bugün bu tarz ırkçı-faşist görüşlerin bilhassa genetik bilimi üzerinden popülerleştirilmeye çalışıldığını biliyoruz. İnsanlarda ortaya çıkan ve toplum tarafından olumsuzlanan ne kadar özellik varsa bunlar genlere atfedilmekte, bu genlere sahip olanların (şimdilik imhasını dillendiremeseler de) gözetim altında tutulması ya da kısırlaştırılması ciddi ciddi savunulabilmektedir. Bu arada farklı ırklar arasında da üstünlük addedilen genetik farklar icat edilmeye ve bunun üzerinden ırkçılığa sözde bilimsel bir temel yaratılmaya çalışılmaktadır.
Öjenikten genetiğe
Kapitalizmin çürüme çağında bilimsel gelişmelerin burjuvazinin elinde nasıl çarpıldığını, nasıl kötüye kullanıldığını, nasıl karşıtına dönüştüğünü gösteren sayısız örnek mevcut. Genetik ve tıp alanındaki birkaç çarpıcı örnekle devam edelim.
Yapay döllenme uygulamaları ve DNA analizlerinin harcı âlem bir şey haline gelmesi kuşkusuz olumlu bir gelişmedir. Bu sayede daha baştan birtakım hastalıkların engellenmesi mümkün hale gelmiştir. Son yapılan çalışmalarla, yalnızca ceninlerde birtakım genetik kusurların olup olmadığı anlaşılmakla kalmıyor, sözkonusu kusurlar düzeltilip, ceninin bu genetik kusurlardan arındırılmış halde normal gelişimini sürdürmesi sağlanabiliyor. Bu kuşkusuz muazzam bir gelişmedir. Bu uygulamalar daha da geliştirildiğinde, genetik kaynaklı ya da genetik yatkınlığın belirleyici olduğu hastalıklardan insan soyunun kurtulmasının önü potansiyel olarak açılmış olacaktır. Ama şimdilik sadece potansiyel olarak! Zira bu uygulamalar da kapitalist toplumda bir avuç azınlığın ulaşabileceği olanaklar yaratmanın ötesine geçmiyor.
Bu durum, sözkonusu olanakların ya da potansiyelin kapitalist üretim ilişkileri altında heba edilmesine ve hatta insanlığın genel çıkarlarının aksine kullanılmasına yol açıyor. Örneğin tüp bebek uygulamasından yalnızca doğal yollarla çocuk yapamayanlar değil, doğacak çocuklarının özelliklerini seçmek isteyen zengin çiftler de yararlanıyorlar. Sarışın, mavi gözlü, uzun boylu sipariş bebeklerin sayısı giderek artıyor. Eğer bu hastalıklı zihinlere sahip çiftlerin genleri istenilen özelliklere sahip değilse, kurulan sperm bankaları bu tarz seçimler için gerekli spermleri satmak üzere hazırda bekliyor. Bu sektörde dönen para hacmi şimdiden milyarlarca dolara ulaşmış durumda.
Kapitalizmin insanı kendisine ve doğaya yabancılaştıran boyutlarını, kadınların sezaryene yönlendirilmesinde de görüyoruz. Doğum sancısı çekmek istemiyor musunuz, buyurun şu kadarlık bir fatura karşılığı sezaryen seçeneği! Doğal doğum yerine sezaryen doğumun anne ve çocuğun sağlığı açısından taşıdığı negatiflikler yine tıp tarafından ortaya konulmuş olsa da, kapitalistlerin kârlarını arttırmak sözkonusu olduğunda bunların hiçbir önemi kalmıyor. Ne de olsa sezaryen doğumlar yağlı bir kâr kapısı anlamına geliyor. Kapitalizm eliyle pompalanan rahat düşkünlüğünün en mide bulandırıcı örneklerinden bir diğerini de “taşıyıcı annelik”te görmek mümkün. Varlıklı sınıfların bazı kadınları bebek sahibi olmak istediklerinde, bıraktık doğum sancılarını, hamilelik döneminin yükünü taşımak bile istemeyebiliyorlar. Sipariş edip özelliklerini saptadıkları bebekler için tüplerdeki döllenmeden sonra ceninler parayla tutulan kadınların rahmine yerleştiriliyor. O, burjuvalar için bebeği büyütüp doğuruyor ve sonra “sahiplerine” teslim ediyor. Burjuvazi, emekçi kadınların bedenlerini doğrudan suiistimal ederek kendi evlatlarını ıslah etmiş oluyor. Bir sektör haline gelmiş taşıyıcı anneliğin en yaygın olduğu ülkenin Hindistan olması hiç şaşırtıcı değil. Açlıkla boğuşan kadınlar bedenlerini birkaç bin avroya kiralarken, hamilelik sürecini de bu iş için kurulan hastanelerde geçirerek karınlarını doyurabiliyorlar. Burjuvaların veletlerini kendi kanlarıyla beslemek karşılığında 8-9 ay boyunca “insan yerine” konuyor, sonra da bir tarafa atılıyorlar. Yalnızca Hindistan’da bu sektörde her yıl 2 milyar dolardan fazla para dönüyor.
Bu örnekler, tıbbın ve tıp teknolojisinin gelişmesinin kendiliğinden insanlığın geneli için yepyeni ufuklar açacağı yolundaki iyimser yaklaşımları boşa çıkartıyor. Bu gelişmelerin sahip olduğu potansiyel, kapitalist mülkiyetin ve toplumun sınıflara bölündüğü gerçeğinin duvarlarına çarpıyor, parçalanıyor ya da çarpılarak yolundan saptırılıyor.
Dijital diktatörlük mü?
Bilimsel gelişmeleri, sanki dünya zaten kapitalistlerin diktatörlüğü altında değilmiş gibi, insanlığı diktatörlüğe götüren bir tehdit gibi algılayan karamsar görüşler, son zamanlarda, dijitalleşme, yapay zekâlar ve robotlar üzerinden de hayli sık dile getiriliyor. Homo Sapiens ve Homo Deus adlı kitaplarıyla meşhur olup, bu sayede banka hesaplarını şişiren ve böylelikle burjuvazinin uluslararası zirvelerinde kendisine bir yer bulabilen Yuval Noah Harari de bu görüş sahiplerinden biridir. Onun idealist yorumları da insana dair karamsar bir tablo çizip, insanın yaradılışı gereği kötü olduğu ve güzel bir geleceğe sahip olamayacağı düşüncesini yayıyor alttan alta. Son Davos zirvesindeki konuşmasında dillendirdiği “dijital diktatörlük” kavramı da bu karamsar bakış açısını yansıtıyor. Ona göre, yapay zekâlar diktatörlüklere yol açabilirler. Tüm burjuva ideologlar gibi o da, mevcut bütünsel gerçeklikten kendi keyfince bir parçayı kopartıp alıyor, ardından da onu her şeyin anahtarı haline getiriveriyor. Harari’ye göre “veri”, artık, gücün de zenginliğin de kaynağıdır. Şöyle diyor: “Veri 21. yüzyılın ekonomisinde yeni bir ürüne dönüşecek. Tekstil, otomobiller ya da silahlar değil; bedenler ve zihinler geliştireceğiz. … Günümüzde veri, makinelerin yerini alıyor. Verilerin kontrolü az sayıda insanda olması halinde insanlık sınıflara değil türlere ayrılabilir. … Demokrasi merkezi, veri işlemeyi mümkün kılan yapılara uyum sağlayamazsa insanlar dijital diktatörlüklerin boyunduruğu altına girebilir.” Veri ile kastedilen, “akıllı cihazlar” ve internet aracılığıyla kullanıcıların geride bıraktıkları izlerdir; yani, hangi kullanıcı hangi tür sitelere rağbet ediyor, neler satın alıyor, neler izliyor ya da dinliyor, nelerden hoşlanıyor, nerelerde geziyor, özel zevkleri nelerdir, kimlik bilgileri nelerdir vb. Bunlara insanların sağlık amacıyla bedenlerine takılan çiplerden sağlık merkezlerine aktarılan bilgiler de dâhildir. Bu tür verilerin büyük şirketler tarafından tutulduğunu, reklâm ve pazarlama amacıyla kullanıldığını, bunların inanılmaz bir veri yığını oluşturduğunu ve bu verilerin işlenmesinde yapay zekâların yanı sıra yeni tipte uzmanlardan yararlanıldığını biliyoruz.
Harari gibi burjuva ideologlar geleceğimize şekil verecek olanın, bu veriler ve bunların kimin elinde birikeceği olduğunu söylüyorlar. Bu tarz görüşlerin, özellikle çok satan kitapların yazarları tarafından dillendirilmesi, popüler bilim ve kurgu kitaplarında ana temaları oluşturması hiç de şaşırtıcı değildir. Zira tek yönlü bakış açısıyla beyinleri çarpıtılan yığınlar bu tarz “ilgi çekici” düşüncelere fazlasıyla meraklıdırlar ve bu görüşlerin savunucusu olan yazarların kitaplarını satın alarak onları hayli zengin ettiklerinin de pek farkında değildirler. Şu hale bakın; yirmi yıla yakın bir süredir adı konmamış bir üçüncü dünya savaşı yaşanıyorken, milyonlarca insan daha şimdiden canından, on milyonlarcası da sağlığından ve yerinden yurdundan olmuşken, tutmuş, artık silahlar değil, bedenler ve zihinler üreteceğiz deniliyor! Sanki dünya bir avuç kapitalistin diktatörlüğü altında değilmiş, sanki ortada gerçekten de üreten emekçi insanlar için bir demokrasi varmış, sanki üretenler ekonomiden başlayarak tüm toplumsal yaşam üzerinde söz ve karar hakkına sahiplermiş gibi, eğer kontrol edilmezse dünyanın bir dijital diktatörlük tehdidiyle karşı karşıya kalacağını söylüyorlar! Geleceğe dair hayali tehditlerle insanlığın dikkatini dağıtıp, mevcut ve gerçek olan tehdidin, burjuva diktatörlüğün üstünü örtme gayretleridir bunlar.
Oysa teknolojik gelişmeler, iddia edildiği gibi, kendi başlarına, ne “demokrasiye” ne de “diktatörlüğe” yol açarlar. Bunlara yol açan teknolojinin (ya da en geniş anlamıyla üretici güçler) kendisi değil, onun kullanım biçimini belirleyen üretim ilişkileri ve oradan türeyen toplumsal çatışmalardır. Bir ve aynı teknolojik düzey, farklı üretim ilişkileri içerisinde farklı gelişim yollarına işaret ediyor olabilir. Örneğin roket teknolojisini düşünelim. Roketlere haberleşme uydularını yükler, bu uyduları atmosfer dışına taşır ve tüm insanlığa ücretsiz ve yüksek hızlı internet ve haberleşme olanakları yaratabilirsiniz; ya da yine roketlere nükleer başlıklar yükleyip onları bomba haline getirir ve milyonlarca insanı bir anda küle çevirebilirsiniz. Ya da robotlar ve yapay zekâyı ele alalım; bugünkü kapitalist üretim ilişkileri içerisinde yığınların artan işsizlik ve sefalete sürüklenmesine, baskıcı devlet aygıtının daha da pekiştirilmesine yol açabileceği gibi, farklı koşullarda muazzam bir bolluğun yaratılmasını ve tüm toplumun gerçekten kendi kendisini yönetmesini kolaylaştıran bir zemin de oluşturabilirler. O halde farklı koşullarda ya da farklı ilişkilerin koşullayıcılığı altında, makineler bambaşka bir amaca da hizmet edebilir. Robotlar ve yapay zekâ, odağına kâr elde etmeyi koyan kapitalist toplumda işçilerin işten atılmasına yol açar, ama başka bir toplumda, çalışma saatlerinin alabildiğine kısalmasına, ağır ve rutin işlerden insanlığın kurtulmasına, dilden kaynaklı iletişim sorunlarının çözülmesine ve sonuçta insan yaşamının herkes için muazzam ölçüde kolaylaşıp keyifli hale gelmesine hizmet edebilir.
Kısacası, korkulması ve önüne geçilmesi gereken makinelerin gelişmesi değil, bu gelişimi insanlığın aleyhine kullanan kapitalistlerdir. İnsanı insanın kurdu olarak gören burjuva ideolojisi, insan zekâsına atfettiği kötülüklerin, insanın ürünü olan yapay zekâlarda fazlasıyla olacağı korkusunu yayıyor. Eğer o yapay zekâlar burjuvaların mülkiyetinde olursa ve onlar tarafından programlanırsa bu kaçınılmaz olur, o takdirde “parçalanması” gereken yapay zekâlı robotlar değil, kapitalist mülkiyettir.
Teknoloji, ideoloji, diktatörlük
Yapay zekâlar ve robotlar son yıllarda gerçekten de büyük ilerleme kaydediyorlar. Geçtiğimiz günlerde, Çin’in en büyük elektronik şirketi Alibaba, geliştirdiği bir yapay zekânın, okuduğunu anlama konusundaki uluslararası testlerde, insanları geride bıraktığını açıkladı. Sözkonusu robot, 82,44 puanla insanların ortalaması olan 82,30 puanı geride bırakmış. Lisan hâkimiyeti bugüne kadar robotikçilerin “zihinsel yetenekler” hususunda en zorlandıkları konulardan biriydi. Belli ki bu bariyer de aşılmış oldu. Yapılan açıklamada bu sayede “çağrı merkezlerinde, müşteri hizmetlerinde, hastaların internet üzerinden yaptığı sorgulamalarda vb.” bu yapay zekânın kullanılabileceği söyleniyor. Yine geçen günlerde Boston Dynamics’in geliştirdiği bir robot, durduğu yerden havada ters takla atabilecek kadar atletik yeteneklere sahip olduğunu gösterdi. Oysaki birkaç yıl öncesine kadar “insansı robotlar”, bıraktık havada parende atmayı, düzgün bir şekilde yürüme ya da darbeler karşısında ayakta kalabilmek için gerekli denge özelliğine sahip bir şekilde üretilemiyorlardı!
Robotların konuşma ve dili algılama becerisinin gelişmesi bazılarını da rahatsız ediyor. Dünyanın vatandaşlık hakkı verilen (Suudi Arabistan vermişti!) ilk robotu Sophia, hatırlanacağı gibi, MHP lideri Bahçeli’nin tepkisine yol açmıştı! Suudiler “ne yapmak, nereye varmak istemekteydi?” Robotlara karşı bir başka ilginç tepki de, Ulaştırma Bakanından geldi. Zat-ı âlileri, sözünü kesen ve kendisiyle senli benli konuşup “ne diyorsun anlamıyorum” diyen robota hayli bozularak teknisyenlerin duruma müdahale etmelerini buyurdu; robot devre dışı bırakıldı, formatlanarak yeniden programlandı ve birkaç gün sonra Bakandan özür dilemesi sağlandı!
Bu trajikomik durum aslında derin bir gerçekliğe işaret ediyor. Gelecekte dijital diktatörlük tehlikesinden bahsedenler, egemenlerin kendi diktatörlüklerini daha bugünden dijital alanda da çoktan kurmuş oldukları gerçeğini es geçiyorlar. İlk “yerli ve milli robot”umuza çekilen ayar aslında her şeyi anlatıyor; “ne dendiğini anlamamak” yasak, soru sormak yasak, tanımlanan çizginin dışına çıkmak yasak. Bu yasakları ihlal etmenin bedeli format yemek! Aslında neredeyse tüm gazete yazarları, tüm televizyon yorumcuları, tüm haberciler bu formatı çoktan yemiş durumdalar; format tutmayanlar ise hurdaya çıkartılmış durumda. Başta internet olmak üzere dijital platformlar zaten büyük şirketlerin ve hükümetlerin denetimindeler. Diledikleri “bilgi”nin yayılmasını sağlamakta, hazzetmedikleri bilgilerin ise önüne yasak duvarları dikmekteler. İnternet ansiklopedileri, sosyal paylaşım ağları sıkı takip altında, hükümetlerin işine gelmeyenlerin fişleri çekiliveriyor. İnternetteki “sosyal ağlar” üzerinden örgütlenmenin ve büyük toplumsal hareketler oluşturmanın mümkün olduğunu, artık “geleneksel örgütlenme modelleri”ne itibar edilmemesi gerektiğini savunanlar, bu “olanaklar”ın kapitalistlerin denetimi, yönetimi ve mülkiyeti altında olduğunu unutuyorlar. Ama burjuvazi her kritik dönemeçte bu gerçeği kafamıza vura vura hatırlatmaktan çekinmiyor. Son günlerde bine yakın insanın sırf internet paylaşımları nedeniyle gözaltına alınması diktatörlüklerin dijital ayaklarının çoktan oluşturulduğunu gösteriyor.
Ama mesele yalnızca yasaklamaktan ya da egemenlerin çıkarlarının süzgecinden geçirilmesinden ibaret de değil. İnsanların en çok takip ettikleri dijital platformlar, onları doğrudan ve farkına varılmaksızın yönlendiriyor, manipüle ediyor. Yani siz sınırsızca bir platforma ulaşabildiğinizi, istediğiniz her bilgiye erişebildiğinizi sanıyorsunuz. Doğrudan yasaklama yoksa bu “bilgi”ler gerçekten de internet ağının bir yerlerinde mevcut ve sizin ulaşımınızı bekliyorlar. Ama bunca bilgi yığını içerisinde aradığınıza nasıl ulaşacaksınız? Tabii ki arama motorları aracılığıyla. İşte manipülasyonun bir ayağı burada başlıyor. En büyük arama motorları (google ya da videolar için youtube gibi) size aradığınız şeyi değil, kendi kriterlerine göre oluşturulmuş seçenekleri sunuyor. Sistemin gerçek muhaliflerinin ürettiği “bilgiler” ya karşınıza hiç çıkartılmıyor ya da arama sonuçlarının son sayfalarında yer alıyor, gözlerden saklanıyorlar. Son zamanlarda dünyanın en büyük arama motoru google’ın bu konudaki marifetleri iyice göze çarpar hale geldi. Devrimci ve sosyalist siteler, alamet-i farikaları olan sözcükler bile aratıldığında arama sonuçları listesinin ön sıralarında çıkmıyorlar artık. Bunun yerine gerici ya da karşıt fikirleri savunan siteler daha fazla öne çıkartılıyor.
Bir örnek de youtube’dan. 1,5 milyar kişilik bir izleyici kitlesine sahip dünyanın en büyük video paylaşım platformu olan youtube’un arama sonuçlarını nasıl manipüle ettiği, gerici, ırkçı, cins ayrımcı sonuçları size nasıl ön sıralarda sunduğuna dair gerçekler bizzat bu şirketin önde gelen mühendisleri tarafından ifşa edildi. Üstelik bu manipülasyonlar doğrudan bu şirketlerin çalışanları tarafından değil, bu platformların arkasında çalışan yapay zekâlar tarafından yapılıyor; neyi görmek ya da okumak isteyebileceğinize onlar karar veriyor. Ama suçlu onlar değil, zira bu yapay zekâlar sözkonusu seçimleri onları programlayanların (yani bu programcıların çalıştığı şirketlerin) tercihine bağlı olarak yapıyorlar. Öne çıkarılan videolar ya da haberler, doğal olarak izleyiciler tarafından daha çok izleniyor, bunların reytingleri artmış oluyor, dolayısıyla bir sonraki aramada bunlar daha da öne çıkartılıyor. Böylelikle bir girdabın içine girilmiş ve izleyiciler farkında bile olmaksızın büyük kapitalist şirketlerin tercihleri doğrultusunda yumuşak bir format yemeye başlamış oluyorlar. Benzer bir manipülasyonun televizyonlar için geçerli olduğunu biliyoruz, izleyiciler ne istiyorsa biz onu yayınlıyoruz diyorlar; gerçek ise tam tersi, burjuvazi ne sunuyorsa izleyiciler de onu izlemek zorunda kalıyor ve süreç içerisinde giderek bunu kendi istekleriyle yaptıkları zannına kapılıyorlar. Yani burjuva ideolojisi sopayla, süngüyle, topla tüfekle dayatılmıyor, iki temel araç sayesinde (eğitim ve her türlü medya) bilinçaltına kazınıyor ve böylelikle sanki gönüllü rıza sözkonusuymuş gibi bir algı yaratılıyor. Bu formatı yemeyen ayrıksı otlar için de devletin doğrudan baskı aygıtları hazırda bekliyor. Demek ki dijital diktatörlüğü gelecekte aramanın lüzumu yok, onu da bugünden yaşıyoruz!
Tüm bunların gösterdiği gerçek şudur: Bilim ve teknolojiyi de kapsayan üretici güçler bugün o denli gelişmiştir ki, gelinen düzey kapitalist üretim ilişkileriyle hiçbir şekilde bağdaşmıyor. Üretici güçler kendilerini cendere altına alıp daha hızlı gelişmesinin önüne engeller diken kapitalizme adeta isyan etmektedir. Gelişimin ortaya çıkardığı potansiyel olanaklar muazzamdır, fakat kapitalist işleyiş bu potansiyeli çarpıtmakta ve çürütmektedir. Bir yol ayrımındayız; ya insanlık kapitalizmi bilinçli eylemiyle yıkmayı başarıp bilimsel ve teknolojik olanakların parlak bir geleceğe zemin teşkil etmesini sağlayacaktır ya da kapitalist sistem bu olanakları suiistimal ederek çürümeyi daha da derinleştirmekle kalmayacak, insanlığı çok boyutlu bir felâkete sürükleyecektir.
link: Oktay Baran, Genetik ve Robotikteki Gelişmeler: Nereye?, 22 Şubat 2018, https://marksist.net/node/6230
Haft Coffee Hizmete Başladı!
Nasıl Unutalım Sizleri!