Lordlar Kamarasının da onay vermesinin ardından İngiltere’nin 44 yıllık AB üyeliğini sonlandıracak olan Brexit sürecini resmen açması, 9 ay önce başlamış olan “AB dağılıyor mu” tartışmasını yeniden alevlendirdi. Burjuva siyaset arenasında cereyan eden bu tartışmalara ve gelişmelere bir göz atmak, Hollanda seçimleri ve benzeri gelişmeleri bu kapsamda değerlendirmek ve AB meselesine Marksistlerin nasıl bakması gerektiğine dair hatırlatmalar yapmak; tarihsel bir sistem krizi içindeki kapitalizmin barındırdığı çelişkilerin kavranması ve AB’nin dağılması gibi küresel dengeleri altüst edecek önemde bir gelişmenin ne ölçüde olası olduğunun ve sonuçlarının neler olabileceğinin yorumlanabilmesi bakımından işlevli olacaktır.
Brexit, Hollanda seçimleri ve burjuva siyaset arenasındaki değişimler
İngiltere başbakanı May, Lizbon Anlaşmasının 50. maddesini işleten mektubu AB Konseyi Başkanı Tusk’a vererek ayrılma sürecini resmen başlatmış oldu. Prosedüre göre şimdi İngiltere ile AB arasında ayrılma anlaşmasının maddelerine ilişkin müzakereler başlayacak. Takribi 2 yıl sürmesi öngörülen bu süreç, İngiltere ve AB’nin üzerinde anlaşacakları metnin İngiltere ve Avrupa parlamentolarında onaylanmasıyla tamamlanacak. Müzakerelerin başlayabilmesi için de, AB Konseyi başkanı Tusk’ın yol haritasının taslağını hazırlaması ve 29 Nisanda İngiltere’siz yapılacak AB liderleri zirvesinde kabul ettirmesi gerekiyor.
Brexit referandumunun ardından yaptığımız değerlendirmelerde, AB’den çıkış talebinin asıl olarak Britanya “aşırı sağ”ına ait olduğunu, ayrılma sürecinin uzun ve sancılı geçeceğini, siyasi ve ekonomik dengeleri değiştireceğini söylemiştik. (Bkz. Oktay Baran, Brexit’in İşaret Ettikleri, Temmuz 2016) Brexit’le birlikte Avrupa’nın diğer “aşırı sağ” partilerinin de AB’den ayrılma taleplerini daha yüksek sesle dillendirecekleri, Brexit’in zaten çelişkilere ve çatlaklara sahip AB’nin dağılma sürecini hızlandıracağı da kesindir demiştik. Özellikle Almanya’nın bunun bedelini İngiltere’ye ödetmeye çalışacağını (çıkış eğilimlerinin önünü kesmek için), ayrılık sonrası İngiltere’nin AB ülkeleriyle ilişkilerinin eskisi gibi olamayacağını öngörmüştük: “Britanya ile AB arasında diplomatik, ticari ve siyasi krizlerin güçlenerek patlak vermesi, büyük emperyalist güçler arasındaki rekabetin kıta Avrupası üzerinde tekrar kızışması çok daha gerçekçi bir projeksiyon olacaktır. AB’yi mali ve siyasi olarak ayakta tutmak için epey bir kaynak ayıran Almanya, güç belâ hegemonya kurduğu Avrupa’nın dağılmasını kolayca sineye çekmeyecektir. Gerilimlerle birlikte rekabet de arttıkça, AB’nin dağılma eğilimleri güçlenecektir ki, içinden geçtiğimiz emperyalist paylaşım savaşı döneminde, Avrupalı emperyalist güçlerin yeni odaklaşmalar temelinde birbirlerine girmeleri hayli olasıdır. Alman başbakanı Merkel’in Avrupa’da barışın tehdit altında olduğunu açıklaması boşuna değildir.” (age)
Gelinen noktada bu ve benzeri öngörülerin gerçekleşmeye başladığını söylemek mümkündür. Örneğin AB şimdiden İngiltere’nin önüne 60 milyar avroluk bir fatura koymaya hazırlanmaktadır. Ayrıca Fransa’dan İtalya’ya, Hollanda’dan Almanya’ya kadar hemen her AB ülkesinde “aşırı sağ” kesimler, AB’nin ömrünü tamamladığını ve kendi ülkelerinin de AB’den çıkması gerektiğini dillendirmeye başladılar.
Fransa’nın faşist liderlerinden Le Pen’in beyanları, Avrupa’nın “aşırı sağ” diye adlandırılan ırkçı-faşist siyasi çizgisinin ortak düşüncelerini ifade etmektedir. Le Pen, İngiltere’den sonra Fransa’nın da AB’den dostça ayrılması gerektiğini, euroya geçişin Fransa, İtalya ve İspanya’nın ekonomisini olumsuz etkilediğini, hiçbir ülkenin kendi endüstrisini korumadan bu kriz sürecini atlatamayacağını, Trump’ın, Şi Cinping’in ve May’in
ekonomik vatanseverlikle yol aldığını, sınırları olmayan bir dünya hayaline sadece AB’li bazı liderlerin hâlâ inandığını söylemiştir.AB tartışmaları üzerinden bir kez daha ortaya çıkmıştır ki, Avrupa’nın işçi-emekçi kesimlerindeki hoşnutsuzluğu kendi siyasetlerine tahvil etmeyi dikkate değer ölçüde başaran “aşırı sağ” partiler karşısında merkez sağ-sol partiler ya sallanmakta ya da basınç altında kalarak daha da sağa kaymakta, böylece bir bütün olarak burjuva siyaset arenasında bir sağa kayış yaşanmaktadır. Dolayısıyla bu “aşırı sağ” partilerin yarattığı basıncın (iktidara gelemeseler bile), burjuva siyasetine ciddi etkileri söz konusudur. AB’den ayrılmayı savunan, göçmenlere karşı ırkçı politikaların hayata geçirilmesini isteyen ve işçi-emekçi kitlelerin yaşadıkları hoşnutsuzluğu göçmenlere ve iktidar partilerinin “yumuşak” politikalarına bağlayan bu “aşırı sağ” partilerin kitle desteğini arkalarına alabilmelerini de şöyle açıklamıştık:
“Sosyal-demokrasinin işçi sınıfını aldatan sahte sol söylemi, ondan ümidini bir türlü kesemeyen, onun içinden çıkacak sol-reformist eğilimlere bel bağlayan sosyalist (aslında oportünist denmeli) çevrelerin tutumlarıyla birleşerek, işçi sınıfını faşizm ya da «aşırı sağ» karşısında savunmasız bırakmaktadır. Mevcut düzene, onun kurumlarına ve topunun birden kokuşmuşluğuna içgüdüsel olarak büyük bir tepki duyan emekçi kitleler, gerçek bir sosyalist alternatif önlerine konulmadığı için, «aşırı sağ»ın demagojik söylemlerinin kurbanı olmaktan kurtulamıyorlar. Avusturya gibi bir ülkede «aşırı sağ»cı Özgürlük Partisi’nin adayı cumhurbaşkanlığını kılpayı kaçırıyor, faşist Ulusal Cephe Fransa’nın neredeyse en büyük partisi haline geliyor, Almanya, İtalya, Hollanda ve İskandinav ülkelerinde «aşırı sağ» partiler hızla yükselirken, Polonya ve Macaristan’da iktidardaki sağcı partiler giderek daha sağa kayarak otoriter rejimler inşa ediyorlar. «Aşırı sağ»ın bu yükselişi bir taraftan kapitalizmin tarihsel krizinden, diğer taraftan da yoğun emekçi göçünden besleniyor.” (age)
Mart ayında yapılan Hollanda seçimlerini de işte bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Hollanda seçimlerinin ortaya koyduğu tablo, kara bulutları dağıtmaya çalışan AB liderlerinin söylediklerinden farklı bir gerçekliği göz önüne sermektedir. AB’ci liderler, seçimleri başbakan Rutte’in partisi olan VVD’nin kazanmasını, AB’nin dağılmasını isteyen “aşırı sağ”cı Wilders’in partisi PVV’ye karşı bir zafer olarak nitelediler. AB’nin sözde demokrat liderleri, göçmen ve İslam karşıtı söylemleriyle tanınan ırkçı Wilders’in kazanmamasını “Avrupa değerlerine sahip çıkıyor” söylemiyle yorumladılar.
Ancak bu sözler, Hollanda’da “aşırı sağ”ın yükselişte olduğunu ve genel olarak ırkçı-göçmen karşıtı politikaların önünün açıldığını gizlemeye yetmemektedir. Yakından bakacak olursak şunu görürüz; ırkçı Wilders’in partisi milletvekili sayısını 5 arttırarak toplamda meclisteki sandalye sayısını 20’ye yükseltmiştir. Yani toplam 150 sandalyenin 20’sini almıştır ki 31 partinin katıldığı seçimlerde bu büyük başarıdır. PVV seçimlerden ikinci parti olarak çıkmıştır ve muhtemel koalisyon ortağıdır. Oysa Rutte’nin iktidardaki partisi, her ne kadar seçimlerden birinci parti olarak çıkmış olsa da, 8 milletvekilliğini kaybetmiştir. İktidar partisine destek olan burjuva sol İşçi Partisi de, bu desteğinin bedelini 29 milletvekili kaybederek ödemiştir. Sol cenahta sadece Sosyalist Parti konumunu koruyabilmiş ve 14 milletvekili çıkartmıştır. Yani 150 vekillik mecliste sol partilerin oranı %15’e gerilemiştir.
Seçim öncesinde Rutte’nin, ırkçı Wilders’in yarattığı basınç sonucu göçmen karşıtı söylemlerde bulunmasından tutalım da seçim sonrası ortaya çıkan meclis aritmetiğine kadar tüm veriler burjuva siyasetteki genel sağa kaymayı ayan beyan göstermektedir. Ve maalesef Hollanda’da da diğer Avrupa ülkelerinde de işçi sınıfının bağımsız siyasetini savunan gerçek anlamda sosyalist yapılar güçlü bir alternatif oluşturmamaktadırlar.
Tabloyu bu şekilde okursak, Rutte’nin seçim sonrasında sarfettiği “Bu akşam Hollanda, Brexit’ten ve Amerikan seçimlerinden sonra, popülizmin yanlış türüne dur dedi” türünden ifadelerin altının boşluğunu daha iyi kavrarız. Kapitalizmin tarihsel sistem krizi, dünyanın her yerinde çelişkileri keskinleştirip tarafları uçlara iterken, Rutte türü burjuva siyasetçilerinin bu tür naif söylemlerinin hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Benzer şekilde, Fransa’daki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ırkçı-faşist Le Pen’e karşı yarışacak olan merkez sağın adayı Macron da, Rutte’nin galibiyetini “ilericilerin momentum kazandığı” şeklinde yorumlarken, aslında gerçekliği değil gönlünden geçeni dile getirmiş olmanın ötesine geçememektedir.
AB’ci kimi burjuva liderlerin bu açıklamalarının aksine, Hollanda seçimleri, Avrupa’da merkez sağ ve sol partilerin çöküşünün göstergelerinden biri olmuştur. Merkez partilerin liderleri, “aşırı sağ”ın basıncı altında çareyi taviz vermekte ve milliyetçi, militarist, ırkçı-göçmen karşıtı, İslamofobik söylemleri yükseltmekte görüyorlar. Bunun nerelere varabileceğini anlamak için geçmişin İtalya ve Almanya örneklerine bakmak yeterlidir. Başta ABD olmak üzere otoriterleşme ve faşizm, tüm dünyada yükseliştedir. Bu koşullarda Hollanda seçimlerinin sonuçları tehlikenin büyüdüğünün işareti olarak okunmalıdır.
Kapitalizmin tarihsel sistem krizine dünya burjuvazisinin dozu artan bir milliyetçilik, militarizm, savaş, otoriterleşme ve ırkçılıkla, hatta faşizmle yanıt vereceği ortadadır. Demokratik ve insani değerlere güya pek bağlı burjuva AB’nin farklı davranacağını beklemek saflıktır. Hollanda’nın ardından Fransa’daki cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turu da bunu göstermiştir. Almanya’daki seçimlerde de benzer sonuçlar çıkacak ve tablo değişmeyecek, aksine kuvvetlenecektir. Brexit’in tetiklediği AB’den çıkış eğilimlerini ya da “AB dağılıyor mu” sorusunu bu minvalde ele almak gerekmektedir.
AB dağılıyor mu?
“AB dağılıyor mu” sorusunu cevaplayabilmek için önce AB’nin ne tür bir birlik olduğunu hatırlatalım. Elif Çağlı, Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum adlı broşüründe (Nisan 2003), “20. yüzyılın başlangıcından bu yana çeşitli düzeylerde emperyalist birlikler oluşmuştur ve bu tür birliklerin oluşması bugün de pekâlâ mümkündür. Ancak, kapitalist sistemin kaçıp kurtulamayacağı büyük krizler nedeniyle, bu tür birlikler her an parçalanma riskini içinde taşıyan birlikler olarak kalacaklardır” diyordu. İşte AB’yi de bu tür emperyalist birliklerden biri olarak düşünmek gerekir.
Çağlı’nın altını çizdiği bir diğer husus, AB’nin kurulmasındaki, yani her biri rakip birer emperyalist güç olan Almanya, Fransa, İtalya gibi ülkelerin AB çatısı altında bir araya toplanmalarındaki temel saikin rakip bir emperyalist güç olarak ABD’nin varlığı olduğudur. II. Dünya Savaşıyla birlikte ABD dünyanın yükselen ve hegemon emperyalist gücü olmuş, savaşta harabeye dönen Avrupa ülkeleri ise, tek başlarına ABD ve diğer yükselen güçlerle (Japonya gibi) rekabet edemeyecekleri için AB’yi oluşturmaya yönelmişlerdir. Çağlı, büyük kaynaklara sahip ABD gibi tekelci kapitalist ülkelerin varlığının, bu güce sahip olmayan ülkelerin birlik arayışlarını güdülediğini söylemiş, ama hangi düzeyde olursa olsun, bu güdülerin dayandığı esas temelin soyut bir birlik arzusu değil, kendi kapitalist çıkarlarını maksimize etme çabası olduğunu vurgulamıştır. Kısacası, kimi burjuva ideologların ve liberallerin yaymaya çalıştığı soyut ideallerin aksine, AB’nin daha baştan çıkar temelinde oluşmuş emperyalist bir birlik olduğunu ve farklı çıkar birliklerinin her zaman mümkün olduğunu söylemektedir Çağlı.
AB’nin sadece Almanya ve Fransa gibi güçlü emperyalist ülkelerden oluşmadığını da hatırlatan Çağlı, “büyük kapitalist güçlerin dünyadaki nüfuz alanlarını paylaşmak için oluşturacakları birlikler, zayıf ülkelerin bir kısmını kapsasa dahi, öncelikle birincilerin çıkarlarını gözeten ve onlar arasındaki çekişmeleri de asla ortadan kaldırmayan emperyalist birlikler olacaktır. Bu nedenle, emperyalist birlik ve ittifakları, artık bozulmayacak, durağan ve kararlı birleşmeler şeklinde kavramak kapitalist işleyişe tamamen ters düşer” demektedir. Bugünün AB’sindeki manzara da tastamam budur. Kapitalizmin görece “iyi” dönemlerinde diğer büyük emperyalist güçlerle rekabet edebilmek için Birliğin varlığını güçlendirmesini isteyen ve bu yönde politikalar hayata geçiren AB içindeki büyük güçler, şimdi tarihsel sistem krizinin ve emperyalist savaşın yarattığı gerilimle Birliği devam ettirmekte zorlanmaktadırlar.
Çağlı bu tür birliklerin neden kalıcı olamayacağını şöyle açıklamaktadır:
“Kapitalist bloklar kalıcı olamaz. Değişen güçler dengesine bağlı olarak onlar da değişir. AB ya da benzeri birliklerin, birliğe üye olan ulus-devletler arasındaki çelişkileri tamamen ortadan kaldırabileceği ve bu devletler arasında çatışmasız bir üst-birlik dönemini başlatabileceği yolundaki varsayım gerçeklerin sınavına dayanamamıştır ve dayanamaz. Kapitalist düzen içinde çıkarların ve nüfuz bölgelerinin paylaşılması konusunda, paylaşıma katılanların genel ekonomik, mali, askeri gücünden başka bir temel düşünülemez. Paylaşıma katılanlar arasındaki güçler dengesi ise aynı kalamaz, değişir. Çünkü kapitalizm eşitsiz gelişme demektir ve ülkelerin, çeşitli sanayi sektörlerinin, tekellerin eşit şekilde gelişmeleri mümkün değildir. Lenin’in dediği gibi, on ya da yirmi yıl sonra emperyalist güçler arasındaki dengenin değişmeden kalacağı düşünülemez bile.” (age)
AB, belirli bir güçler dengesine göre kurulmuştur, ancak SSCB’nin çöküşünden bu yana bu güçler dengesi sürekli değişmekte, hatta altüst olmaktadır. Güçler dengesinin yeni durumuna göre AB de ya dağılacak ya da yerini başka bir birliğe bırakacaktır. Çağlı’nın dediği gibi, “belirli somut koşulların ve hesapların sonucu oluşturulan bu tür birlikler, şartlar değiştiğinde bozulur; yerine yenileri kurulur. Avrupa Birliği’nin kaderi de kesinlikle bu çerçevede değerlendirilmelidir.”
Avrupa Birliği, hiçbir zaman Amerika Birleşik Devletleri gibi bir siyasi birlik olmamıştır, olamaz da. Siyasi düzeyde kimi üst yapıların kurulmuş olması yahut ortak para birimine geçiş gibi olgular bu gerçeği değiştirmez:
“Avrupa Birliği esas itibarıyla ekonomik bir birliktir. Bu, çeşitli Avrupa ülkelerindeki büyük sermaye çevrelerinin kendi hegemonya alanlarını korumak ve genişletmek amacıyla oluşturdukları bir ekonomik ortaklıktır. Avrupa kıtasından hareketle oluşmuş bulunması ona özgün bir karakter kazandırıyor olsa da, son tahlilde kapitalizmin tekelci aşaması içinde tanık olunan diğer ekonomik birliklerle benzer bir temele sahiptir. Elbette ki Avrupa ülkelerinin coğrafi ve kültürel yakınlıklarının, aralarındaki ticari ve ekonomik ilişkileri önemli kıldığı gözardı edilemez. Ne var ki, Avrupa ülkelerinin «birlik» sorununa boyundan büyük anlamlar yüklenmesi ve Avrupa’nın çeşitli ulus-devletlerinin tek ve birleşik yeni bir ulus-devlet çatısı altında toparlanacağının iddia edilmesi tamamen yanlış olur.” (age)
AB, gerçekte birbirleriyle kıyasıya rekabet içinde olan ve ekonomik olarak bir birlik oluştursalar ve ortak politikalar geliştirmeye çalışsalar da, çıkar farklılıkları nedeniyle çelişkilerden, çekişmelerden ve çatışmalardan kurtulamayan ülkelerin oluşturduğu ekonomik bir birliktir. Kimi burjuva ideologların ve liberallerin, AB’nin “ulus devletin aşılması” anlamına geldiği yolundaki hayallerinin gerçekte bir karşılığı yoktur. AB’nin özünde ekonomik bir birlik olduğunu, kuruluş sürecinden itibaren geçirdiği evrime bakarak da görebiliriz.
Bugünkü AB’nin öncülü, Avrupa ülkelerinin (Fransa, Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda, Lüksemburg) kendi aralarındaki ekonomik birlik arayışının sonucunda ortaya çıkan ve 1952 yılında oluşturulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğudur. Bunu, bir ortak pazarın oluşturulması amacıyla 1957’de kurulan Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) izlemiştir. AET’nin temel amacı, malların, hizmetlerin, sermayenin ve işgücünün serbestçe dolaşımını sağlayacak bir ortak pazarın ve gümrük birliğinin kurulmasıydı. Nitekim 1968’de üye ülkeler arasında gümrükler kaldırıldı ve ortak bir gümrük tarifesi belirlendi. 1987’de ise Topluluğun üyeleri ortak bir fiyat politikası güdecek tek pazar anlaşmasını imzaladılar. Nihayet 1993 yılında Topluluk Avrupa Birliği (AB) adını aldı ve SSCB’nin çöküşünün ardından da (1997 yılından itibaren) genişlemeye başladı. Birliğin belirlediği çeşitli anlaşmalar ve kriterler de bu ekonomik birliği pekiştirmeye yönelikti. Örneğin meşhur Maastricht Anlaşması AB üyesi devletler için ekonomik ve parasal çeşitli kriterler belirlemekteydi. Bu anlaşma doğrultusunda 1999 yılında Avrupa Para Birliği (EMU) sağlandı ve ortak para birimi yürürlüğe girdi.
AB’nin emperyalist-ekonomik bir birlikten başka bir şey olmadığını açıkça ortaya koyan bu tarihsel akıştan çıkartılabilecek birkaç sonuç daha vardır. Birincisi AB’nin çelişkilerle dolu olduğu ve içerde de rekabetin sürdüğüdür. Birlik içinde kuruluşundan bu yana çeşitli çekişmeler yaşanmaktadır. Birliğin kurucularından Fransa’nın, ABD’ye yakınlığı nedeniyle İngiltere’nin AET’ye ilk katılım başvurusunu veto etmiş olması ve İngiltere’nin topluluğa ancak 1973 yılında katılabilmiş olması, bunun örneklerinden biridir. SSCB’nin çöküşünden sonra Balkanlar’da yaşanan savaşta Almanya, Fransa ve İngiltere’nin ortak bir dış politika izlemek bir yana, birbirlerine karşıt politikalar izlemeleri ve savaşta farklı tarafları desteklemeleri de diğer bir örnektir. AB üyesi olsa bile ortak para birimini kullanmayan ülkelerin varlığı yahut diğer farklı statülerin varlığı gibi örnekler çoğaltılabilir. Tüm bunlar ortada siyasi bir birliğin olmadığının ve aslında AB’nin geçici bir çıkar birliği olduğunun kanıtlarıdır. İkinci sonuç ise süreç içinde alınan kararların ya da belirlenen ekonomi politikalarının ancak kapitalist ekonominin yükseliş içinde olduğu, yani işlerin iyi gittiği (1945-70 arasında olduğu gibi) dönemlerde uygulanabildiğidir. 70’lerden bu yana ise krizler derinleştikçe Birlik içindeki çatışmalar artmış ve çelişkiler de daha fazla su yüzüne çıkmaya başlamıştır. Hele ki içinden geçtiğimiz tarihsel sistem krizi sürecinde iş o noktaya varmıştır ki, AB’nin dağılması konuşulmaya başlanmıştır.
AB’nin çelişkilerle dolu ve siyasi rekabetin alabildiğine sürdüğü bir birlik olduğunun kavranması açısından, Birliğin içindeki büyük güçlerin siyasi hedeflerinin ortaya konması da önemlidir. Birlik içindeki üç büyük güç (Almanya, Fransa ve İngiltere) arasındaki rekabetin ve çekişmelerin özetini Çağlı şu şekilde yapmaktadır:
“Stalinizmin çöküşünü takiben Almanya’nın Doğu ve Batısının birleşmesi onu ekonomik bakımdan büyük bir potansiyel güç haline getirdi. AB içinde yürümekte olan hegemonya mücadelesinde Alman emperyalizmi atağa geçerek, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Slovenya, Slovakya’da vb. önemli bir rol üstlenmeye koyuldu. Rus pazarında da diğer rakiplerini geçmeye çalıştı. (…) Fransa’nın amacı AB içinde Alman emperyalizminin hegemonyasını sınırlamak ve birliğin kalbine Fransa-Almanya ittifakını yerleştirmektir. Almanya ise, İkinci Dünya Savaşı deneyimi nedeniyle kendi emperyalist tutkularını ancak bütünsel bir Avrupacılık kılığına bürüyerek genişletebileceğinin bilincindedir. Alman emperyalizminin ekonomik gücünü politik, diplomatik ve askeri bakımdan da geliştirmeye ihtiyacı vardır. Rusya ile yakınlaşma çabaları, NATO dışında bir Avrupa Ordusu oluşturma planları, Avrupa federasyonunun kurulabileceği propagandası bunun sonucudur. İngiltere’ye gelince, bazı burjuva kesimlerin AB doğrultusundaki tercihlerine rağmen, o zaten AB içinde ABD emperyalizminin uzantısı gibidir. Çünkü ABD, Londra’nın dünya ölçeğindeki yatırımlarının garantörü ve savunucusudur. Büyük sömürge imparatorluğu döneminde dünya siyasetinde ve diplomasisinde edindiği deneyim üstünlüğünü ve kurnazlık becerisini yitirmek istemeyen İngiltere, bu kozlarını ABD’nin ekonomik ve askeri gücüyle birleştirerek AB’ye tepeden bakan bir emperyalist güç rolünü oynamaktadır. (…) Onun Avrupa Birliği’nin ilerletilmesi sürecindeki temel rolü Fransa-Almanya ekseninin gücünü kırmaya çalışmaktır. İngiltere, AB içinde ABD’nin Truva atı rolünü oynayacağı düşünülen Doğu Avrupa ülkelerini ya da Türkiye gibi ülkeleri birliğe sokmaya çalışarak, AB’yi Fransa-Almanya ikilisinin arzuladığı bir birlik olmaktan çıkarma, onu baltalama çabası içindedir.” (age)
Bu tespitler, AB’nin bugün içinde bulunduğu durumun arka planını net biçimde ortaya koymaktadır. Bu tür gerilimler altında bulunan AB’nin düşük büyüme oranları, yüksek emek maliyeti, endüstriyel entegrasyonun istenilen düzeyde olmaması gibi faktörler yüzünden zaten ABD karşısında dezavantajlı bir konumda bulunduğunu ifade eden Çağlı, 21. yüzyılla birlikte yükselen genişleme eğiliminin de, aslında ABD’nin Birliği sulandırma politikalarının uzantısı olduğunu vurgulamaktadır. ABD, AB içine kendi kontrolü altında olabilecek ülkeleri katarak onu iyice etkisizleştirmeye ve bu birliği de kendi hegemonyası altına almaya niyetlidir. Amerikan emperyalizminin dünyaya yeni bir biçim verme iddiasıyla tansiyonu alabildiğine yükselttiği koşullarda, AB tam genişleyip büyüyeceği sırada çatırdamaktadır.
İşte bu tespitlerin ışığında Çağlı, daha 2003’te AB’nin dağılmaya yazgılı bir emperyalist birlik olduğunu söylemiş (ki o dönemde solun bir kısmı dâhil burjuvazi ve liberallerden oluşan geniş bir kesim AB şampiyonluğu yapmaktaydılar, AKP hükümeti de AB’ci politikalar izliyordu), değişen dengelere göre eski birliklerin bozulabileceğini ve yerine yenilerinin kurulabileceğini ifade etmiştir. Üstelik Çağlı bu yazgının sadece AB için değil, tüm emperyalist üst birlikler için geçerli olduğunu da vurgulamıştır: “Bazıları siyasal aymazlığın peronunda AB’yi Avrupa Birleşik Devletlerine taşıyacak treni beklerken, gerçek dünya ABD’nin hegemonya savaşıyla sarsılmaya başladı. İçine girdiğimiz bu yeni dönemle birlikte, bırakın Avrupa Birleşik Devletleri hayalini, II. Dünya Savaşı sonrasında uzun yıllara damgasını vuran tüm kapitalist ittifaklar çatırdamaktadır. NATO’sundan Birleşmiş Milletlerine, AB’sine dek mevcut tüm kapitalist birlik ve blokların akıbeti belli değildir. Çünkü çıkar çatışmaları üzerinde yükselen her «birlik», kartların yeniden dağıtılmasıyla birlikte parçalanmaya yazgılıdır. Kısacası, Avrupa Birleşik Devletleri hedefine doğru yol aldığı söylenen Avrupa Birliği’nin, bu haliyle bile kaderi belli değildir. Bu nedenle, kapitalist Avrupa Birleşik Devletleri düşü bir yana, kalıcı bir Avrupa Birliği projesinin bile gerçeklerin sınavında tökezleyip sınıfta kalmaya yazgılı olduğunu söyleyebiliriz.” (age)
Demek ki geçmişte günün ihtiyaçları çerçevesinde kurulan bu emperyalist ve ekonomik birlik, bugün barındırdığı çelişkiler ve ters yönlü eğilimler nedeniyle dağılabilir.
Kapitalizmin içinde bulunduğu sistem krizi ve emperyalist savaş, tüm eski dengeleri altüst ettiğinden ve bir bütün olarak kapitalizm olağan dışı bir döneme girmiş bulunduğundan, esas olarak Almanya’nın belirlediği ve dayattığı ekonomi politikaları ile Almanya-Fransa ikilisinin yön verdiği AB siyaseti, kimi ülkeler açısından artık katlanılamayacak bir külfet haline gelmiştir. Örneğin Brexit’i bu tablonun bir sonucu olarak görmek gerekir. İngiltere burjuvazisi, kendi içindeki görüş ayrılıklarına ve hatta İskoçya yahut Kuzey İrlanda’nın Brexit’i kendi ayrılıkçı eğilimlerini güçlendirmek için kullanacakları açık olmasına rağmen, sonuçta Birlikten çıkış yönünde karar vermiştir.
Brexit’i getiren sebepler başka AB ülkeleri için de geçerlidir. Tam da bu sebeple, AB Komisyonu başkanı Juncker, Brexit’in ardından Nexit (Hollanda), Oexit (Avusturya) ve Frexit’in (Fransa) gerçekleşmesi durumunda, yani Birlik içindeki ana ülkelerden birinin daha ayrılması halinde Birliğin dağılacağını söylemek zorunda kalmıştır.
Çok açıktır ki, ABD’de Trump’ın başkanlığa gelmesiyle tüm dünyada burjuvazinin gündemine giren ve kapitalizmin küresel ekonomik krizine bir cevap niteliği taşıyan “ekonomik vatanseverlik”, Avrupa ülkelerinin burjuvazilerinin de fazlasıyla ilgisini çekmiş durumdadır. Trump’ın izlediği politikalar AB içindeki merkezkaç kuvvetleri/eğilimleri güçlendirecek gibi görünmektedir.
Bu tabloyla bağlantılı olarak, AB’nin dağılıp dağılmayacağı yönündeki tartışmaların ve çeşitli AB ülkelerindeki “aşırı sağ” partilerin ayrılma yönündeki basınçlarının bir işlevi de Almanya’yı, Birlik ülkelerini ekonomik açıdan zorlayan ve esas olarak Almanya’nın işine yarayan ve ekonomik olarak hegemonyasını sürdürmesini sağlayan kriterleri/kuralları gevşetmeye zorlamaktır.
Sonuç olarak burjuva AB’nin dağılıp dağılmayacağı, bu gerilimlere, çelişkilere ve çıkar çatışmalarına nasıl cevap vereceğine, çözüm üretip üretemeyeceğine bağlıdır. Dağılma sözkonusu olduğu gibi, küçülme, sadece ortak pazarın sürmesi vb. seçenekler de masadadır.
AB’nin ve dağılma olasılığının işçi sınıfı için anlamı
Buraya kadar söylediklerimiz, olağandışı bir dönemden geçildiğinin ve tüm eski dengelerin değişmekte olduğunun (ve daha da değişeceğinin), bu bağlamda AB’nin dağılması gibi tüm dünyayı ciddi biçimde etkileyecek gelişmelerin gündemde olduğunun kavranması açısından önemlidir.
Geçmişte Türkiye’nin AB’ye girmesi hem “barış ve demokrasi”nin hem de ekonomik refahın ülkeye egemen olması biçiminde lanse ediliyordu. Esasen TÜSİAD gibi büyük sermaye çevrelerince pompalanan bu düşlerin gerçeklikle alâkası olmadığı kısa zamanda açığa çıktığından bunun üzerinde çok fazla durmaya gerek yoktur. Avrupa burjuvazisinin işçi sınıfına karşı bugün yürüttüğü saldırılar veya göçmenlere karşı izlenen ikiyüzlü ve insanlık dışı tutumlar, bu güzel hülyaların yerini çoktan karabasanlara bıraktığının bariz kanıtlarıdırlar. Aynı şekilde Avrupa’nın “tarihsel ve kültürel üstünlüğü”nün ne anlama geldiği de artık fazla söze yer bırakmayacak denli ortadadır. Sonuçta AB emperyalist bir birliktir ve AB’nin sürmesinde işçi sınıfının özel bir çıkarı yoktur.
Ne var ki, tam da AB’nin dağılması meselesinin gündemde olduğu şu süreçte, şunu da hatırlatmamız gerekmektedir: “AB’ci liberallerin kuyruğuna takılmamak, milliyetçi burjuvaların düzeyine düşen bir AB karşıtlığını da hiç mi hiç haklı çıkarmaz. Aslında bu ikinciler, birincilerden çok daha fazlasıyla işçi sınıfının ileri atılımının önünü tıkıyor, onu eski baskıcı çerçeveye hapsediyorlar. Örneğin Türkiye işçi sınıfının, Avrupa ülkelerine bakıp daha geniş bir demokratik işleyişin özlemini çekmesi ve daha ileri talepler için mücadeleye atılması, genel bir atalet durumuna oranla hiç de olumsuz bir devinim değil. Ama bir husus asla unutulmamalı! İleri talepler, burjuvaların AB gibi örgütlerine bel bağlamakla değil, kendi örgütlü özgücüne dayanarak, yalnızca ona güvenerek kazanılabilir ve korunabilir.” (age)
Çağlı’nın özlü biçimde ifade ettiği üzere, mesele AB’yi savunmak veya savunmamak değildir. Şu an gündemde olan “dağılma” tartışmaları karşısında Avrupa’daki kimi burjuva sol partilerin yaptığı gibi AB’ci kesilmek veya AB’nin dağılmaması için AB’ci burjuvaziye destek vermek doğru değildir. Ama karşı kutuptaki “aşırı sağ”ın veya ulusalcı solcuların kuyruğuna takılıp milliyetçi temelde AB karşıtlığı yapmak da doğru değildir. Hatta AB’nin dağılması sorununda, küçük-burjuva solcularının yaptığı gibi meseleyi “ulusal bağımsızlık”çı yaklaşımlarla ele almak, işçi sınıfının bağımsız siyasetini oluşturmak noktasında daha da zararlıdır. Aksine, bu gibi yanlışlar yüzünden Avrupa’da işçi ve emekçi kitlelerin bir bölümü “aşırı sağ” denilen ırkçı-faşist partilerin kucağına itilmişlerdir. Burjuva liberallerin ve merkez solun AB’ci propagandasına ulus-devlet savunusu temelinde karşı çıkan yaklaşım özünde devrimci değil milliyetçidir. Çağlı, bu yaklaşımların temelinde emperyalizme karşı mücadelenin sosyalizm hedefiyle değil de burjuva “ulusal bağımsızlık” hedefiyle yürütülmesinin yattığını söylemekte ve bunun da son tahlilde ulusal izolasyonu savunmak anlamına geldiğini ifade etmektedir: “Küçük-burjuva ulusalcı tepkisellik temeline oturtulmuş bir AB karşıtlığının, burjuva ulusalcılığına hizmet edeceğinin bilincinde olarak, bu tür yanlış kavrayışlara karşı mücadele etmeliyiz. İşçi sınıfı mücadelesinin enternasyonalist devrimci rotaya sokulabilmesi ve güçlendirilebilmesi için anti-kapitalist temellere dayanan bir AB karşıtlığına ihtiyaç var. AB ve benzeri konularda tatmin edici yanıtlar bekleyen ileri işçi ve emekçi unsurların zihnini açabilecek yegâne tutum da bu olacaktır.” (age)
Meseleye Marksizmin ışığında yaklaşılması, iktidarının ilk dönemlerinde AB şampiyonluğu yapan AKP’nin son birkaç yılda izlediği dış politikanın ne anlama geldiğinin kavranmasını da kolaylaştıracaktır. Batı’yla arası bozuk olduğu için “Eyy Avrupa, eyy Almanya, eyy Hollanda” diye nutuk çeken ve AB üyeliği hedefini çoktan bir tarafa bırakmış bulunan Erdoğan’ın son zamanlarda kullandığı söylem bilinçsiz kitlelere çok “anti-emperyalist” gelebilir. Oysa gerçek sebepler farklıdır.
Tekrar tekrar altını çizmek gerekir ki dünyadan yalıtılmış bir ulusal kapitalizm asla mümkün değildir. Çağlı’nın yerinde bir şekilde belirttiği gibi: “Bazı dönemlerde şu ya da bu ülkede bir burjuva iktidar «ulusal çıkarlar» bahanesiyle tersine bir yol tutuyor gibi görünse bile, son tahlilde netice pek de değişmez. Hem kapitalist sistemin içinde kalıp hem de «ulusal bağımsızlık» nutuklarıyla ekonominin çarklarını döndürmeye hiçbir burjuva iktidar muktedir olamamıştır. «Ekonomik bağımsızlık» diyerek ulusal izolasyon içinde ekonomik gerilemeye ve çöküntüye uğrayan tüm burjuva iktidarlar, bozuştukları bir emperyalist güce sırtlarını çevirmiş olsalar bile, bir başka emperyalist gücün yörüngesine girmenin dışında bir netice elde etmemişler ya da edememişlerdir.” (age)
Kendi iç çelişkileri ve ekonomik kriz nedeniyle zaten güçsüz düşmüş bulunan AB, Ortadoğu’daki emperyalist savaşın bir sonucu olarak kapısına dayanan göçmen akınlarını durdurabilmek için Türkiye’ye çeşitli tavizler vermek zorunda kalmıştır. Erdoğan da AB’nin bu tavizkâr yaklaşımı karşısında gemi iyice azıya almış, göçmenlerin varlığını bir şantaj malzemesi haline getirmiştir. AB’ye veya genel olarak Batı’ya karşı atıp tutmalarını bir iç politika malzemesi olarak kullanan, bu sayede de “dünya gücü Türkiye ve onun büyük lideri” imajını diri tutmaya çalışan Erdoğan-AKP iktidarının AB’ye yaklaşımının işçi sınıfı açısından savunulacak veya mazur görülecek bir tarafı yoktur.
Kendisini dev aynasında gören Erdoğan’ın çevresindeki danışmanlar güruhu da AB üyeliği yerine AB ülkeleriyle ayrı ayrı ikili ilişkiler kurmanın Türkiye’nin çıkarları açısından daha iyi olacağını savunmakta, Çin ve Rusya gibi ülkelerin de böyle yaparak çok daha fazla kazanım elde ettiklerini, böylelikle AB’nin demokrasi ve insan hakları gibi konulardaki basıncından da kurtulunacağını söylemektedirler. AB’nin zaten batmakta olduğunu ve AB üyeliğinin artık cazip bir tarafı kalmadığını da bu görüşlerine gerekçe yapmaktadırlar.
Referandumdan çıkan sonuç, AB ile Türkiye arasındaki iplerin daha da gerileceğini göstermektedir. Önümüzdeki günlerde yapılacak AB zirvesinde, Türkiye’nin üyeliğinin askıya alınmasının gündeme gelebileceği söylenmektedir. AKPM’nin birkaç gün önce aldığı kararla Türkiye’nin tekrar denetime alınacağını duyurması, ilişkilerin bu yönde ilerleyeceğinin de ilk işaretidir. Neticede Erdoğan’ın önünde zorlu bir süreç uzanmaktadır. İktidarın içeride ve dışarıdaki sıkışmışlığı, örgütlü işçi sınıfı açısından pek çok önemli gelişmeyi muhtemel hale getirmektedir. Buna odaklanmak ve sınıfın genelinde artması kaçınılmaz olan rahatsızlığını örgütlü mücadele saflarına kanalize etmeye çalışmak temel görevdir.
link: Kerem Dağlı, Avrupa Birliği Nereye Gidiyor?, 2 Mayıs 2017, https://marksist.net/node/5641
Kalem