Aşırı soğuk ve sıcaklarla dengesi altüst olan mevsimler, tayfunlar, seller, kuraklık gibi sonuçlarıyla küresel ısınma milyonlarca insanı doğrudan etkiliyor. Birbiri ardına topladıkları iklim zirvelerinde aldıkları göstermelik kararları bile hayata geçirmeyen kapitalist devletler ve şirketlerse, büyük bir ikiyüzlülükle, çevresel duyarlılıktan, kararlılıktan dem vurmayı sürdürüyorlar. Son olarak G20 zirvesinde de ABD hariç tüm devletler Paris İklim Anlaşmasının arkasında durduklarını beyan ederek, küresel ısınma karşısında ne kadar “hassas” olduklarını dünya âleme duyurdular. Dünyanın en büyük karbon kirleticilerinden ABD’nin yeni başkanı Trump ise, geçtiğimiz Haziran ayında Paris İklim Anlaşmasından çekildiğini açıklamıştı. Küresel ekonomik krizle birlikte rekabetin de alabildiğine kızıştığı koşullarda iktidara gelen Trump, çekilme gerekçesini de büyük bir açık sözlülükle duyurmuştu: Bu anlaşma Amerikan sanayisinin rekabet gücünü azaltıyor! Böylece bu kapitalist şef, burjuvazi açısından kârının düşmesinin ve rekabet gücünün zayıflamasının dünyanın yok oluşa sürüklenmesinden daha önemli olduğunu hiçbir laf oyununa başvurmadan itiraf etmiş oluyordu.
Hatırlanacağı üzere ABD, 1997’de imzalanan Kyoto Protokolüne de ancak 15 yıl sonra, Obama döneminde imza atmış ve bu süreçte ağır eleştiriler almıştı. Obama yönetimi, bir yandan bu basınçtan kurtulmak, bir yandansa yenilenebilir enerji sektöründeki rekabette geri kalmamak için 2015 Aralığında imzalanan Paris İklim Anlaşmasını onaylamıştı. Ne var ki, Obama yönetiminin devreye soktuğu İklim Eylem Planını “enerji endüstrisinin önünde büyük engel oluşturan zararlı ve lüzumsuz bir politika” olarak nitelendiren ve başkan olursa bu planı derhal lağvedeceğini söyleyen Trump, görevi devralır almaz bu doğrultuda adımlar atmaya başladı. İklim değişikliğiyle ilgili tüm yayınları Beyaz Saray’ın internet sitesinden kaldırtan çiçeği burnunda başkan, ilk iş olarak, Amerikan yerlilerinin yaşadıkları bölgelerden geçen, su kaynaklarına zarar verdiği için büyük tepkilere neden olup iptal edilen petrol boru hattı projelerini yeniden onayladı. Küresel ısınmanın temel nedenlerinden biri olan fosil yakıt kullanımını sınırlamak bir yana, enerji politikasını bu yakıtlar üzerine inşa eden Trump’ın ikinci icraatı ise Paris İklim Anlaşmasından çekilmek oldu.
Kyoto Protokolünden bu yana gerçekleştirilen tüm iklim zirvelerinde sermayenin sözcüleri hep aynı teraneyi tekrarladılar: “Bu anlaşma büyük bir umut vadediyor. Dünya kurtulacak!” Fakat değişen hiçbir şey olmadı ve burjuvazi bildiğini okumaya devam etti. 2015 Aralığında, BM üyesi 194 devletin imzaladığı[1] Paris İklim Anlaşması, egemenlerin kurtarıcı gibi gösterdikleri anlaşmaların sonuncusuydu. Her iklim zirvesinden ve imzalanan anlaşmadan sonra dünyamızın kurtuluşu şerefine kadeh kaldırıp iyimserlik pompalayanlar bu kez de pek sevinçliydiler. Ancak Trump’ın bu anlaşmadan çekilme kararını açıklamasıyla suratlar buruştu. Hiçbir devlet bu sözleşmelere uymuyordu ama Trump herkesin gözüne soka soka çekilince şov bozulmuş oldu.
Paris İklim Anlaşmasının içeriğine bakınca, aslında Kyoto’dan beri alınan kararların yinelenmesinden başka bir şey getirmediğini görüyoruz. 2020 yılından itibaren yürürlüğe girmesi öngörülen bu anlaşmaya göre, devletler küresel sera gazı emisyonunu 2030’a kadar 56 milyar ton düşürecek bir planlamaya gidecek ve beş yılda bir bu planlarını gözden geçirecekler; gelişmiş ülkeler, küresel ısınmanın önüne geçecek teknolojilerin az gelişmiş ülkelere de taşınması için mali destekte bulunacak ve bunun için oluşturulan fona 2020’den itibaren her yıl 100 milyar dolar aktaracaklar.[2] İmzacı devletler, küresel sıcaklık artışını 2100 yılına kadar 2 santigrat derecenin altında tutacak adımlar atma vaadinde bulunuyorlar. Ne var ki yaraya merhem olmaktan son derece uzak olan bu anlaşmanın hiçbir hukuki bağlayıcılığı bulunmadığı gibi, taraflara hiçbir yaptırım da getirmiyor. Paris İklim Anlaşmasına göre ülkeler sera gazı emisyonlarını azaltma hedeflerini kendileri belirliyorlar. ABD de bu kapsamda 2025’e kadar yüzde 26-28 oranında bir düşüşü vaat etmişti. Üstelik Kyoto’nun baz aldığı 1990 yılını değil 2005 yılını baz alma üçkâğıdıyla vaat edilen bu indirim gerçekte %17’ye denk düşüyordu. Ancak silah ve enerji tekellerinin sözcüsü olan; kömür, petrol ve kaya gazı üretimini daha da körüklemeyi enerji planlarının temel hedefi haline getiren Trump yönetimine bu sınırlı vaat bile çok fazla geldi ve anlaşmayı bozdu.
Karbon emisyonu en hızlı yükselen ülkelerden biri olan Türkiye’nin tutumu da ABD’yle benzerlik gösteriyor. BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesini ve Kyoto Protokolünü 12 yıl gecikmeyle imzalayan Türkiye, çeşitli çekinceler öne sürse de[3] sonunda imza atmak zorunda kaldığı Paris İklim Anlaşmasıyla sera gazı emisyonunu 2030’a kadar yüzde 21 oranında azaltma taahhüdünde bulunmuştu. Ancak Trump’ın çekilme kararını fırsat bilen Erdoğan, Paris İklim Anlaşmasının Mecliste onaylanmasını askıya aldıklarını, eğer oluşturulacak fondan Türkiye’ye de pay aktarılmazsa anlaşmadan çekileceğini açıkladı.
Tıpkı Trump yönetimi gibi AKP hükümeti de “enerjide yerli kaynaklara yönelerek büyüme” stratejisi doğrultusunda kömürden suya tüm kaynakları sonuna kadar sömürme anlayışındadır. Enerji Bakanı Berat Albayrak, her açıklamasında üzerine basa basa, kömürün elektrik üretimindeki payını katlayarak arttıracaklarını söylemektedir ve bu doğrultuda termik santrallerin sayısı da hızla arttırılmaktadır.
Aslında Trump da, Erdoğan da, kâr uğruna dünyayı büyük bir açgözlülükle yiyip tüketen sermayenin patavatsız birer temsilcisidirler, o kadar. Kimi burjuva temsilciler kuzu postuna bürünüp duyarlılık pozları keserken, Trump ve Erdoğan gibiler sermayenin düşüncelerini fazlaca saklayıp gizlemeksizin ifade ediyorlar. Binali Yıldırım’ın “tesis mi daha önemli zeytinlikler mi?” şeklindeki veciz ifadesi aslında sermayenin soruna yaklaşımını çok basit bir şekilde özetliyor: Ne pahasına olursa olsun kâr, ne pahasına olursa olsun büyüme!
Kapitalist hükümetler ve tekeller, bir şey yapıyormuş gibi görünmek için yapılan anlaşmaların, imzalanan protokollerin kurallarını ve yaptırımlarını delmek, her türlü dalavereyle bunları boşa çıkarmak, hatta daha da ileri gidip fırsata çevirmek için işbaşındalar. Ülkelere karbon kotası koyulmasını şart koşan Kyoto Anlaşmasının, ortaya bir karbon piyasası ve borsası çıkarmak dışında bir sonucu olmaması bunun en çarpıcı örneklerinden biridir. Sanayisi gelişmiş ülkeler, karbon emisyonlarını düşürmeye yönelik radikal tedbirler almak yerine, kendilerine tahsis edilen kotayı aştıklarında kotasını doldurmayan ülkelerden kota satın alma yoluna başvurmaktadırlar. Aynı şey şirketler için de geçerlidir. Sonuçta yıllar içinde karbon emisyonlarında hiçbir gerileme yaşanmamış, ama ortaya on yıl içinde 15 katına çıkarak 150 miyar dolara ulaşan bir karbon piyasası çıkmıştır. İşte kapitalizmin çevre duyarlılığı!
Dünya yok oluyor, sermaye kâr derdinde
Kıran kırana bir rekabetin içinde olan emperyalist/kapitalist güçler, durgunluk içindeki ekonomilerini büyütmek ve düşen kâr oranlarını yukarı çekmek için enerji maliyetlerini ucuzlatarak rekabet güçlerini arttırmaya çalışıyorlar. Bu yüzden de kömürden petrole tüm kirli enerji kaynaklarını sonuna dek sömürme yoluna başvuruyorlar. Bugün enerji üretiminin %80’i fosil yakıtlara (petrol, doğalgaz ve kömür) dayanıyor. Tekstilden kozmetiğe, ambalajdan aklımıza gelecek her türlü plastiğe pek çok sektörde petrol temel ya da yardımcı hammadde konumunda bulunuyor. Taşımacılık alanı petrole dayanıyor. Fosil yakıt rezervleri (petrol ve doğalgaz için 50, kömür içinse 100 yıllık rezerv mevcut) tükenmeden bunları devre dışı bırakarak yenilenebilir-temiz enerji kaynaklarına (güneş, rüzgâr, füzyon, gelgit ve araştırılarak daha nicesi bulunabilecek kaynaklar) geçiş yapmak, üretimin tüm altyapısını bu kaynaklara dayandıran sermayeye akıl dışı olarak geliyor. Çünkü onun akıl dediği şey daha fazla kâr, yani emeğin ve doğanın daha fazla sömürüsüdür. Bu arada küresel ısınma nedeniyle dünyanın yaşanmaz hale gelmesi ise sermayenin umurunda değildir.
IPCC (Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli) bu yüzyılın sonuna dek küresel sıcaklığın 1 ilâ 6,5 derece arasında artacağını öngörüyor. Kendi çıkarları gereği meseleye iyimser yaklaşan burjuva kesimler en düşük artış miktarını veri alarak durumun söylendiği kadar vahim olmadığını vaaz ediyorlar. IPCC’nin küresel iklim değişikliğine ilişkin raporlarının inandırıcılığını azaltmak için bir zamanlar Exxon Mobil gibi petrol tekellerinin (ki eski CEO’su Rex Tillerson şu anda Trump’ın dışişleri bakanıdır) bilim insanlarına ve ekonomistlere on binlerce dolar rüşvet verme teşebbüsünde bulunduğu biliniyor. Keza bizzat Amerikan heyetinin bu raporlardaki bilimsel araştırmaları çarpıtmak, verileri hasıraltı etmek için azami bir gayret gösterdikleri de öyle. Oysa atmosferdeki sera gazı artışından kutuplardaki erimeye dek tüm olgular, küresel sıcaklık artışının en kötü tahminleri doğrulayacak şekilde yaşandığını gösteriyor. Dolayısıyla iyimser değil kötümser tahminlerin baz alınarak derhal radikal önlemler alınması gerekiyor. Ne var ki, kapitalizm insanlığı, doğayı değil maksimum kârı gözeten bir sistem ve bu radikal önlemler onun doğasıyla uzlaşmaz bir şekilde çelişiyor.
Küresel ısınmanın temel nedeni, başta karbon türevleri olmak üzere atmosferdeki sera gazlarının miktarının sıçramalı bir şekilde artmasıdır. Bunun sebeplerine bakacak olursak da karşımıza doğrudan kapitalizm gerçeği çıkmaktadır. Dünyamız milyarlarca yıl içinde pek çok kez iklim değişikliklerine uğradı. Ancak ilk kez kapitalizmle birlikte bu iklim değişikliği insan eliyle yaratılan bir değişiklik oldu. Kapitalist sanayiyle birlikte fosil yakıtların ve çeşitli kimyasalların kullanımının sıçramalı bir şekilde artması ve ormanların tahrip edilmesi, gezegenimizi uçurumun kıyısına yaklaştırdı. Üstelik bu yıkım süreci son otuz yılda her zamankinden daha büyük bir hızla ilerledi.
Karbon Bildirim Projesi (CDP) adlı kuruluş tarafından hazırlanan “Carbon Majors Report 2017” başlıklı rapora yansıyan bilimsel araştırmalar, fosil yakıt endüstrisinin son 28 yılda, sanayi devriminin başlangıcından IPCC’nin ölçümlere başladığı 1988’e kadar geçen yaklaşık 230 yıldakinden daha fazla sera gazı salımı yaparak küresel ısınmaya katkısını iki katına çıkarttığını gösteriyor.
CDP raporu bugün küresel sınai sera gazı emisyonlarının yarıdan fazlasından 25 şirketin sorumlu olduğunu gösteriyor. Bu şirketlerin ilk beşini sırayla Çin kömür şirketleri, Suudi Arabistan Petrol Şirketi (Aramco), Gazprom, İran Petrol Şirketi ve Exxon Mobil oluşturuyor. Şirket sıralamasında sayı 100’e çıkarıldığında ise küresel sınai sera gazı emisyonunun %70’ine bunların sebebiyet verdiği ortaya çıkıyor. Bunlar arasında Shell, BP, Chevron, Total gibi petrol tekellerinin yanı sıra, devlet tekelleri olan Meksika, Brezilya, Çin, Venezuela ve Kuveyt petrol şirketleri de ilk sıralarda yer alıyor. Söz konusu rapor, sanayi devriminden bu yana yapılan toplam sınai sera gazı emisyonunun %52’sinden de bu 100 şirketin sorumlu olduğunu ortaya koyuyor. Yani bir avuç asalağın dünya zenginliğinin çok büyük bir bölümünü gasp ederek milyarlarca insanı sefaletin pençesine ittiği bu sistemde, aynı asalaklar gezegenimizi de kelimenin tam anlamıyla cehenneme çeviriyorlar.
Bilim insanları, radikal önlemler alınmadığı takdirde bu yüzyılın sonuna kadar ortalama sıcaklıkların sanayi öncesi döneme göre 4 derece daha yüksek hale geleceğini öngörüyorlar ki, 2-3 derecelik bir artışın bile telafisi olanaksız bir tahribat yaratacağı dikkate alındığında bunun korkunç bir yıkım anlamına geleceği açıktır. Araştırmalar, önümüzdeki otuz yılda küresel sıcaklıkta 2,8 derecelik bir yükselmenin, kuraklık, deniz taşkınları, seller ve yaygınlaşacak salgın hastalıklar nedeniyle yüz milyonlarca insanın ölümüne yol açacağına işaret ediyor. Aynı nedenle, ezici bir çoğunluğunu yoksulların oluşturduğu 3 milyar insanın orta vadeli büyük bir tehditle karşı karşıya olduğu görülüyor. Dünya Sağlık Örgütü, 2030-50 yılları arasında, iklim değişikliğine bağlı olarak yılda 250 bin ekstra ölüm beklediğini açıklıyor. Norveç merkezli İç Göç İzleme Merkezi (IDMC) ise 2008 yılından bu yana yılda ortalama 20 milyon insanın iklim değişikliğine bağlı nedenlerle yaşadığı toprakları terk ettiğini bildiriyor. Bu sayının, savaş ve çatışmalar yüzünden yaşadıkları yerleri terk edenlerin sayısının birkaç kat üstünde oluşu durumun vahametini de gösteriyor. Örneğin 2016 verilerine baktığımızda (ki bu söz konusu göçler açısından en yüksek yıllardan birini oluşturmuyor), savaş ve çatışmalar yüzünden 7 milyona yakın insanın; kuraklık, seller, kasırgalar, aşırı sıcaklar gibi çevresel nedenlerle ise 23,5 milyon insanın göç etmek zorunda kaldığını görüyoruz.[4] Adına kapitalizm denen bu sistem, on milyonlarca emekçiyi hiçbir sorumlulukları olmayan iklim değişikliği nedeniyle yerinden yurdundan ederek sermayenin kefaretini ödemek zorunda bırakıyor. Üstelik Birleşmiş Milletler Çevre ve İnsan Güvenliği Enstitüsü uzmanları 2050 yılına dek bu sayının 200 milyona çıkacağı tahmininde bulunuyorlar. Bu durum, açlığa, yoksulluğa paralel olarak mülteci sorununun da devasa göç dalgalarıyla katmerlenerek artacağını gösteriyor.
İnsan ve çevre dostu bir kapitalizm mümkün değildir
Günümüzden 65 milyon yıl önce dünyaya çarpan büyük bir meteor, toz bulutlarına ve iklim soğumasına neden olarak bitki ve hayvan türlerinin %70’inin yok olmasına yol açmıştı. Bugünse dünyamız bu kez kendisine çarpan kapitalizm “meteoru” yüzünden üzerindeki tüm canlı yaşamla birlikte yok oluş tehdidi altında! Kapitalizm, bulduğu her şeyi içine çekip sömürerek kâra dönüştüren dev bir kıyma makinesi gibi işliyor. Küçük bir azınlığın aşırı zenginliği ve aşırı tüketimi pahasına büyük çoğunluğa yoksulluğu dayatan bu sistem, bolluk içinde kıtlık, aşırı üretim içinde yoksunluk üretiyor. Kâra ve rekabete dayanan kapitalist üretim tarzı, şeylerin insanların ihtiyacı olup olmadığına bakılmaksızın en fazla miktarda üretilmesine, bu arada makinelerin ve işçilerin 24 saat kesintisiz çalışmasına, doğanın ve emeğin azami miktarda sömürülmesine dayanmaktadır. Bu, kendini her seferinde daha da derinleşerek tekrarlayan krizleri doğuran bir üretim anarşisi anlamına geldiği gibi, doğanın ve işgücünün korkunç bir yıkıma uğratılması demektir aynı zamanda.
Sermayenin doğayı yağmalamaktan ve tahrip etmekten vazgeçmesini beklemek, emeği sömürmekten vazgeçmesini beklemek kadar abestir. O her şeye sömürülecek bir kaynak gözüyle bakmaktadır. Bugün dünyanın en büyük petrol ve otomobil tekellerinin biyoyakıt ve elektrikli arabalar üretimine yönelmeye başlamaları da, onların çevreci duyarlılıklarından değil rekabette geri kalmama güdülerinden kaynaklanmaktadır. Üstelik temel güdü kâr olunca, en temiz enerji kaynakları bile, sermayenin elinde, insan başta olmak üzere tüm canlılara zarar vermeye başlamaktadır. Örneğin su gibi bir temiz enerji kaynağı, en küçük çaya bile HES kurma mantığıyla yaklaşıldığında bir yıkım aracına dönüşüvermektedir. Yerleşim yerleri ve göçmen kuşların uçuş güzergâhları dikkate alınmaksızın inşa edilen rüzgâr türbinleri köylüleri gürültüden yaşayamaz hale getirebilmekte, göçmen kuşları katledebilmektedir. Biyoyakıt için kullanılan tarım ürünleri insanların yaşamsal gıda maddelerinin üretildiği alanları istila edince, kıtlık, su kaynaklarının tükenmesi, doğanın dengesinin bozulması gibi ölümcül sonuçlara yol açabilmektedir vs.
Tüm bunlar, kâr için üretim mantığı hüküm sürdükçe karşı karşıya olduğumuz hiçbir soruna çözüm bulunamayacağını, aksine çözümmüş gibi sunulan her alternatifin insanlığı yeni sorunlarla karşı karşıya bırakacağını gösteriyor. Küresel ısınma sorununda da aynı şey geçerlidir. Bu sorunu tehdit olmaktan çıkarmak için enerji üretimi başta olmak üzere, tarımdan sanayiye, binalardan ulaşıma her alanda çevre dostu üretime ve tüketime geçmek gerekmektedir. Ancak bu, merkezi planlama olmaksızın, silah sanayii başta olmak üzere gereksiz üretim alanları tasfiye edilmeksizin vb. mümkün değildir ve bu doğrultuda adım atılmaya kalkıldığında kapitalist mülkiyet ilişkileri ve ulus devlet engellerine çarpmak kaçınılmazdır. Dolayısıyla küresel ısınmaya karşı mücadelenin kapitalizme karşı mücadeleden soyutlanarak sonuç vermesi olanaksızdır. Bugün kapitalizmi yıkmak kelimenin tam anlamıyla bir ölüm-kalım meselesi haline gelmiştir. Bu sistemi yalnızca milyarlarca işçi ve emekçinin insani koşullarda yaşayabilmesi için değil dünyayı bir bütün olarak yok oluştan kurtarmak için de yıkmak gerekiyor.
[1] BM üyesi 196 devletten ikisi, Nikaragua ve savaşın yaşandığı Suriye anlaşmayı imzalamadı. İmzacı devletlerin 153’ü ise parlamentolarında onaylama işlemini tamamladı.
[2] Bkz. Gülhan Dildar, Paris Zirvesi Küresel Isınmayı Durduracak mı?, marksist.com, 29 Aralık 2015
[3] “… Türkiye, Paris’te, tarafları gelişmişlik statüsüne göre ayıran «ekler» tanımının kaldırılması ve kendisini gelişmiş ülkelerden farklı olarak konumlandıran «özel şartlar» ifadesinin eklenmesi için çaba sarf etti. Bu temelde konuşmalar yapan Erdoğan ve Çevre Şehircilik Bakanı, Türkiye’nin gelişmiş bir ülke olmadığını öne sürdüler ve iklim değişikliğine karşı finansal ve teknolojik yardım talep ettiler. Ancak Türkiye sera gazlarını sınırlayan Kyoto Anlaşmasından önce bu konuda aktif olmadığı için OECD üyesi statüsüyle gelişmiş ülke kabul edilmişti. Bu nedenle de Türkiye’ye sera gazı salımını azaltma ve fona destek yükümlülüğü getirildi. Emperyal arzularla yanıp tutuşan Türkiye, büyüyen ekonomisiyle övünürken yükümlülükten kaçmak için gelişmiş bir ülke olmadığını iddia edecek kadar gülünç duruma düştü. Ne yaman çelişki! Şark kurnazlığı ve yalan dolan üzerine kurulu burjuva politikalarının iyi bir örneğini sergilemiş oldu Türkiye.” (Gülhan Dildar, Paris Zirvesi Küresel Isınmayı Durduracak mı?)
link: İlkay Meriç, Sermaye Yeşili Sadece Dolarda Sever, 19 Temmuz 2017, https://marksist.net/node/5756